Vaizeler
/ 4.4.1998
Diyanet bu sene farklı bir yenilikle 20 adet bayan din görevlisi
vazifelendirmiş. Faaliyetlerini anlatmak üzere D. İ Başkanı M. Nuri Yılmaz hepsini
toplayarak basına tanıtıyor. Hacı adayı bayanları dinî konularda eğitmek,
dertleriyle ilgilenmek ve talebe göre vaizelik yapmak için görevlendirilen 20 bayan
vaizenin, basınla yaptıkları toplantıda oldukça heyecanlı oldukları gözleniyor.
İlk olarak Medine’de görev yaptıklarını ifade eden bayan
din görevlileri, Mescid–i Nebevi’ye gelen hanımlarla uzun süre ilgilendiklerini
belirtiyor ve ekliyorlar: “Bayan hacılar ilk günler çok heyecanlı idiler. Onları
ortam hakkında bilgilendirerek heyecanlarının yatışmasını sağladık. Zamanla
birbirimizi tanıyınca aile gibi olduk. Bizim varlığımız onlara büyük rahatlık
veriyor.”
İlahiyat fakültesi mezunu olduklarını
vurgulayan bayan din görevlileri, şu an bayan din görevlisi bulundurma gibi bir
uygulamayı Türkiye haricinde hiçbir ülkenin yapmadığını ifade ederek şunları
söylediler: “Bugünlerde çok davet almaya
başladık. Bayan hacı adayları neredeyse günün her saati bizleri vaaza
çağırıyorlar. 20 kişi olmamıza rağmen zor yetişiyoruz. Kadınlar en çok özel
halleriyle alakalı olarak hata yapıyorlar. Bu durumlarını erkeklere soramadıkları
için bize en çok bu özel hallerle ilgili sorular soruluyor. Bir de kadınları
bidatlara sapmamaları için sık sık uyarıyoruz. En çok yapılan bidat, taşlara
duvarlara el sürme bidatı. Allah’tan başka hiç kimse ve hiçbir şeyden bir şey
istememeleri gerektiğini sık sık tekrarlıyoruz. Kadınların en büyük zaaflarından
biri ise birinin yaptığı yanlış bir hareketi diğerlerinin de tekrarlamaya
başlaması. Şu an konferanslara devam ediyoruz. Her şeye rağmen erkek rehberlerin
işinin bizden daha zor olduğunu da belirtelim.”
Sabah Gazetesi’nden Nuriye Akman’ın kadın vaizenin
camilerde erkeklere de vaaz verip veremeyeceği sorusunu D.İ.B., “Verebilir, ancak şu
anda ne ihtiyaç ne de gerek var”, şeklinde cevaplandırıyor.
Hacılarımız model seçildi
Daha önceki yıllarda Arafat–Müzdelife
arasındaki 8–10 km.’lik yol büyük izdiham sebebiyle yaklaşık 8–9 saatte
alınırken, son iki yıldır en disiplinli hac organizasyonu seçilen ve üzerinde
uygulama yapılan Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Arafat–Müzdelife
arasındaki intikalleri 20–25 dakikaya indirdiği çalışma, başarılı kabul edilerek
bu hac mevsiminde tüm dünya hacılarına uygulanıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı, son iki yıldır yaptığı
uygulamada Türk hacılarına özel bir yol tahsis ettirerek her otobüsün iki defa yolcu
almasını temin ederek trafikte araç yoğunluğunu azaltmış ve hacıların 20–25
dakika gibi kısa bir sürede Müzdelife’ye ulaşmasını sağlamış.
Diğer taraftan yapılan şikayetler üzerine
intikallerde kullanılan otobüslerin yenilenmesi projesine geçilmiş, 1.500 adet 97
model otobüs alınmış. Arefe gününe kadar 300 yeni otobüsün daha görev alacağı
söyleniyor. 7.250 otobüsün çalışacağı Arafat, Müzdelife ve Mina nakillerinde ilk
defa bilgisayar kullanılacak. Böyle daha hızlı netice alınacağı tahmin ediliyor.
TÜRK FEDERASYON / 4. 4.1998
Avrupa’dan onlarca kuruluş Umre ve Hac organizasyonu
yapıyor. Bunların başında Milli Görüş Teşkilatı 6.000 hacıyla birinci sırada.
Daha sonra ise Türk Federasyon, ATİB, İslam Birliği gibi organizasyonlar geliyor.
Bunlardan Türk Federasyonunu ziyaret ediyoruz. İki
apartman kiralayan federasyon 700 kişiyi hacı yapmak üzere Kutsal Topraklara getirmiş.
Başkanları ile sıcak bir ortamda samimi bir sohbete dalıyoruz. Odaları dolaşarak
erkek, bayan ve çocuk hacıadaylarını kaldıkları yerlerde ziyaret ediyor, duygu ve
düşüncelerini alıyoruz. Fransız bir aile ve Bosnalı hacılar da bu organizasyonla
hacı olmak için buradalar.
Organizasyon binalarına Türk Bayrağı asan tek
kuruluş olan Türk Federasyon MHP grubuyla aynı kulvarda hizmet veriyor. Milli
Görüş’e göre daha kıt imkana sahip olan ve 3. kez Hac organizesi yapan Federasyon,
oldukça dinamik ve azimli görünüyor.
Kabe Çekimleri
Medine’den Hamit Olgun Bey’in gelmesiyle Basın Enformasyon
Başkanlığı’ndan 4.4.1998 tarihinde izin alarak Kabe’ye gidiyor ve çekim
yapabileceğimiz izin belgesiyle beraber Mescid–i Haram’ın güvenlik komutanlarını
arıyoruz. Meğer giriş kapılarının hepsinde konuşlanmış birer karakol var ve
komutanına da, “Kaid”, diyorlarmış.
Bir kaç kaid dolaştırdıktan sonra en son olarak Harem Şeyhi
Muhammed’e gönderiyorlar. Giden Hamit Bey’in gecikmesi, “Acaba tutuklandı mı?”,
diye bir endişe oluşturuyor bizde. Yaklaşık yarım saat sonra belinde kırmızı
puşi, beyaz entarili 40 yaşlarında bir Arap Müslüman’la geri dönen Hamit, Harem
içerisinde çekimin yasak olduğunu, dışından ve ancak bu komutanın nezaretinde
mümkün olacağını söylüyor. Buna da çok şükür diyoruz. Çünkü daha önce gizli
kapaklı bölgelerde zar zor çekmeye çalıştığımız görüntüleri bu kez
yanımızda polis şefi rahatlığında çekeceğiz.
Nitekim akşam namazı vaktinde 15 dakikası önce, 10 dakikası
sonra olmak üzere 25 dakikalık nefis bir çekim yapıyoruz. Ancak namaz esnasında otel
merdivenine çıkıp detaylı çekim yaparken, “Ne yapıyor sunuz?”, diyen iki genç
omuzuma dokunuyor. Sivil polis olan bu gençlerle İngilizce anlaşmaya çalışıyoruz,
ancak anlayacak gibi değiller. Baktım olacağı yok. O sırada namaza durmuş olan polis
komutanını gösterince adamlar, cin çarpmışa dönüp apar topar uzaklaşıyorlar.
Görüntüleri, “CHA özel”, diyerek merkeze ulaştırıyoruz.
Ancak merkezdekiler Kabe’nin bütünüyle göründüğü bir görüntü istiyorlar.
Diğer gün ikindi namazını avludan uzakta bir caddede cemaatle namaz kılarken
öğlendeki kadar sıcaktan yanmıyoruz. Çekim yapabilmek için Hilton’a giderek
görevli mühendis Kazım Bey ile görüşüyoruz. Elimizdeki izni de gösterince işler
kolaylaşıyor. İş bitirici bir tip olan Kazım Bey Manisa Salihli’den olup oldukça
cana yakın bir insan.
