Umreciler / 28.3.98
Gelen hacı sayısının bir iki katı kadar insan, Ramazandan itibaren gelip, bu
deruni iklimden doyasıya istifade etmeğe çalışıyor. Bunlardan Mahbesü'l Cin’de
bulunan ve ara sokaklarda kalan birine misafir oluyoruz. Evler bakımsız ve oturmaya
elverişsiz. Kabe’den de oldukça uzak. 10–15 kişinin kaldığı odalarda yarısı
hediyelik eşyalarla dolmuş. Her katta bir mutfak, bir tüp ve buzdolabı var. Yer
yatakları dışında bir lüksleri yok ama hepsi çok mutlu ve hallerinden hiç
şikayetleri yok. Ancak yetkililer umrecilerin, Türk hacılarının imajına zarar
verdiklerini belirtiyorlar.
Büyükelçimiz Türkekul Kurttekin, kaçak durumda olan
Türklerin, diğer ülkelerin vatandaşları gibi yakalandıklarında sınırdışı
edildiklerini söylüyor.
Cidde Başkonsolosluğu ve Diyanet İşleri
Başkanlığı görevlilerinin, bu yıl 65 bin kişi civarında olacak hacı
adaylarımızın hac farizasını düzenli ve huzur içinde yerine getirmeleri için
aldıkları tedbirlerle sarfettikleri gayretlere rağmen, umre vizesi ile gelip hacc için
kalan vatandaşlarımızın karşılaştıkları zorluklar nedeniyle olumsuz yönde
etkilenebiliyor.
Kurttekin bu hususta şunları söylüyor: “Türk hacı
kafileleri, hac farizasının yerine getirilmesi sırasında gösterdikleri disiplinli ve
düzenli davranışları, temizlik, saygı ve yardımsıverlikleriyle gerek Suudi
makamları, gerekse diğer ülkelerden gelen hacı kafilelerinin her zaman beğenisini
kazanıyor. Umre için gelip olumsuz şartlara maruz kalan vatandaşlarımızın
oluşturacakları görüntü ve karşılaştıkları sorunlar, bu düşüncelere gölge
düşürecek nitelikte oluyor. Bir başka deyişle Türk hacılarının olumlu imajı bu
sebeplerden dolayı zaman zaman zedelendiği düşüncesindeyim.”
M. N. Yılmaz’ın Basın toplantısı
30.3.1998 günü saat 11.de Başkan ile bütün basın
mensupları bir toplantı yapıyoruz.
Hazırladığı metni okumadan önce
herkesle teker teker el sıkışan başkan, başı açık ve kısa kollu bir tişörtle
gelmişti. Metnin okunmasından sonra Kurban vaktini ve girişlerde sağlanan imkanlar
anlatıldı. Hayvanların da hislerinin olduğunu, dolayısıyla kurban kesiminde dikkat
edilmesi gerektiği üzerinde de durdu.
Erbakan’ın da gelip gelmediğini soran gazeteciye, o
sırada zihni hala kurbanla meşgul olan Başkanın, “Bu hayvanları uyuşturarak
getirmek lazım”, demesi uzun süre gülüşmelere sebep oldu.
Daha önce gümrüklerde bakanların hatta kendisinin
bile 6–8 saat beklediğini, bu sene ise yarım saatte geçtiğini ifade etti. Bayan din
görevlilerinin de vazifelendirildiğini belirten Başkan, Umreciler konusunun kendisini
ilgilendirmediğini de izah etti.
Kaset göndermedeki zorluklardan soruyoruz. Bu işin
kendilerinin değil THY Genel Müdürüne ulaşılamadığından kaynaklandığını ve
Ulaştırma Bakanlığının konuyla ilgilenmediğini belirtiyor. Bundan sonra enteresan
fikir yürütmeler oldu. Kimi Maliye, kimi devlet, kimi ise Başbakanlığına bağlı
olduğunu söylüyor. Nihayet Hac Dairesi Başkanı konuyu yakın takibe alacağını vaad
ediyor. İlk defa 1970 yılında bir arkadaşı vasıtasıyla otobüsle buraya gelen
başkan, 15 sefer hacı olmuş.
Başkan, gazetecilerle oldukça rahat konuşuyor. Diyanet
İşleri Başkanından ziyade bir din ataşesi intibaını veriyordu. Hatta kendisi
toplantıya nihayet vermediğinden gazeteci arkadaşlar izin istediler.