Güvenlik görevlisini de ayarlayarak 1. burca çıkıyor ve 15
dakika bir çekim yapıyoruz. Vakit ikindi sonrası Hilton’dan Kabe’ye bakış
olağanüstü bir manzarayı gözler önüne seriyor. Çekimleri takiben Osmanlı
kalesinin mahzunluğu gözlerimizin önüne önüne geliyor. İnerken Selahattin Sevi,
“Bu görüntülerin akşam namazında çekilmesi gerekirdi, acaba mümkün değil
mi?”, diye sorması üzerine Hamit ve Kazım Beylere rica ediyoruz. Onlarda kabul
ediliyor. Birkaç alışveriş yaptıktan sonra akşam ezanından sonra tekrar çıkıyor
ve nefis görüntüleri alıyoruz. Kameraman olarak insanın en zevk alacağı
görüntüler şüphesiz Kabe çekimi olsa gerek. Hele bu birkaç gündür hayaliyle
yatılıp kalkılan çekimlerse.
ARAFAT / 5.4.1998
Binlerce yıldır süren bu ilahi çağrıya icabet edip kutsal
topraklara gelen Hacı kervanına bu yıl da 3 milyona yakın kişi katılıyor.
Hacılar, bu gece yarısından itibaren Arafat’a çıkmaya
başlayacak. Hacı adayları, ihrama bürünmüş halde, “Lebbeyk, Allahümme
Lebbeyk”, nidalarıyla Arafat’a çıkarak vakfeye duracaklar. Arife günü Arafat’a
varacak hacı adayları, burada öğle ve ikindi namazını birleştirerek kılacak ve
akşam ezanının ardından Müzdelife’ye intikal edecekler. Hacı adayları,
Müzdelife'de şeytan taşlamak için 70’er adet taş toplayacaklar. Arefe gününü
bayrama bağlayan gece, bu defa akşam namazı ile yatsı namazlarını birleştirerek
kılacaklar.
Hacı adayları, Müzdelife’de bir süre kaldıktan
sonra, güneş doğmadan, “Şeytan taşlamak”, için yürüyerek Mina’ya gidecekler.
Milyonlarca hacı adayı, bayramın birinci gününde topladıkları taşlardan 7’sini
büyük şeytana atacaklar. Şeytan taşlamadan sonra, hacı adayları, “Kurban
kesildi”, haberinin gelmesinin ardından, hac tavafını yapabilmek için Kâbe’ye
dönecekler.
Bu aşamalardan sonra tıraş olan ve ihramdan çıkan
Müslümanlar, hacı olacaklar. Hacılar daha sonra, bayramın 1, 2, 3 ve 4. gününde ise
sırasıyla küçük, orta ve büyük şeytan olmak üzere her birine 7’şer adet daha
taş atacaklar.
Arefe günü öncesine Terviye günü deniyor.
Hacıların büyük çoğunluğu Kabe’yi tavaf ettikten sonra oradan Arafat’a
geliyorlar. Bir gün önce Kabe’den tavaftan dönerken caddelerin ihramlı hacılarla
dolduğuna ve fellik fellik araba aradıklarına, bir kısmının ise Kabe avlusunda boylu
boyunca yattıklarına şahit olmuştuk.
Bizde de ilk defa hacı olma heyecanı doruk noktasına
ulaşıyor. İhramlar yıkatılıyor veya yeni yedek ihramlar giyiliyor ve hacılığın
en önemli kısmı olan Arafat’a hazırlığa başlıyoruz. Bilgiler tekrar gözden
geçiriliyor. Basın ile ilgili ekipman kontrol edilerek yedekleniyor. Günlük yazı
gönderenler stok yazı yazıp fakslıyor. Tek endişe tuvalet sıkıntısı olan
Arafat’da ne yapacağımızdı. Ancak bu endişelerin yersiz olduğu sonradan
anlaşılıyor. “Arafata çıkma”, tabirinden dolayı bir dağmış izlenimi veren
Arafat, dağlarla çevrili oldukça geniş bir ova. Burası Hacc Bakanlığınca
ağaçlandırılmış, ancak güneş ışığının engellenmesi için bir kaç yıla daha
ihtiyaç var. Buna rağmen rengi, şekli ve akasyaya benzer kokusu insanı mest ediyor ve
Arafat’ın manevi havasına ayrı bir güzellik katıyor.
Arafat bir yönüyle adeta panayırı andırıyor. Her yere
açılan tezgahlarda satılmayan şey yok gibi. Meşhur Susurluk ayranı yazan tabelayla
karşılaşınca gözlerinize inanamıyorsunuz. Arnavut ciğeri diye bağıranları, Adana
Urfa kebap abi, kebaba gel, diye seslenenleri de görünce hadiseyi kanıksıyor, keçi
kesip yaktıkları ateşte pişirmeye çalışanlardan sonra ise olayla ilgilenmemeye
başlıyorsunuz. Zaten Arafat diğer zamanlarda da Mekke sakinleri tarafından piknik yeri
olarak kullanılıyormuş.
Hz. Havva ve Hz. Adem (as)’in cennetten atıldıktan sonra
buluştukları tepe olan 15–20 m yüksekliğindeki, “Cebel–ür Rahme”, Rahmet
dağı Arafat ovasının Kuzey Batısına düşüyor. Her karışı hacılar tarafından
işgal edilmiş bu tepenin tam zirvesinde, beyaza boyanmış dikilitaş türü bir yapı
var.
Akşam Arafat’ı gezmeye çıkıyoruz. Her çadır görülmeye değer
ayrı bir dünya sanki. Kimi çadırlarda zikir alabildiğine sesli yapılırken,
bazılarında sessiz sessiz dualar ve gözyaşları, kimisinde hıçkırık sesleri,
bazılarında ise uyuma emareleri. Bizi şaşkına çeviren ise dağ taş demeden
insanların rastgele yatmaları ileri saatlerde ise bir taş kovuğu bile olsa orada
uyumalarıydı.
Ovanın kum kesiminde, Cebel–ür Rahme büyüklüğündeki bir
tepeye tırmanıp çadırların bir görüntüsü almak istiyoruz. bir anda gözlerimize
inanamıyoruz. Kayanın kovuğunda 12–13 yaşlarında bir kız çocuğu kıvrılmış
mışıl mışıl uyuyor. Etrafa dikkatlice baktığımda diğer yamaçlarda da durum
pların diğer yaratıklardan bu kadar emin olması merakımızı celbediyor.
Basın mensuplarına, fetva ekibine, ayniyat ve protokole
birer çadır ayrılmış. 30–40 kişinin kalabileceği çadırlarda klima bile var.
Kilimlerle kapatılan tabanın üstüne, çadır beziyle kesişen köşelere konan sünger
minderler üzerinde yer bulan şanslı sayılıyor. Çantaları yastık yaparak uyumaya
çalışıyoruz. Ancak ne mümkün, diğer çadırda 17 milletvekili ve diğer ekabir var.
Hanımlar ise bitişiğindeki çadırda. Sağlık, kayıp bürosu gibi servisler de buraya
taşınmış. 27 hasta yoğun bakımda olmasına rağmen fazla ciddi bir durumları yok.
Bu arada bizim de ayaklarımız şişmeye başlıyor.
Sabaha doğru doğu kesimlerde başlayarak ezan sesleri
geliyor. Diyanet İşleri’nin tertiplediği
organizasyonla gelen hacıların bulunduğu bölgede iki müezzin insanı büyüleyen
sesleriyle aynı anda ve münevabeli ezan okuyorlar. Akabinde ise her çadırda topluca
namaz kılınarak dualar ediliyor.
DİB, her ili 250’şer
kişiden oluşan kafilelere ayırarak numaralamış, her elli kişiye bir grup başkanı,
her 250 kişiye ise bir kafile başkanı tayin etmiş, bunların Arafat’da kaldıkları yerlere ise mektep deniliyor.
Yemekler, içinde, zeytin, peynir, bal, helva, sandviç ekmeği
yoğurt ve meyve suyundan oluşan mendil, çatal–bıçak ve kaşıkların da olduğu
25x25 cm.lik karton kutulara konmuş. Bunlar anonslarla çağrılan kafile başkanlarına,
daha önce verilmiş kupon karşılığı teslim edilerek, dağıtım hiyerarşiye uygun
bir şekilde yapılıyor. Saat 8.–9’a doğru güneş sıcaklığını hissettirmeye
başlıyor. Bu arada, M. Nuri Yılmaz 11 sayfa tutan açılış konuşmasını yapıyor.