Erbakan Mekke’de
Kapatılan Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin
Erbakan da, Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz’in özel davetlisi olarak kutsal
topraklara geldi. THY’den kiralanan özel bir uçakla Cidde’ye gelen Erbakan’la
birlikte eşi Nermin Erbakan’a, oğlu Fatih, kızları Elif Erbakan ve Zeynep Baykoç;
damadı Ahmet Adnan Baykoç, torunları Enes ve Mücahit’le birlikte aralarında FP
milletvekillerinin de bulunduğu 152 kişilik bir kafile eşlik etti. Kafileyi Cidde
Başkonsolosu Uğur Doğan ve FP Milletvekili Rıza Ulucak karşıladı. 26. kez hacı
olacak olan Erbakan, havaalanında yaptığı konuşmada haccın çok müstesna bir ibadet
olduğunu belirterek,”Barış ve huzurun hakim olabilmesi için dua edeceğim.” dedi.
Türkiye’ye tanınan 60 bin kişilik kotanın yeterli olmadığını da vurgulayan
Erbakan, bunun artırılması gerektiğini söyledi. Halen en fazla 5 milyon kişinin hac
görevini yapabildiğini, bunun 10 milyona çıkarılması gerektiğini belirten Erbakan,
konuyla ilgili Türkiye’nin projelerini kral ve diğer Suudi yetkililere bir kez daha
ileteceğini söylüyor.
Başkanla özel randevu / 30.3.98
Zaman Gazetesi’nden arayan arkadaşlar, başkanın
tarikat camileri konusundaki görüşlerini almamızı söyledi. Özel randevuyu kabul
eden başkanı yine ataşeliğin ikinci katındaki toplantı salonunda bizi bekliyor
bulduk. Medyada yeralan haberlere göre Türkiye'de 10 bine yakın tarikat camisi
bulunduğunu ve bunların DİB kontrolü dışında olduğu ileri sürülüyordu. Başkan
bu iddiayı kesinlikle yalanladı ve kontrolü dışında cami bulunmadığını, ancak
şahısların, vakıf veya derneklerin yaptırdığı camilerin bulunduğunu,
kendilerinden imam talep ettiklerini belirtti. Diğer taraftan bütün camilerin diyanete
bağlanmasını yerinde bir karar olacağını, zaten bunun kendi teklifleri olduğunu
söylüyor.
Her isteyenin istediği yerde istediği
şekilde cami yaptırdığını iddia eden Başkan, estetik ve çevre açısından daha
inşaat izni sırasında kendilerinin onayının alınması gerektiğini sözlerine
ekliyor.
Cennet–ül Mualla
Daha önce dışından görüntülediğimiz Cennet–ül
Mualla’nın bu sefer inatla kapısını araştırıp bularak içeriye giriyoruz. Burada,
Hz. Hatice, Hz. İbrahim, Esma bintü Ömer medfun. Yol altındaki tünelden diğer tarafa
geçtiğimizde yine aynı büyüklükteki ve şekildeki ikinci bir mezarlıkla
karşılaşıyoruz.
Burada ise Abdullah bin Zübeyr'in medfun olduğu Arap
polisler tarafından söyleniyor. Daha önce ise Sultan 1. Abdülhamid’in de burada
yattığını öğrenmiştik.
Bu arada mezarlık etrafında toplanan yüzlerce İranlı
kadın, ortada megafonla ezan okuyan ve ilahiler söyleyen bir erkek tarafından
duygulandırılıyor, yaşlı–genç demeden bütün kadınlar akıl almaz ölçüde
ağlıyorlar.
Yabancı yaşayabilir mi? / 30.3.98
Yatsıya zamanında yetişmemize rağmen bırakın
mescidin içinde veya Kabe’nin dış bahçesinde, sokakta bile yer bulamıyoruz En son
sivri bir taşın üzerinde duracak kadar bir yer bularak, namaz kılan o mahşeri
kalabalığı seyre dalıyoruz. Görmeyince insanın inanamayacağı bir tablo. Kadın
erkek karışmış durumda. Herkes zorla bulduğu yerde saf yaparak namaza durmuş. İnsan
haşrin niceliğini çok daha kolay kestirebiliyor. Namazın bitmesiyle beraber bu insan
denizi, Kabe’den dışarı doğru bir insan seline dönüşüyor ve yaklaşık bir saat
sürüyor.
Her zamanki gibi müezzin mahfilinin merdiveni yanında
Mehmet Hoca ile buluşuyor ve otobüs ile evine gidiyoruz.
Burada otobüslerin çoğu iki katlı ancak oldukça eski
ve derme çatma. Şoförler fren ve kornaya aynı anda basıyor. Kabecin önünden yola
çıkış neredeyse yarım saati buluyor. Halbuki buralar trafiğe kapatılıp, bir metro
yapılabilecek özellikte. Birileri sanki hacılar eziyet çeksin diye bu projeleri
gerçekleştirmiyor.
Otobüslerde inecek zili yok. İnmek istediğiniz zaman
üst katta iseniz ayaklarınızı, “tak tak”, zemine, birinci katta iseniz elinizle
sert bir şekilde cama vuruyorsunuz. Ondan sonra otobüs müsait göreceği yerde sizi
bırakıyor. Burada enteresan bir şey var. Bir sürücü sadece kendisine ait olan aracı
kullanabiliyor. Babasına kardeşine, çocuğuna ait arabayı kullanırsa çalıntı
muamelesi yapılarak araba çektiriliyor. Bir yabancının arabası çekildiğinde kendisi
gidip alamıyor. Ancak ve ancak kefili gerekli cezaları ödeyerek alabiliyor. Kefili
bulmak ise ölüm. Yabancıların lüks bir arabaya binmesine tahammülleri yok. Hemen
basıyorlar cezayı.
Geçen sene kaçakların önüne geçelim diyerek
Afrika’dan gelmiş insanları gemilere bindirip göndermişler ancak hiçbir ülke kabul
etmeyince geri getirmek zorunda kalmışlar. Diğer taraftan ise sudan sebeplerle
cezaevine aldıkları yabancılardan, yani kaçaklardan 600 tanesinin öldüğü
söyleniyor.
Hira Dağı / 31.3.1998
Saat sabah 6.00’da Hira Dağı’na, yani Efendimizin
(sav) Risalet öncesi özellikle Ramazan olduğu zannedilen aylarda gidip inzivaya
çekildiği, tefekküre daldığı ve ilk defa, “İkra” emri İlahisine muhatap
olduğu mekana gidiyoruz. Nur Dağında (Cebel–i Nur) bulunan bu kutsal mağaraya
ulaşmak hiç de zannedildiği kadar kolay değil.
Mekke’ye 15–20 km. uzaklıkta bulunan ve tırmananın
her an kayabileceği dik patikalarla çıkılan dağda hiçbir değişiklik yapılmamış
dense yeridir.
Güzellİkler GölgeleNİYOR
Yaklaşık 300 metrelik dikine tırmanış, sabahın ilk
ışıklarıyla daha bir lahuti havaya bürünürken, karşılaştığımız ilk dilenci
ruh dünyamızda hafif bir sarsıntı meydana getiriyor. Neredeyse her 10 metrede bir
karşılaştığımız dilenci ordusu bir süre sonra canımızı sıkmaya başlıyor.
İncik boncuk, çay meşrubat türü şeyler satan işportacılar da çirkin
görüntülerin tuzu biberi oluyor. Tepeye 100 metre kala sahne alan polaroid
fotoğrafçılar ise hadiseye tuz biber ekiyorlar. Türk hacıların ziyaretçi
yoğunluğunu oluşturmasından olsa gerek, genelde Türkçe, “Hacı foto, hacı
sadaka”, seslenişleri arasında zirveye ulaşmaya çalışıyoruz. Toprakla karılık
kayalık zeminin bitip, uzaktan bir kartal başı gibi görünen 30 metrelik sırf
kayalık zirve kısmın başladığı yere oldukça yorgun bir şekilde varıyoruz. Burada
yürümeyi kolaylaştırmak için yapılmış beton merdivenler dikkatimizi çekiyor.
Biraz daha yukarıdaki küçük bir düzlükte gördüğünüz deve bizi şaşırtıyor.
Oldukça yaşlı ve sefil bir görüntüsü olan devenin fotoğrafçılar tarafından
oraya çıkarıldığını öğrenince, üzerine oturup poz veren hacı adaylarına biraz
kızar gibi oluyoruz.
Zirvedeki kirlilik ise bu kutsal mekan
için kabul edilebilir gibi değil. Neredeyse heryer pet şişe ve teneke meşrubat
kutularıyla dolu. Bunlara yer yer yırtık ve kirli kilim parçaları, karton kutular,
tahta parçaları ve ekmek parçaları yoğun olmak üzere yemek artıkları eşlik
ediyor. Etrafta tek bir temizlik görevlisi ve çöp tenekesi de yok. Yemeğini yiyen
artanını olduğu yere bırakıyor, veya yakın bir yere fırlatıyor.
İlk Vahyin Beşiği
Dağın en tepe noktasında bulunan Hira Mağarası’na nihayet
varıyoruz. Efendimiz’e yıllarca kucak açmış, O’nun tefekkürle dolu anlarını
yıllarca kem gözlerden saklamış, “İkra”, emriyle başlayan vahye beşiklik
yapmış bu mukaddes mekanı heyecanla seyrediyor ve görüntülüyoruz. Mağaranın
yamaçları alabildiğine sarp ve dik. Allah muhafaza, dengesini kaybedip düşen bir
kişinin 300 metre aşağıya yuvarlanması ve ölmesi işten bile değil. 30 metrekarelik
bir genişliğe sahip Hira Mağarası, mağaradan çok 6 metrelik bir tünele benziyor.
İki girişi bulunan Hira’nın, oldukça dar ve alçak olan içi bir kişinin ancak
eğilip yürümesine imkan veriyor.