Akabinde naatlar, ilahiler, kasideler ve konuşmalarla programa devam ediyor. Bu arada
STV, HBB’ye telefonla bağlanıyor ve burada olanlardan haberler aktarıyoruz.
Öğle namazı cemaatle kılınıyor. Arafat’a has olarak
öğlen ve ikindi, öğlen vaktinde cem edilerek kılınıyor. Yani öğlenin ilk dört
sünneti ve öğle–ikindi farzları kılınarak farzlardan sonra teşrik tekbirleri
getiriliyor.
DİB’nın bu sene aldığı kararla, öğlenin dört
sünnetinden sonra öğlen ve ikindi farzları iki yerine dörder rekat olarak
kılınıyor. Namazın akabinde meşhur vakfe başlıyor. DİB Başkanı M. Nuri
Yılmaz’ın yaptığı uzun dua hacılar tarafından ayakta dinlenerek aminler ile
süsleniyor. Kavurucu sıcaklık devam ediyor. Klimalar yetersiz kaldığından millet
açık çadır veya bir ağaç gölgesi aramaya başlıyor.
Çadırlarda Dua Sesleri
Çadırlarda dua sesleri biraz daha zayıflanmış şekilde devam
ediyor. Anlaşılan sıcakta istirahat etmeye çalışıyor hacılarımız. İkindiye
doğru M. Nuri Yılmaz çadırımızı ziyaret ediyor ve bir müddet sohbet ediyoruz. Daha
sonra ise biz yanına giderek STV için telefonla bağlantı kuruyoruz.
Akşam serinliğiyle beraber bir hareketlenme başlıyor.
Hazırlıklar yapılıyor, çadırlar boşaltılıyor ve yolun açılması için polisler
tarafından sürekli anonslar yapılıyor. Kafile ve gurup başkanları adeta birliklerini
hazırlıyorlar. Hacılar önce çadırlardan dışarı çıkarılıyor. Dışarıda
yapılan sayım ve içeride unutulan eşyaların kontrolünden sonra, insanlar birbiriyle
karışmayacak şekilde yol kenarındaki turnikelere sevkediliyor ve Müzdelife’ye gitmek üzere otobüslere bindiriliyorlar.
Devair-i Devlet Arafat’ta
Bu sene bakan, başbakan yok. Meşhurlardan,
Necmeddin Erbakan ve Fazilet’ten 70’e yakın milletvekili burada. Elkatmış,
Kıyıklık, Altınel, DİB organizesi dışında geldiklerinden Milli Görüş
çadırlarında kalıyorlar. Bize yakın çadırlarda ise eski bakanlardan Sacit Günbey,
İsmail Kahraman ve birkaç milletvekili ile Başbakan Yılmaz’ın annesi var.
Diğer devletlerden ise öğrenebildiğimiz kadarıyla, sadece
İran manevi lideri Ayetullah Ali Hamaney var. Burada bilgiye ulaşmak çok zor, onun
için dıştan haber almak gerekiyor. Biz bütün hacılar ayrıldıktan sonra en son
Arafat’ı terkedeceğiz. Nasılsa vakit var diyerek bekliyoruz.
Sivrisinekleri hiç sevmeme rağmen, Arafat’tan onların
ısırması bile adeta zevk veriyor insana. Güneşin batmasıyla hücuma geçiyor
sivrisinekler ama biz sadece uzaklaştırma veya savunma operasyonu yapıyoruz. Çünkü
buranın haşeratına nebatına dokunmak, incitmek yasak. Biz de severek bu emri yerine
getiriyoruz.
BASIN MENSUPLARI DA AYRILIYOR
Protokol ve basın mensupları hacılar Arafat’ı terk ettikten
sonra ayrılıyor. Arafat’a karanlık çökmesi beraberinde tarifi imkansız bir hüznü
getiriyor. Bir taraftan bu mübarek beldeden insanın ayrılası gelmiyor, ancak diğer
taraftan Müzdelife’de vakfe, Mina’da ise şeytan taşlama görevi var.
Bizi alacak otobüsü beklerken vakit ilerliyor,
çadırlar sökülüyor, ağaçlar yine yalnız kalıyor, taşlar yine sessizliğe
bürünüyor ve Arafat’ı kendi
yalnızlığıyla baş başa bırakıp gelen aracımıza biniyoruz.
Bir zamanlar Alemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamber
Efendimiz (s.a.s)’i misafir etmiş ve ünlü
Veda Hutbesi’ne beşiklik yapmış olan bu kutlu belde bize dünyada iken haşir
meydanının yalnızlığını hatırlatıyor. Bir süre sonra gelecek umreciler ve
onları takip edecek gelecek yılın hacı adaylarıyla bu yörenin yine şenleneceğini
ve bunun kıyamete kadar süreceğini biliyor ve dolu duygularla Müzdelife’ye doğru yola çıkıyoruz.
Müzdelife’de
Konaklayamadık
Planımızda Müzdelife’ye gidip akşam ve yatsı
namazı kılacak, vakfe duası okuyacak ve Mekke’ye dönmek vardı. Bazı
arkadaşlarımız dönmeyerek orada kalmayı tercih ediyor. Biz ise yaptığımız
istişare sonucu grupla beraber hareket ediyoruz.
Vakit gece yarısı olmasına rağmen arabalar hala görülmüyor.
Saat ikiye doğru arabalara doğru yürüyoruz. şoför Mekke’ye gitmekte direniyor,
iniyor tekrar biniyoruz. Ancak adamın ikna edilmesi kolay olmuyor. Bir ara hareket ederek
şoförün bağlı olduğu firmaya geliyoruz. DİB’nın anlaştığı ulaşım firma
yetkilisi uzun süren gayretlerden sonra izin koparıyor. Yaklaşık bir saate yakın
bekledikten sonra Müzdelife’ye geliyoruz. Bu sefer şoför “durmam” diye diretiyor.
Halbuki burada namaz kılıp vakfe yapmamız lazım. Şoför diretiyor, arkadaşların da
sabrı tükeniyor, yine firma yetkilisinin devreye girmesiyle polisten beş
dakikalığına izin alınarak yol kenarında akşam ve yatsının farzlarını eda ediyor
ve otobüste vakfe duasını yapıyoruz. Nihayet kaldığımız otele gelerek aynı binada
kalan ev sahibini saat 4’e doğru uyandırarak içeri giriyoruz. “Allah Kabul
İnşallah”diyen evsahibi şaşırıyor. Evet yarın Bayram ve Bayram Namazına
gideceğiz inşallah.
Kabe’de Bayram namazı / 7.4.1998
Saat 4’te Kabe’ye gidip sabah ve bayram namazı
kılıp müteakiben tavaf ve say’imizi yapıp dönmeyi planlıyorduk ancak evdeki hesap
çarşıya uymadı. Abdest almalarını beklerken Mahmut Bey horlamaya başlamıştı
bile. Her ihtimale karşı saati 5.30’a kurduk ve ben de yıkılmışım. Gözümüzü
açtığımızda sabah namazı nerede ise tehlikeye giriyordu. Alel acele sabahı kılıp,
bir taksiye atlayarak Kabe’ye Bayram Namazına gidiyoruz. Avluya kadar Mescid–i Haram
tıklım tıklım. Hacı çok az genelde Mekke ahalisi Bayram namazına gelmiş. Çünkü
hacıların çoğu Mina’da diğerleri ise Bayram namazı zaten vacip olmadığından
icabet etmemişler.