Hacı Adaylarının Aşkı
Tehlikeyi göze alıp mağaraya girmeye çalışan hacı
adaylarının aşkına gıpta ediyoruz, fakat her an bir kişinin yamaçtan aşağı
düşebilecek olması bizi ürpertiyor. Mağaranın iki girişine de yığılmış
Peygamber aşıklarını görüntülemeye çalışıyoruz.
Zirveden 15–20 metre Kabe tarafına inildikten sonra
1–1.5 metre yükseklikte ve yarım metre genişliğinde olan bir mağaradan tepenin
diğer yanına çıkılıyor.
Büyük çoğunluğu Türk, Endonezyalı ve İranlı olan
hacı adayları mağaraya girmek için büyük uğraş veriyorlar. Bu yüzden her iki
kısımda da sıkışıklık yaşanıyor. Bazı hacı adaylarının mağaranın içinde
namaz kılması ise sıkışıklığı daha da artırıyor.
Dua-Salavat Birbirini İzliyor
Mağaraya girme şansını bulamayanlar ve girenler,
mağara çevresine toplanan Müslümanların yaptıkları dua ve salavatlar üfül üfül
esen zirveye ayrı bir manevi hava katıyor. Bin dört yüz küsür yıl öncesini,
Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy getirişini, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in vahyin
ağırlığı karşısında ürperişini ve dağdan inip Hz. Hatice’ye, (r.anha) “Beni
ört”, deyişini gözlerimizin önüne getirmeye çalışıyoruz. Zaman ve mekanın 1400
yıl öncesine gitmesi içimizde tatlı bir ürpertiyle büyüyen sıcak bir heyecanın
yaşanmasına sebep oluyor. “Es salat–u ves selam u aleyke Ya Resulallah,” nidaları
dudaklarınızdan peşi peşine dökülüyor.
Yine namaz, yine yalvarış yine dua ve gözyaşı,
sıcak yavaş yavaş kendisini hissettiriyor. Fakat gelenlerin sayısında azalma yerine
artış oluyor.
Dönüşe geçiyoruz. Ancak ne mümkün. Geliş gidiş
olunca insanlar kenetleniyor. Sonuçta sivri taşlar üstünde cambazlık yaparak
ilerlemek zorunda kalıyoruz.
Dönenler bir kahraman edası ile mutmain. Gidenler ise
ümitli ve heyecanlı. Ayrılması oldukça zor olan bu mekandan ayrılış vakti geliyor.
Dönüş de tıpkı çıkış gibi moralinizi bozuyor. “Bu çevre kirliliği bu dağa,
bu kutsal mekana reva mı?” diye düşünmeden edemiyor, vefasızlığın bu boyutuna
hayıflanmaktan başka bir şey yapamamanın ızdırabını yaşıyoruz.
Batıl inançlar Her Yerde
Bir kayadan bir kaya parçasıyla, parça koparmaya
çalışan bir kadına ne yaptığını sorduğumuzda aldığımız, “Koparttığım
parçayı kaynatıp içeceğim. Çünkü şifa veriyor”, cevabı içimizi titretiyor.
Bir diğer kadının yüzünü düz bir kayaya bastırırcasına sürmesini engellemeye
çalışıyoruz. Dağın tepesinde bulunan birkaç küçük ağacın dallarına bağlanan
bez ve naylon parçaları, batıl inançları ve şirki engellemeye çalışan
Vahhabilerin yaptıklarına bir ölçüde de olsa hak vermemize sebep oluyor. Ayrı bir
sevinç, farklı bir üzüntü ile Mekke’ye dönüyoruz.
1. UMRE / 31.3.1998
Yatsı namazına Kabe’ye gidiyoruz. Yine izdiham, yine
tıklım tıklım mahşeri kalabalık, yine heyecan, yine gözyaşı ve yakarışlar.
Yatsı sonrası foto muhabirimiz Selahattin Sevi’nin
gizlice soktuğu makinayla birkaç kare alıyoruz. Müteakiben Mehmet Bey’e ulaşıyor
ve bir müddet Türk hacılarla muhabbetten sonra Mekke dışında Medine yolu üzerindeki
evine avdet ediyoruz. Ahmet Ramazan Abinin damadı olan Mehmet Hoca oldukça cana yakın
ve sevecen, evi ise tekke gibi işliyor. Çaylı ikramlarına ise hiç diyecek yok.
Evinden tedarik ettiğimiz ihramlarla Mahmut Bey ve ben babalarımız için umre niyetiyle
hazırlanıyoruz. 20 yıldır elektrikçilik yapmakta olan esnaf bir abimiz bizi ve iki
aileyi Mekke’ye bırakıyor. Mekke’ye girişte kontrol olur düşüncesiyle sota,
ıssız yolları tercih ediyoruz ancak kenar mahallelerde bile kontrol noktasıyla
karşılaşıyoruz.
Bereket bizi çevirmiyorlar. Yapılan
kanunsuzluk abinin bizi, yani misafirlerini arabasıyla taşıması. Burada hiçkimsenin,
kim olursa olsun kendi arabasıyla misafir taşıyamayacağını söylüyorlar. Bu misafir
baba, anne veya kardeş olması durumunda da değişmiyor.
Babanı dahi gezdirmek isterseniz, taksi tutmanız
lazım. Onlar ise ne tuttursa alıyorlar. Daha önce 6 Riyala gidilen yerin ücreti Hacc
mevsiminde 100–200’e çıkarılıyor.
Hac sırasında otobüsler de devreden çıkarılınca
ortalık curcunaya dönüyor. Otobüsler evlere şenlik önce bilet satış gişelerinden
bilet alıyorsunuz. Girerken kutuya atıyor ve “yolculuk sonuna kadar muhafaza ediniz”
notu bulunan bir nevi makbuz alıyorsunuz. Bilet yerine para da atabiliyorsunuz.
Şoförler sinirli mi sinirli. Bağırmadıkları bir an
bile yok. Otobüsler genelde iki katlı. Birinci katın merdivenden sonraki kısmı ikinci
bir oda gibi yapılmış ve burada sadece bayanlar oturabiliyor. Erkeklerin girmesi yasak.
Arasıra yanlışlıkla girenler kadınlar ve erkekler tarafından ikaz ediliyor.
Otobüslerden inmek için zile basmanız gerek, ancak zil
bulamayacaksanız, onun yerine insanlar ya ayaklarıyla tabana veya elleriyle tavan yahut
camlara vuruyorlar. Şehir içi taşımacılığının bu kadar döküntü araçlarla ve
ilkel donanımlarla yapılması gerçekten şaşırtıcı. Bu arada Diyanet hacılar için
akşam saat 3’den sabah saat 10’a kadar ring seferleri koymuş. Mesfele bölgesinden
Kabe’ye, Kabe’den bu bölgeye düzenli ring seferleri yapılıyor.
Ancak herhangi bir kuyruğun oluşturulmaması ciddi
izdihamlara sebep oluyor ve bizi derinden üzüyor. Gece saat 1.30’da Umre tavafına
başlıyoruz. İnnaateyna ve bildiğimiz dualar sayesinde Hacerü'l–Esved hizasına
geldiğimizi, yere mermerlerle çizilen çizgi ve mahfillere asılan yeşil ışıktan
anlıyor ve, “Bismillahu Allahu Ekber”, ile selamlıyoruz. Yani kısaca İstilam
ediyoruz.
Yedi sefer tekrarlanan ve arzın Müslüman merkezi
noktasında hüküm süren bu sürekli dönme insanı başka alemlere götürüyor.
Nihayet 7. turu (şavtı) tamamlayıp İbrahim Makamı’nın arka noktalarından birinde
iki rekat namaz kılıyor ve zemzem kuyusuna iniyoruz. Doya doya zemzemi yudumladıktan
sonra cam ile koruma altına alınan zemzem kuyusunun Hz. İbrahim’den bu yana insanlara
nasıl su yetiştirdiğini hayret, hasret ve gıpta ile seyre koyuluyoruz.
2. aşamada Safa ile Merve arasındaki Say bizi
bekliyordu. Niyetle beraber Kabe’yi selamlayıp başlıyoruz. İki yeşil ışık
arasında, “Hervele”, yaparken Hz. Hacer’in anne şefkatiyle nasıl
hüzünlendiğini, nasıl kıvrandığını, susuzluktan ölmek üzere olan çocuğuna
nasıl imdat aradığını, yedi kere yaşıyoruz. Safa’da ve Merve’de yine izdiham
yine heyecan vardı. Yaklaşık 2–3 saat süren tavaf ve say'imizi iki rekat namaz ile
noktalıyor ve eve gitmeye niyetleniyoruz. Ancak ne mümkün. Saat 4’e gelmiş. Hacılar
ise akın akın Kabe’ye akıyordu. Çıkmayı ısrarla deniyoruz ancak mümkün olmuyor.
Derken Teheccüd ezanı okunuyor ve biz de bir fırsatını bularak kendimizi mahfile
atıyoruz.
Gözler uykudan, beden yorgunluktan neredeyse hareketsiz,
kalp ve şuur ise dipdiri ve haz dolu. Kur’an okuyor, namaz kılıyor ve sabahı
bekliyoruz. Derken sabah ezanı okunuyor ve sünnetler eda ediliyor. Akabinde yanık
sesiyle Kabe imamının imametinde namazımızı tekmil ediyoruz. Hemen sonra ise mutat
cenaze namazını kılıyoruz. Bu mübarek beldede neredeyse her namazın akabinde birkaç
cenaze namazı eda ediliyor. Eve ulaşmak istiyoruz. Ancak bu hiç de kolay değil.