Namazı maalesef kıl payı ile kaçırıyoruz. Ancak Kabe imamı
Sudeysi’nin okuduğu hutbe tam bir saati almıştı. Garip tarafı imamın kürsüsü
Müezzin Mahfilinin altında ve sırtı Kabe’ye dönük olmasıydı. Bu arada biz
ziyaret tavafına başlamıştık bile. Ancak tavaf oldukça zahmetli geçiyordu. Hınca
hınç Beytullah’ı dolduran ve hepsi ihramlı olan hacılar, temizlenmeden Hira ve
Mina’dan gelmişlerdi. Dolayısı ile koku sıcaklığın artmasıyla dayanılmaz bir
hâl alıyordu. İzdihamdan olsa gerek tavaf yaparken ayağıma takılmayan hiç bir şey
kalmıyor. Terlik, etek, takke, ihram şeytan taşlamak için toplanmış taşlar ne
sorarsanız var.
Beşinci şavtta iken hacıları yara yara devire devire
gelen Afrikalı grubu Mahmut Bey gösterince gayri ihtiyarı baktım ve taaccüp ettim.
Ancak neye uğradığımı şaşırdım. İri kıyım kadın ve erkeklerden oluşan grup
tam yanımdan geçerken içlerinden bir bayan, “Neden yavaş giderek hacıları
rahatsız ediyorsun, adam gibi yürüsene”, diye paylayınca hayret ve dehşet içinde kaldım. Bir tavafta yüzlerce insanı
itekleyip, dirsekleyip acı içinde bırakan grup bizim de niye onlar gibi
yapmadığımızı soruyor ve fırçalayabiliyor. Gerek tavafın ve gerekse de haccın
diğer menasikinin yapılmasında hiç dikkat edilmeyen konu, Uzakdoğu hacıları hariç,
insan haklarına pek itibar edilmemesi, kul hakkı almaktan çekinilmemesi ve
olabildiğine davranışların sert olması bizi derinden üzüyor.
Yaklaşık 1 saat 10 dakikada bitirdiğimiz tavafı, iki rekat
namaz ve doya doya zemzemle süsledikten sonra Say’a başlıyoruz. İkinci kat mahfilde gerçekleştirdiğimiz Say'ı oldukça
kalabalık bir grupla yapıyoruz.
Büyük Şeytan / 7.4.1998
Saat 3 civarında arkadaşlarla iki minibüsle Mina’ya
gidiyoruz. Beklediğimizin aksine şeytan olarak simgelenen bölge oldukça tenha idi.
Yaklaşık 40–50 basamak inerek vadiye iniyoruz. Huni şeklinde bir dairenin içine
taşlardan örülerek yapılan Dikili taş benzeri üç yapıdan ilki küçük, ortadaki
orta, yandaki büyük şeytan olarak nitelendiriliyor.
Viyadük şeklindeki yolun sonuna kadar yürüdükten
sonra viyadüke çıkıyor sonundaki Büyük Şeytan’a ulaşıp elimizde taşları
isabet ettirmeğe çalışıyoruz. Oldukça rahat bir ortamda yapılan taşlamanın tek
zorluğu kavurucu sıcaklıktaki basamak tırmanması, basamakları çıktıktan sonra tam
tepeden soğutuculardan buz gibi zemzemle serinliyoruz. Bu arada basamakları çıkarken
bazı arkadaşlar fenalaşıyor.
MÜZDELİFE muhteşem
Müzdelife.. Son saldırı öncesi toparlanma
yeri.. Hacı adayları konvoy konvoy Müzdelife’ye getiriliyorlar. 3 milyona yakın
mü’min bir gecede naklediliyor. Dünyada böylesine bir nakil gerçekleştiren bu
büyüklükte ikinci bir ordu yok. Müzdelife insanla doluyor. Ovaya ve dağlara dağılan
mü’minler saldırı öncesi son hazırladıklarını yapıyorlar. Taşlar toplanıyor.
Artık zırh giyme zamanı. Dualar mü’minin zırhı... Ovayı ve dağları yakarışlar
inletiyor. Güneşin doğmasına yakın saflar belirleniyor. Herkes komutanların en
büyüğü ile hem ezele hem de ebede hükmeden Hâkim–ül Mutlak’la rezonansa
geçiyor. Alınan tekbirlerle namaza duruluyor. Ova Kur’an’la çınlıyor.
İnsanın ebedi düşmanıyla temsilen karşılaşma anı artık
çok yakın. Hınçlar bileniyor. Namazın bitişini bir süre sonra doğan güneş
izliyor. Artık Yaradan’a sığınılıp saldırıya geçme zamanı. Tekbirler ovayı
inletmeye ve milyonluk kitle harekete geçmeye başlıyor.
Mina'da Şerrin Beli Kırılıyor
Şeytanın mevkisi Mina’da.. Mina ise Müzdelife’ye çok
yakın. Mü’minler hesaplaşma yerine yürüyerek gidiyorlar. Şeytan, otağını
oldukça yüksek iki dağın arasındaki vadiye kurmuş. Dağın arka tarafı vadiye iki
tünelle bağlanıyor. Soldaki tünel o elîm tünel kazasının olduğu yer. Bu tünel
yine geliş yeri olarak kullanılıyor. Diğeri ise gidiş. Geliş tünelinden, yolu
tamamen dolduran bir insan seli Mina’ya akıyor. Aynı şekilde şeytanın merkezine
varan kilometrelerce uzunluktaki iki cadde de yine insanlarla dolu.
Biz ise bir üst caddeden yaklaşık 200 metrelik bir merdivenden
inerek ana caddeye yani şeytana yaklaşıyoruz. Küçük, orta ve büyük şeytan ana
cadde üzerinde mevzilenmiş. Mevzinin üzerinde, taşlamayı kolaylaştırmak için
yaklaşık bir kilometre uzunluğunda üst geçit benzeri çok geniş bir köprü var.
Şeytan, hem köprünün altında hem de üstünde taşlanabiliyor. Yürüyerek daha uygun
gördüğümüz köprüye yanaşıyoruz.
Dilenciler Ve Kirlilik
Gerek indiğimiz merdiven ve gerekse yürüdüğümüz yol iç
karartıcı. Yol kenarları işportacılarla, ortaları ise dilencilerle dolu. Kesik kollu
ve kesik bacaklı insanlar görmekten rahatsız olmaya başlıyoruz. Bazı hayırsever
vatandaşlar ise geçenlere pet şişelerle soğuk su dağıtıyorlar. Çevrede müthiş
bir pet şişe ve naylon torba kirliliği var. Mina’da 3 gün konaklama sünnetini uygulayan binlerce Şafiî mezhebine mensup
hacı ise yol üstünde oturmakta ve uyumaktalar. Çevredeki kirlilik onları direkt
olarak etkiliyor. Çok kötü bir görüntü arz etmelerinin yanı sıra, yolu
kapattıkları için gelip geçenlere de engel oluyorlar. Haccın çare bulunması gereken
problemlerden birini Şafiî mezhebine mensup bu hacıların durumu oluşturuyor. Aslında
hac mevsimi sonrasında okul ve/veya yurt olarak kullanabilecek büyük binaların
yapılması daha faydalı olur fikrine İnşaallah gerçekleşir diyoruz.
Taşlamaya çıkacağımız köprünün giriş kısmında
birçok berber dükkanı bulunuyor. Dükkanlara ilaveten fahri berberler de işbaşında.
Yol kenarları saçlarını kestiren, kısmen kanlar içinde kalmış insanlarla dolu. Bu,
şeytanla yapılan mücadelenin ne kadar çetin olduğunu da gösteriyor. Rüzgârla
birlikte etrafa dağılan saçların oluşturduğu kirlilik ise insanı üzüyor.
Görevlilerin göstereceği az bir titizlikle Müslümanları rencide eden bu
görüntülerin engellenebileceğini düşünüyor ve hayıflanıyorsunuz.
Şeytanla Karşı Karşıya
Üzücü görüntüleri arkada bırakıp atacağınız
taşları elimize alıyor ezeli ve ebedi düşmanımıza, yani şeytana konsantre olmaya
çalışıyoruz. Bir kilometrelik köprü üzerinde şeytanlar 250’şer metre arayla
dizilmişler. En öndeki küçük şeytana yaklaşıyoruz. Şeytan bir Dikili taşla
temsil ediliyor. Taş alttaki caddeye kadar iniyor. Taşın etrafı 10 metrekarelik dibine
doğru daralan oval bir kuyuya benziyor. Attığınız taşı isabet ettiremezseniz bile
bu kutunun içine düşürmek zorundasınız. Kuyu dibe doğru daraldığı için taş
iniş sırasında şeytana mutlaka değiyor.