Mahfilde merdivenlere ulaşmak için yaklaşık 200 saf geçeceksiniz insan yumağı
haline gelen merdivenleri inecek binlerce insanı sıyırdıktan sonra otobüs durağına
ancak ulaşacaksınız. Yarım saatte bu ameliyeyi gerçekleştirdikten sonra hacıların
hücum ettiği bir servis otobüsüne atılıyoruz. 30 santim yere ayağımızı koyuyor
ve kapanan kapıyla insanlara kenetlenip paketleniyoruz. Eve varınca birbirimizi tıraş
ediyor, gusül ile ihramdan çıkarken ayrı bir mutluluk ve ruhi rahatlık duyarken
yatağın cazibesi artıyor ve ölümün kardeşine teslim oluyoruz.
Milli Görüş Organizasyonu
Kanal 7 Renk Ajans’tan Mesut Gümüş, Türkiye G
azetesi’nden M. Köşker, Mahmut, Selahattin ve ben bir taksi çevirerek Aziziye’ye
gidiyoruz. Maksadımız Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın kiraladığı mekanı
görüp sohbet etmekti.
Bindiğimiz taksinin şoförüyle 15 Riyal’a
anlaşıyoruz. Şoför Türkçe konuşuyordu. Derken tipi ve konuşmasıyla bana
Pakistanlıları hatırlatınca herhangi bir art niyet taşımadan Pakistanlı veya
Bangladeşli olup olmadığını soruyorum. Sen misin soran? Hemen bana sinirli bir
şekilde nereli olduğumu sordu. Ben yine samimi bir şekilde Türkiye’li olduğumu
belirtim. Neresinden diye sorunca, Adıyaman dedim. Önce Kürt müsün dedi. Ben de anne
tarafından Kürt olduğumu söyledim. Tatmin olamayınca çingene misin diye sordu. Bunun
sebebini çok sonra öğreniyorum. Meğer Suudi Arabistan’da Pakistan ve birisine
özellikle bir Suud’a “Bangladeşli misin?” diye sormak en büyük hakaretlerden
birisiymiş.
Biraz sıkıştırınca Mekke Mahkeme reisinin kardeşi
olduğunu öğrendiğimiz ve hiç de taksi şoförüne benzemeyen zat, kimliğini ısrarla
göstererek ne soylu bir aileden olduğunu belirtmeye çalışıyor. Bir çok dil bilen
şoför Trabzonspor’un fanatik bir taraftarı idi. Ancak arkadaşların ortak görüşü
bu kişinin ajan olduğuydu.
Bizi daha önce Milli Görüş’ün eski binalarına
götüren arkadaş, burası olmadığını öğrenince yeni yerinin önünde bırakarak
ayrıldı. Aslında yerin burası olduğunu pek ala biliyordu ancak öğrenmek
istediklerini duymak için anlaşılan zaman kazanmak istemişti.
5 Bin 500 Kişilik Otel
Bu sene 6 bin kişiye yakın hacı getiren Avrupa Milli
Görüş Teşkilatı (AMG), 3 bloktan oluşan büyük bir sitede her türlü imkanı
seferber etmişler. Diyanet İşleri’nin her yaptığının minyatürünü AMG bu
binalarda gerçekleştirmiş. Dikkat çeken en belirgin yanları ise yaş oranının çok
düşük olması ve mali durumu yüksek insanlardan oluşması. Bina altında yapılan
lokantalarda ise, “yok yok”, denecek kadar zengin. Kapıda muhabbet ederken Alman bir
kadının çocuğuyla görüşmesini görüntülemeye ve röportaj yapmaya niyetleniyoruz,
ancak birden ürken bu Müslüman anne görüntü alınmasına razı olmayınca biz de
saygı duyarak vazgeçiyoruz. Çevresinin temizliği ve iç dizaynıyla her türlü
ihtiyaca cevap verecek olan Milli Görüş binalarından Kabe’ye ulaştıran servisiyle
ayrılıyoruz.
Kabe’de çekim yasağı olduğundan ve kameralara el
koyduklarından önce konakladığımız yere niyetleniyoruz ancak aşırı hacı
izdihamı bizleri vazgeçiriyor. Kabe’nin tam karşısındaki kayıp bürosuna
uğrayarak bir kaç dakikalık gizli çekim yaptıktan sonra malzemeleri oraya bırakıyor
ve yatsıyı eda ediyoruz. Sabah Sevr Dağı’na gideceğimiz için malzemeleri alıp eve
avdet ediyor ve gazete için bir gün önce yaptığımız Umre işlerini hac notları
olarak yazıyoruz. Tam bitmişken TGRT muhabiri Faysal bütün muhabirlerin Al–Ajyad
oteline, Başbakan Mesut Yılmaz’ın annesini karşılamaya gittiğini söyledi. Bu
tatsız hadisenin kritiği yapıldıktan sonra tahsis edilen arabayla otele gidiyoruz.