Her yer insanla dolu. Ancak bu insan deryasında
kendimizi yalnızmış gibi hissediyoruz. “Bismillahi–Allahu Ekber”, nidalarına herkes gibi biz de eşlik edip, hücuma geçip.
Elimizdeki cephaneyi yani taşları peş peşe atıyoruz. Şeytan ürkmüş durumda. Ama
biz şeytanın, karşımızda duran Dikili taş olmadığını biliyoruz.
Taşları kendimize, yani içimizde bizi daima şerre çekmeye
çalışan ben’e attığımızı anlamakta gecikmiyoruz. Nefsin yani şeytanın,
kalabalığın dağları inleten, “Bismillahi Allahü Ekber”, nidalarından ve onu
keşfetmemizden ürkmüş olmasına rağmen kaçmıyor. Taşlara direniyor. Atıştaki
isabet ve niyetteki ihlas onu iyice küçültüyor. Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in
Bedir dönüşü ilk kez hatırlattığı büyük cihadı yani nefisle savaşı kazanmaya
çalıştığımızı fark ediyoruz.
Küçük şeytanı bırakıp kalabalıklar içinden
süzülerek orta şeytana ve en son olarak, Hz. İbrahim’i oğlu İsmail’i kurban
etmekten vazgeçirmek için son ve güçlü hamleyi yapan büyük şeytana yöneliyoruz.
Hz. İbrahim misali taşlar atarak onun bizi aldatmasını engellemeye çalışıyoruz.
Fakat onun Hz. İbrahim’den kaçtığı gibi bizden kaçmadığını görüyor ve
kendimizi zorluyoruz. Hırsımız 7 taşa birkaç taş daha eklememize sebep olabiliyor.
Sadece o an değil ömür boyu sürecek bu savaşta galip gelmek
için Allah’a dua edip, arkadan gelen kalabalığın önünü açarak dönüş yoluna
yöneliyoruz. Şeytan arkamızda kalıyor. Haccın son görevini de yapmış olmanın
rahatlığı ruhumuzu sarıyor. Medine heyecanı o andan itibaren ruhumuzu sarmaya
başlıyor. Rasulullah’ı ziyarete gidecek olmanın sevinç ve coşkusunu duyuyoruz.
“Üzerimize ay doğdu, Şükretmek bizlere vacip oldu.. ” mısraları
dudaklarımızdan dökülüyor.
Teheccüd, Sabah Namazı
Gece saat 2.30 Kabe’ye
gidip yatsı namazını eda ettikten sonra en
üst mahfilde tavafa başlıyoruz. Her şavtı 1 km olan tavafı saat dördü geçerken
tamamlıyoruz. şükür namazı ve zemzem içerken Teheccüd ezanı da okunmuş oluyor.
Türk hacıların olduğu bir bölümde mahfil korkuluklarının hemen yanına vararak
Kabe ve hacıları seyre koyuluyoruz.
Derken hacılarla tanışıyoruz. Susurluk’tan Ten Tour
vasıtasıyla gelen hacılar Susurluk’lu olmanın farkını yaşatıyorlar. İçlerinden
biri şöyle bir hatıra naklediyor: “Hocam, şeytan taşlamaktan geliyoruz tam
basamakları çıkarken bir ihtiyar geri doğru düşüyordu. Ben de destek olarak ileri
doğru kaktırdım ve düşmesini engelledim. Arkamdan ihramıma asılan birisi, “Sen ne
hakla adamı itiyorsun”, diye bağırmaya başladı. Hemen çantama davrandım. İçinde
her ihtimale karşı bıçak taşıyordum. Tam kapıp saldırmayı düşündüm. Ancak son
anda katil olmaktan vaz geçtim.”
Gördüğüm en sinirli hacılar Türkler. En
sinirsizleri ise Malezya ve Endonezyalılar. Muhabbetten sonra sabah namazını kılarak
Kabe’den hüzünle ayrılıyoruz.
Şeytanlar / 8.4.1998
Saat 4’e doğru bayramın ikinci günü küçük, orta ve büyük
şeytana 21 adet taş atarak içimizdeki şeytanları, nefis, heva ve hevesi atmaya
çalışacağız. Giderken akıl almaz trafik vardı. Şeytan taşlama yerine Makkah
Emirates denilen ve kuşbakışı Cemerat'a bakan bu tepeden bakınca gözlerimize
inanamadık.
Dün bomboş olarak gördüğümüz bu yerler, bugün adeta
yüzbinlerce insan kaynıyordu. Yüzlerce basamağı, kalabalık seli ile beraber yavaş
yavaş iniyoruz. Sıcaktan korunmak için hacıların bir kısmı geçidin gölgesinde
karar kılmışlar. Dolayısıyla geçiş oldukça zor oldu. Derken viyadük boyunca
ilerleyerek üç şeytanın üzerinde bulunduğu viyadüke çıktık.
Viyadük üzerinde 100–200 metre aralıklarla 2–3 metre
çapındaki Huni benzeri çukurların içinde birinci kattan başlayarak örülen
dikilitaşa benzer yapılara hacılar 7’şer taş atıyorlar. Baş ve işaret
parmaklarıyla yukarıdan aşağıya hareketle fırlatılan nohuttan iri, fındıktan
küçük, Müzdelife veya Arafat’ta toplanmış taşlar, bu Dikili taşa (örme taş da
diyorlar) adeta yağdırılıyordu. Ancak ne üzücüdür ki şeytan taşlama sırasında
Müslümanlar şeytan yerine adeta bir birini taşlıyorlar. Taşı atan devam edip
gideceğine ya dönüyor ya yana kaçmaya çalışıyor. Bu arada arkadan gelen insan seli
bir yaprak gibi insanı ezip geçiyor.
Kaybolmaktan korkan veya can havliyle etrafa kaçmaya çalışan
insanlar, izdiham ve paniğe sebep oluyorlar. İlk olarak küçük şeytana yedi taş
atıyoruz, ancak yürümek adeta imkansız, itelenerek, dirseklenerek, bastırılarak,
ayaklarımız pestile çevrilerek kendimizi ancak kıyıda bulabiliyoruz. Orta şeytanı
da zorla taşladıktan sonra yürümek istiyoruz ancak mümkün değil. Bu arada bir
dalgalanma oluyor ve birkaç hacı kendisini yerde buluyor. İnsanların ezilmesini
önlemek için gayret gösteriyorum. Bereket ölümlü bir vak’a meydana gelmiyor. Bu arada tabii ki bir terliğim de orada kalıyor ve halimize, sağ kaldığımıza
şükrederek büyük şeytana geliyoruz. Bu sefer tecrübeliyiz artık. Taşları atıyor
ve uzaklaşıyoruz.
İnsanlığa, insana saygı, nazik olmak, zarar vermemek insanı
sevmek İslam’ın şiarı iken Müslümanların bu ve benzeri şuursuzca hareketleri bizi
derinden yaralıyor. Basamakları, kavurucu sıcaklık altında çıkmak insanlara zor
anlar yaşattırıyor. Tam zirvede basamakların bittiği yerde buz gibi zemzemin
aktığı dolaplar var. Merdivenlerde ve viyadük altında onlarca sakat insanlar
dileniyor. İşportacılar ise üzerinde durulması gereken ayrı garip bir manzara
oluşturuyorlar.
Facia'da 118 ölü var / 9.4.1998
Bugün saat 11’de DİB. M.N. Yılmaz’ın basın toplantısına
katıldık. Hacca geleceklere sağlık raporu uygulaması getireceklerini belirten
Yılmaz, Ümmül Kurra projesinin uygulanması gerektiğini bildirdi. Bu arada ilk hacı
kafilesinin 10 Nisan, sonuncusunun ise 2 Mayıs’ta yurda döneceğini de sözlerine
ekledi. Saat 13.30’da son taşlamamızı yapmak üzere Mina’ya doğru minibüsle yola
çıkıyoruz.
Mina’da arabayı parkettikten sonra basamaklardan şeytan
taşlama yerine iniyoruz. Hava sıcak mı sıcak. Eli, kolu, ayağı kesik insanlar
dileniyor. İşportacılar yine işbaşında. Fazla sıkışmadan köprü altından
geçerek, Cemerat’ın bulunduğu viyadüke geliyoruz. Etrafta, terlik yığınları,
şemsiyeler, jiletler, saç yumakları, ve karmaşadan oluşan akılalmaz görüntüler
yine bizi derinden yaralıyor. Bir kısım insanlar, üst kata çıkarken NTV’den Eyüp
Coşkun ve Türkiye Gazetesi’nden Mehmet Köşker ile şeytanı alt kattan taşlamayı
düşünüyoruz.
İlk küçük şeytana yedi taş, orta şeytana yedi taş
derken hafif bir panik yaşanıyor ve Eyüp bey’in cep telefonu düşüyor, arkadan
gelenleri engelliyorum, öndekileri de o itiyor ve cep telefonunun ufak bir iki çizikle
kurtarıyor.
Son şeytan yani büyük şeytanın olduğu yerde toz
dumandan göz gözü göremeyecek kadar kalabalıktı. Taşlarımızı attık ve
basamakları yavaş yavaş çıkarak tepedeki zemzemden kana kana içiyoruz. Bir taraftan
terlerimizi silerken, diğer taraftan bazı değişiklikler yapılmalı diyoruz.
** Öncelikle her yerde tıraş olunmamalı, saç
rastgele atılmamalı.
** Jiletlerin yerlere atılmasının önüne geçilmeli.
** Bu uzun basamaklar yerine pekala döner merdivenler olabilir.
** Burada ve köprü altlarında hacıların yatması engellenmeli.
** Dilenme ortadan kaldırılmalı.
** Şeytan taşlama disiplin içinde gerçekleştirilmeli.
** Temizlik aksatılmadan yapılmalı.
Misafirhaneye dönünce yabancı ajansların Suudi Haber
Ajansına dayanarak taşlama sırasında izdiham olduğunu ve 200’e yakın ölünün bulunduğuna dair haberi flash olarak
geçtiğini öğreniyoruz.
Habere göre olay saat 24 civarında geçiyordu. Biz de 22.30’da
oradaydık olayın hiç bir izi yoktu. Taşlama ibadeti normal seyrinde devam ediyordu.
Haberin Türkiye’de duyulması ile cep telefonları susmadı. STV, HBB, Kanal 6
bağlanmaya çalıştı. DİB Başkanı Yılmaz’ı STV’ye canlı yayına çıkardık.
Olayın gerçek olduğuna bir türlü inanamıyorduk. Yüzlerce ölü, bir o kadar da
yaralı bu kadar kısa bir zamanda nasıl kaldırılabilmişti?
Araştırmalar ölen ve yaralananların kimlikleri ve sayıları
hususunda bir netice vermiyor. Enformasyon Bakanlığı Hac Başkanlığı ve Arap
medyası hiç bir bilgiye sahip olmadığı gibi devlet televizyonunda hiç bir haber
geçmemişti.
Türklerin kaldığı yerleri dolaştık ancak abartmalı bir kaç
şovmenin dışında ciddi bir bilgi edinemedik. Burada haberleşme devlet tekelinde ve bu
tür bilgiler pek alınamıyor. Uluslararası telefon kabinleri önünde kuyruklar
yüzlerce metreye ulaşıyor. Telefonlar kilitleniyor.
Başka bir sonuç alamayınca Kızılay’ın verdiği çiğ
köfte yemeğine katılıyor, orada Türk–İş’in eski başkanı Şevket Yılmaz ile
karşılaşıyoruz. Eşiyle birlikte bu sene hacı olan Yılmaz’ı epey ihtiyarlamış
gördüm. Daha sonra veda tavafını yaparak hac ibadetimizi tekmil etmiş olduk. Veda
Tavafı, bende gerçekten derin duygular meydana getirmişti. Sanki annemden, babamdan
veya çok yakın bir arkadaş yahut akrabamdan ayrılıyorum gibi geldi bana.
Kabe sanki boynu bükük bir mahzun gibiydi. Sanki değeri
bilinmiyor gibi, Müslümanların bu durumları karşısında üzülüyor gibiydi.
Etrafında yüzbinler milyonlar dönerken o sanki yapayalnızdı. Gözyaşlarımı
engelleyemiyorum.
Ertesi gün öğleye doğru ölü sayısının 118 olduğu
bunlardan çoğu umreci olan 9’unun Türk olduğu ortaya çıktı. Halbuki akşam
verilen haberlerde vefat eden Türk hacı yok deniliyordu. Hasılı burada gazetecilik
yapmak zor. Ama mana yüklü mekanlarda dolaşmak, buranın havasını teneffüs etmek,
Asr–ı Saadet’ten bir esinti duymak her türlü zorluğa değer doğrusu.
Suudi yetkililer, ölü sayısını 120 olarak açıklarken,
Hastanelerde görevli doktorlar ve gayriresmi kaynaklar bu rakamın daha fazla olduğunu
ileri sürüyorlar. Doktorlar, sayısı 145 olan yaralananların çoğunda iç kanama
görüldüğünü ve bazılarının durumunun ağır olduğunu belirttiler.
Bu arada ölen hacıların kimliklerini tespit etme
çalışmaları devam ediyor. Suudi Arabistan’daki
yabancı elçiliklerin görevlendirdiği
kişiler, Mekke yakınlarındaki hastaneleri ziyaret ederek, ölenlerin kimliklerini
saptamaya çalışıyorlar. Ancak, çoğu kişinin bileklerindeki metal kimlik
bantlarının izdiham sırasında kaybolması yüzünden, isim ve milliyetlerinin
saptanmasının güç olduğu belirtilirken, ölen hacıların çoğunluğunun Endonezya,
Malezya, Hindistan, Pakistan ve Ortadoğu ülkelerinden oldukları sanılıyor.
Bu yıl Hac için, Suudi Arabistan’a yaklaşık 100 ülkeden 3 milyon kişi gelmişti. 1 milyondan
fazla hacının dün ülkelerine dönmeye başladığı bildiriliyor.
Neden Müslümanlar Rabb’lerine karşı kulluk
vazifelerini yaparken böylesine üzücü olayların muhatabı oluyorlar? 3 milyon
insanın belirli zaman ve mekanda hep beraber ibadet yaptıkları yerlerde yapılan
yapısal düzenlemeler yeterli mi?
Bilim ve teknolojinin istifademize sunduğu buluşlar hac
organizasyonunda kullanılarak bu tür müessif hadiselerin önüne geçilemez mi? Bunu
düşünemeyecek kadar gerçekten çağın gerisinde mi yaşıyoruz? Birilerinin
söylediği gibi bu anlamda biz mürteci miyiz?
Evet, suçluyu arıyoruz. Suçlu kim? Suçlu İslam dini
mi? Hac ibadeti Allah Rasulü’nün beyan buyurduğu sınırlar içinde yapılacak.
Kabul. Zira O (sav), “Hac menasikinizi benden alınız”, buyurmuş. Menasik; hac
ibadeti adına neyin, nerede ve nasıl yapılacağı bildiren emirler ve yasaklar
bütününü bildiren bir kavram. Fakat bu, ibadetleri daha rahat biçimde yapmayı
sağlayacak düzenlemelerin yapılmaması anlamına gelir mi? Dinde bunu yasaklayan âmir
bir hüküm mü var? Bu soruların cevabı tek kelimeyle; hayır.
O halde suçlu faciada ölen Müslümanlar mı?
Müslümanlar ibadet neşvesi ile yansa, hac vazifesini tamamlama aşkı ile tutuşsa
dahi, vakar ve ciddiyet içinde şeytanı taşlamalılar ve paniğe sebebiyet
vermemeliydiler! Bu tespit doğru olabilir mi? Gerekli yapısal problemler halledilmediği
halde bütün suç ölen Müslümanlara izafe edilebilir mi?