Bizi gören bir kısım medya mensupları cin çarpmışa dönüyor.
Bir müddet sonra Güzide Yılmaz, yanında Diyanet
İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz’la çıkageliyor. Birden 20–30 kişilik medya
ordusuyla karşılaşınca ne yapacağını şaşırıyor. Derken odasına
çıkarılıyor. Bizde içten dıştan otelin görüntüsünü aldıktan sonra
ayrılıyoruz.
Sabah Sevr Dağına gideceğiz, zaten
sabah da çoktan sökmüştü. Ancak bizi götürecek araba geç gelince bu arzu ve
niyetimiz gerçekleşmiyor.
2. UMRE / 2.4.98
Akşam namazını Kabe’de kılmak istiyoruz. Ancak
Beytullah çoktan dolmuş. İnsanlar Hilton’un önündeki caddeye bile taşmıştı. Biz
de Hilton’un içine giriyor. Alış veriş merkezinde Bangladeşli gençlerin serdiği
mukavvaların üzerinde namazı eda ediyoruz.
Ezanın okunmasıyla birlikte bütün dükkanların
kepenkleri iniyor ve namaza duruyorlar. Durmayanların olduğu da gözlenebiliyor. Kepenk
indirmeyenler bir bezle kapatarak bazan arkasında da oturabiliyorlar.
Akşam saat sekizde M. Nuri Yılmaz’ın yemek davetine
katılıyoruz. Ayniyyat mekanı olarak ayrılan binanın teras katında minderlerle yer
sofrasında herkesi mest eden bir servis yapıldığı mükellef bir sofrada
ağırlanıyoruz. Daha sonra eve dönerek ihramlarımızı giyiniyor ve 20 Riyal
verdiğimiz taksiyle 4 kişi Mehmet Beylere ulaşıyoruz. Ev yine misafir dolu, yine
lezzetli ikram yine güleryüz yine o nazik muameleler.
Kurban paralarımızı da vererek 1’e doğru evden
ayrılıyor ihrama girmiş bir şekilde lebbeyklerle otobüse biniyoruz. Kabe’nin
yakınındaki Mahbesül Cin bölgesinde trafik sıkışınca, Saunaya dönen otobüsten
iniyor ve yaya olarak Kabe’ye vasıl oluyoruz.
Kabe’nin, etrafı tavaf yapan insanlardan adım
atılmayacak kadar kalabalık. Arkadaşların da tavsiye etmesi üzerine tavafı en üst
mahfilde yani terasta yapmaya çalışıyoruz. Alt kat mahfillerde bile izdiham
yaşanıyor. Hacer–ül Esved’i öpme Halil İbrahim makamının hemen arkasında namaz
kılma ve tam çizgide durarak birkaç sefer istilam düşüncesi tavaf trafiğini allak
bullak ediyor. İnsanlar birbirine çarpıyor, eziyor, itekliyor bağırıyor
çağırıyor ters ters bakıyor. Kısaca yüzlerce kul hakkı gasbediliyor.
Bu tür işleri yapan sünnet sevabı kazanayım derken
aslında kul hakkını gasbettiği için haram işliyor, ancak kimse bunun farkında ve
umurunda değil.
Terasta tavaf gerçekten rahat ancak mesafe neredeyse
aşağının 3 katı. Yani bir şavt bir kilometre tavaf ise 7 kilometre tutuyor. Üfül
üfül esen maddi ve manevi tertemiz hava içinde tavaflarımızı bitiriyor, zemzemimizi
kana kana içiyor, yüzümüze gözümüze sürüyor ve makamı İbrahim’in arkasına
gelecek şekilde, namazımızı kılıyor, zemzem kuyusunu, Kabe'nin terasını, Altın
Oluk’u, Hicr’i Hacer–ül Esved’i kuşbakışı seyrediyor ve iki rekat şükür
namazımızı eda ediyoruz.
Say için ise orta mahfile inmek zorunda
kalıyoruz. Çünkü terasta ışığa gelen ve ölen binlerce irili ufaklı çekirge
adeta Say mahalini kaplamış bulunuyordu.
Orta katta sütunlar arasında görünen Kabe’yi
selamlayıp niyet ederek şavtlarımıza başlıyor, iki yeşil ışık arasındaki
bölgeyi Hz. Haceri anacak şekilde hervele yaparak yedi sefer geçiyor ve nihayet Say'ı
da bitiriyor ve zemzemle serinlendikten sonra namazımızı şükran hisleri ile dopdolu
olarak eda ediyoruz. Niyetimiz sabah namazını kılıp Cuma’yı beklemekti. Ancak bu
fikrimize dizlerimiz ve ayaklarımız adeta isyan ediyor. Göz kapaklarımız ise
kaldırılamayacak kadar ağırlaşıyor. Daha namaza 1.5 saat varken fikir değiştiriyor
ve dönen Diyanet servislerinden birisiyle Mesfele bölgesine sadece ve sadece biz
taşınıyoruz. Çünkü insan akıntısının yönü Kabe’ydi Hacılar, Müslümanlar
sabah ve teheccüd namazlarını Kabe’de kılmak için gece yarısından itibaren
Beytullah’a koşuyor.