Öyleyse suç organize heyetinde. Herkes biliyor ki Suudi
Arabistan Krallığı, Hac Bakanlığı nezaretinde yürüttüğü organizeye kimseyi
karıştırmıyor. Yer yer göstermelik planda İslam ülkelerinin görevli hac
temsilcileri ile istişarî toplantılar yapsalar da, toplantılarda ileri sürülen
görüşler hayata geçirilmiyor. Neticede olan ölen Müslümanlara ve dış dünyadaki
Müslüman imajına oluyor. CNN, Mina faciasını birinci haber olarak veriyor. Reuters
Haber Ajansı haberde panik anlamında, “Stampede”, kelimesini kullanıyor. Bu
kelimenin sözlükte ilk karşılığı, “Atların ve sığırların korkarak dağılıp
kaçmaları”, şeklinde. Bu bilinçli bir tercih mi? Bana sorarsanız, cevabım evet.
Suçlu kim olursa olsun, ortada duran bir gerçek var ve
değişmiyor. 1990'da 1426, 1994'de 270, 1995'de 3, 1997'de 349, 1998'de 150. Toplam
olarak 2198 kişi eder. Ancak bu kadar insanın öldüğü hadisenin yerinde bir değişme
olmamış. Çünkü hepisi Mina vukua gelmiş.
Artık bu gidişe bir dur denilmeli. Müslüman
ülkelerin liderleri Suud Krallığına hac ve umre organizasyonunda koordineli bir
düzenleme yapma konusunda ısrarcı ve baskıcı olmalı. İbadetlerin daha rahat
yapılmasını sağlayacak inşai düzenlemelere hemen gidilmeli.
Mesele inanç turizminden elde edilecek gelirlerin
dışındaki bir çerçeveden ele alınmalı. Mukaddes toprakların yer aldığı
coğrafyada hüküm sürme, o insanlara tanınan sınırsız yetki anlamına gelmemeli.
Ortada bir suç varsa, suçlular –kim olursa olsun– rahatlıkla sorgulanabilmeli.
İçinde bulunduğumuz ilim ve teknoloji çağında yapılması gerekenler
yapılmadığından dolayı ölmek, Müslüman’ın kaderi olmamalı.
Kurban
Suudi Arabistan Hükümeti, Kral Fahd Bin Abdülaziz’in
öncülüğünde uygulamaya koyduğu, Kurban Etlerinden Faydalanma Projesi bu yıl da
sürdürülecek. İslam Kalkınma Bankası’nın gerçekleştirdiği proje
çerçevesinde, bu yıl 500 binin üzerinde kurban kesilmesi hedefleniyor.
Buna göre, isteyen hacı adayları, kurbanlarını vekalet
yoluyla kestirebilecekler. Hacı adayları, kurban paralarını İslam Kalkınma Bankası
tarafından verilen banka hesap numaralarına yatıracaklar.
500 bin küçükbaş hayvanın yanı sıra 15 bin deve ve
büyükbaş hayvanın kurban edilmesi beklenen proje çerçevesinde 230 bin kurbanın eti
Harem bölgesi fakirleri ile hayır cemiyetlerine, kalan 269 bin kurbanın eti ise
Ürdün, Pakistan, Bangladeş, Sudan, Burkina Faso, Çad, Tanzanya, Gambiya, Kamaros,
Cibuti, Senegal, Suriye, Siera Leone, Ginebisau, Kenya, Lübnan, Mali, Mısır, Moritanya,
Mozambik, Nijer, Bosna, Cezayir, Azerbaycan ve Filistin’e gönderilecek.
Kurban edilecek hayvanların şartlara uygun olarak
cılız, kör veya boynuzlarının kırılmış olmamasına dikkat edilmesi gerekiyor.
Mina’da bulunan modern mezbahanelerde kasap, kasap yardımcısı, veteriner, formen,
şer’i kontrolcü, teknik ve idari eleman olmak üzere yaklaşık 25 bin işçi kesim
işinde görev alıyor.
Bu arada, kendi imkanları ile kurban kesmek isteyen
hacılar, küçükbaş hayvanlar için ortalama 250 riyal kurban bedeli öderlerken,
İslam Kalkınma Bankası organizasyonuyla kesmek isteyen hacılar da söz konusu bankaya
350 riyal ödeme yapacaklar.
Son Cumayı kaçırmamayı düşünüyoruz. Onun
için saat 11.den sonra Mescid–i Haram’a gidip yer bulmaya çalışıyoruz. Avluda,
dış kapının yanında bir yer ancak bulduk. Mermerlerin üstüne oturarak namazı eda
ediyoruz. Hutbe kavurucu sıcak alltında yine tam yarım saat sürmüştü. Milletin
çoğu ayakta, namaz bitiyor ve yaya olarak cayır cayır sıcakta eve ulaşıyoruz.
Akşam Medine’ye gideceğiz.
Medine’ye
yolculuk / 10.4.1998
Saat 21.de yola çıkmamız gerekirken bütün
hazırlıklar tamamlanmış olmasına rağmen, araba şoförünün görevli arkadaşları
dışarı atarak vazgeçmesi saat 12’de hareket etmemize neden oldu.
Yola koyuluyoruz. Mekke çıkışında durdurularak pasaport adları ve numaralarının işlendiği
liste isteniyor. 41 pasaportu Ahmet Arslan Hoca Arapça harflerle yazdıktan sonra
şoförün de Suudi olmasının farkıyla fazla bir engelle karşılaşmadan yola devam
ediyoruz. Dümdüz arazileri zaman zaman değiştiren tepeler ve yeryer ağaçlar ovaya
ayrı bir zenginlik katıyor. Bir müddet sonra tekrar durduruluyoruz. Arabamızla
yüzlerce otobüsün bekletildiği alana çekiliyoruz.
Suudi şoför farkı kendisini gösteriyor. Ancak bu sefer ön ve
arkada otobüs dolduğundan çıkamıyoruz. Uzun gayretler sonucu önden arkadan rica
ederek nihayet çıkıyor ve yola revan oluyoruz.
Saat 3.5–4 arasında mola verilince tesislerin pisliğiyle
karşılaşıyoruz. Her taraf, ısıran böcek ve haşarat kaynıyor. Namaz kılmaya
çalıştığımız mescidte böcekler ve kum tanecikleri dolu. Alel acele cemaatle namaz
kılıyor ve yola koyuluyoruz. Bir ara göz kapaklarım kapanıyor ve kanlı canlı
pencereler geliyor gözlerimin önüne irkilerek açıyorum. Tekrar kapatınca aynı
şeyleri görüyorum.
Birkaç saniye sonra arkada oturan M. Çebi’nin gelerek şoförün uyuduğunu söylemesi yetkilileri
harekete geçiriyor, kolonya, meyve ikram edilerek, konuşularak uyutulmamaya
çalışılıyor. Bir müddet sonra Medine’ye on kilometre kala yine durduruluyoruz.
Pasaport kontrolleri yapılıyor ama yine
herhangi bir zorlukla karşılaşmadan Peygamberimizin köyüne vasıl oluyoruz.
Medine ve Ravza–ı Tahıra
Cuma akşamı geç saatlerde Mekke’den Medine’ye 460 km.’lik yolu katetmek üzere yola
koyuluyoruz. Burada şehirden şehire gitmek ülkeden ülkeye intikal gibi. Talebeler
okula başlarken pasaportlarını rektörlüğe, işçiler ise kefile verdiklerinden
şehirlerarası seyahat yapamıyorlar.
Mekke’den çıkışta sıkı bir pasaport kontrolünden
geçiriliyoruz. Birkaç sefer şoförün Suudi olması fazla beklememizi önlüyor.
Medine’ye girişte tekrar pasaport kontrolüyle karşılaşıyoruz. Sadece gümrük yok,
diğer bütün kontroller mevcut.
Medine, Efendimiz (s.a.s.)’i bağrına basan,
vefatından sonra da kimseye vermeyen, trafiği düzenli ve sakin, esnafı daha insaflı,
havası daha serin, insanı daha bir medeni. Sanki Mekke’nin kainatın merkezi
hüviyetindeki hareketliliği ve tedirginliği bu beldede dinginliğe, enginliğe
ulaşmış. Bu peygamber köyünde ilk ziyaret ettiğimiz yer, aguşunu açıp beklediği
Razva–i Tahira oluyor. Kısaca Medine medeni bir şehir olduğu kadar her
santimetrekaresi saadet asrından binlerce tabloyu günümüze taşıyor. Burada
Allah’a, Rasûlü'ne ve İslama, kendini daha yakın hissediyor insan.
Efendimiz’in Medine’ye hicreti sırasında Kuba Köyü ile
Rauma mevkisi arasında ilk Cuma namazını kıldıktan sonra Medine’ye varınca
devesinin ilk çöktüğü yeri daha sonra satın alarak mescit yaptırıyor. Mescidi
Nebevi, çevrede haram olarak anılan Haremeyn’den biri. Oldukça ihtişamlı bir
yapıya sahip olan cami insanı başka dünyalara götüren, insanın gözünde ve
gönlünde Asr–ı Saadet’e ait binlerce hadiseyi hatırlatan, deruni nesimin üfül
üfül estiği, Efendimiz’in imamlık, Bilali Habeşi Hazretleri’nin müezzinlik
yaptığı, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer Allah ve Peygamber dostu efendilerimizin
cemaat olarak ilk safları oluşturdukları muhteşem şaheser.
Efendimiz’in dört
duvarla çevrili üstü hurma dallarıyla
kapatılan mescidinde bir kütüğe dayanarak hutbelerini irat buyurduğu bu alan
yüzlerce değişikliğe uğramış, genişletilmiş, âdeta yeniden inşa edilerek
günümüze kadar büyüyerek, yükselerek gelmiştir. Bugünkü minberin sağındaki
mermerden mihrap 1551 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış.
12 basamaklı minber ise 1500 tarihinde Sultan 3. Murat
tarafından inşa ettirilmiş. Bu bilgiler Kıble tarafında hâlâ yazılı bir belge
olarak durmaktadır. Mucizelere dayelik yaparak Efendimiz’in Resul olduğunu
ortaya koyan ve ağlayan hurma kütük ise mihrabın altında muhafaza edilmektedir.
Hz. Aişe Validemiz’in, “Yanında namaz kılmak çok
faziletlidir”, buyurduğu ve Hz. Aişe anamızın adıyla anılan sütun mihraba en
yakın olanı. Bağışlanması için Hz. Lübabe’nin kendisini bağladığı sütun ise
Hz. Aişe sütununun hem en solunda kendisine yer ayırmış. İtikafta iken Efendimiz
(s.a.s.)’in yatağını yanına serdiği, “Serir Sütunu”, ise bu sütunun hemen
solunda bulunmaktadır. Bu sütunun hemen arkasında ise Efendimiz’in korumalarının
bulunduğu Muharres Sütunu bütün ihtişamıyla arz–ı endam etmektedir. Muharres’in
arkasında ise Efendimiz’in heyetleri kabul ettiği Vüfud sütunu yer almaktadır. Bu
sütunun sağında bulunan, “Tevbe”, arkasında ise alemlere rahmet olarak gönderilen
Resul’ün teheccüd namazını eda buyurdukları, “Teheccüd Sütunu”, kendisini
fark ettiriyor. İzdihama meydan verilmemesi için parmaklıklarla ayrı bölme ve
görevlilerle koruma altına alınan Rahmet Peygamberi’nin kabr–i şerifleri bu
sütunların hemen solunda teşrif buyurmakta, solunda ise sırasıyla Hz. Ebubekir ve
Ömer efendilerimizin yüce kabirleri yer almaktadır. Bu bölmenin kıble tarafında
bulunan üç pencerede, sağdan sola sırasıyla, Ahsab Sûresi’nin 40. ayeti, Hucurat
Sûresi’nin ikinci ve üçüncü ayeti yazılı olarak nakşedilmiştir. Mescid’in
kıble duvarının solunda Cibril makamı yer alırken doğu cephesinde önden arkaya
doğru sırasıyla Baki, Cibril ve Nisa kapıları bulunmaktadır. Kabri Şerif’in arka
kısmındaki bölme ise Ashab–ı Suffe’nin mekanı olarak bilinmektedir.
Vakit namazlarında lebalep her renk ve ırk cinsiyette insanla
dolup taşan Nebi Mescidi’nde kadınlar ve erkekler ayrı bölmelerde ibadet etmekte,
herhangi bir izdihama rastlanmamaktadır. Herşeyiyle insanı saadet asrına taşıyan bu
kutlu mekan, taşıyla, duvarıyla, sergileriyle, zemzem bidon ve bardaklarıyla, altın
işlemeleriyle, kubbesi, minaresi, sütunları, pencereleri ve kapılarıyla insanlığın
saadetinin abideleştiği bir mekan olarak bütün ihtişamıyla karşımızda dururken,
İslamı, insanı, Efendimiz'i çok daha yakından hissediyoruz.
Mescid–i
Nebevi’nin Genişletilmesi
Mescid-i Nebevi'nin genişletilmesi ile ilgili bazı bilgileri
faydalı olabileceği mülahazası ile aktarıyorum.
Harem–i Şerif inşaatının son genişletilmesine başlama
tarihi: 1405 H.–1985 M. / Bitiş tarihi ise 1413 H.–1993 M.dir. Mescidin önceki
istiap kapasitesi 18.000 m2 iken, yeni kısmın istiap kapasitesi 82.000 m2 olup, toplam
mevcut kapasite 100.000 m2’ye ulaşmış. Şu anda kapalı kısımda aynı anda 400.000
kişi namaz kılabilirken, 200.000 kişi de üst katta kılabilmektedir.
Mescitte 27 adet hareketli kubbe mevcut olup, her
biri 9 tonu ahşap olmak üzere 60 ton ağırlığındadır. Eski dört minareye 6 adet
yenisi ilave edilerek minare sayısı 10’a çıkarılmıştır. Yeni minareler 5
şerefeli olup, yüksekliği 104 m.’dir. Her minarede 554 basamak vardır. Minarelerin
ucunda bulunan hilallerin ağırlığı 4200 kg olup, 14 ayar altından Türkiye’de
yapılmıştır. İnşaatta 50.000 ton inşaat çeliği ve 250.000 metreküp beton
kullanılmış olup, hafriyat miktarı 574.000 metreküptür. Mescidin 91 adet kapısı,
140 adet alt katta ve 2400 adet de üst katta olmak üzere toplam 2540 adet penceresi
vardır. İnşaatın tabanında 6.500 adet kolon, normal katta ise, 2.020 adet kolon
bulunmaktadır.
Mescit soğuk su ile soğutulmakta olup, bu su uzunluğu 7.5 km.
uzunluğunda bir tünelle şehir dışından mescide ulaştırılmaktadır. İnşaatta
50.000 adet sun’i granit kullanılmış. Mescitte, çeşitle sureler mermer levhalara,
Türk hattat Ali Hüsrevoğlu tarafından yazılarak, kolondan kolona tüm mescidi
çevrelemektedir.
Her biri 5 m. çapında 2200 kg. ağırlığında bronzdan
yapılmış 68 adet avize vardır. Mescitte ayrıca, 627 adet güvenlik ve naklen yayın
kamerası vardır. Gelecekte üste kat çıkabilmek için kolon filizleri terasta
mevcuttur.
İnşaatta 3750 kişi çalışmış. Maliyeti ise 2.000.000.000 $
olmuş. Haremin (Mescid–i Nebevi’nin) kuzeybatısı ve güneyinde (U) şeklinde 2
katlı ve 10.000 araç kapasiteli otopark bulunmaktadır. Bunun maliyeti ise
1.5000.000.000 $’a çıkmış.
Diğer Sayfalar --> | 1 | 2 | 3
| 4 | 5 |
|