Eve vasıl oluyor birbirimizi tıraş
ediyor, gusül alıyor, ihramdan çıkıyor ve sabah namazını eda ettikten sonra uyku
dünyasına misafir oluyoruz.
Kabe’de Cuma / 3.4.1998
Sürekli uyandırıldığım için akşamki Umrenin
yorgunluğunu üstümden atamadan Cuma namazına gidiyoruz. Fazla talip çıkmayınca yine
servislere geçip Kabe’ye ulaşmayı düşünüyoruz. Üçgen şeklinde yapılmış ve
iç içe çöl kuyusuyla doldurulmuş yaklaşık yarım dönümlük yeri geçmeye
çalışıyoruz. Aman Allah’ım serinlikte, terliklerimizi çıkartıp zevkle üstünde
yürüdüğümüz kum taneleri adeta birer kızgın kurşun olmuş bir taraftan yakıyor
diğer taraftan ışığı akılalmaz şekilde yansıtarak insanın gözlerini kör
edercesine kamaştırıyordu.
Bu yapay çölü geçip durağa bakınca kimseleri
göremedim. Önce bir mana veremedim. Ancak birkaç saniye sonra sebebini anladım.
Çünkü, servisler akşam 15’den sonra ertesi sabah 10.30 kadardı. Hacıların
sıcakta dışarı çıkıp beyin kanaması gibi sıcakla bağlantılı istenmeyen
durumlara meydan vermemek için DİB bu önlemi almıştı.
Cuma günü özellikle Cuma saatlerinde şehirde hareket
duruyor kepenkler iniyor veya bezle önleri alışveriş yapılamayacak şekilde
kapatılıyor. Kabe’ye gitmek iki riyal. Bende ise bozuk para yok. Bütün para verince
de şoförler hakaret kabul ediyorlar. Bir ara Mahmut Bey 50 Riyal verince şoför
hakaretvari kendisine doğru parayı fırlatmıştı. Bütün bunları düşündüğümde,
“Tabana kuvvet”, diyerek bütün bu yakışıksız hadiselere meydan vermeden,
istikamet Kabe diyerek yola koyuluyoruz. İnanılacak gibi gelmiyor ama, o hergün
yürüdüğümüz yol bitecek gibi değil. Güneş yeryüzüne çok yaklaşmış gibi
kavuruyor, yer ise alttan bir soba gibi ısıtıyordu.
Beytullah’a giremeyeceğimi daha otellere varmadan
hacıların yola serip üzerine oturdukları seccadelerinden anlıyorum. Başıma örtüp
güneşten korunmaya çalıştığım puşiyi güya seccade yapıp üzerinde namaz
kılacaktım. Ancak sıcaktan bu mümkün görünmüyordu. Allah niyyete binaen yardım
göndermiş olacak ki Pakistanlı veya Bangladeşli bir esnafın serdiği naylon iplerden
örülmüş hasır üzerinde kendime bir yer buluyorum. Fakat oturduktan birkaç saniye
sonra yerin sıcaklığı güneşin ışınlarıyla birleşince her tarafı adeta
görünmez bir yangın sarmıştı. Zaman zaman esen meltem ise yüzümüzü alev gibi
yalayarak geçiyor ve yine bunaltıcı sıcağa yerini bırakıyor.
Saniyeler geçmek bilmiyor. Cadde ortasında yer
bulabildiğim için oturduğum asfalt oldukça ısınmıştı ve kendisini her yönüyle
hissettiriyordu.
Derken iç ezan okunuyor ve hutbeye başlanıyor. O
kavurucu sıcak altında, Arapça’yı da tam olarak anlayamadığımdan sıkıntı had
safhaya ulaşıyor. Bir ara hatip susunca bitirecek diye seviniyorum. Ancak ne gezer imam
en az yirmi dakika daha konuşuyor ve yaklaşık kırk beş dakikada tamamlıyor
hutbesini. Kabe imamının lahuti sesiyle namaz başlayınca ruhumda tarifi imkansız bir
sürur hissediyorum. Neşe mutluluk esmeye başlıyor. Ve selam verildiğinde çekilen
bunaltı ve sıkıntı, mutmain olmuş bir kalp huzuruna yerini bırakıyor. Evet
milyonların aynı anda divana durduğu bu Allah’ın evinde Cuma namazını eda
edebilmek, velev ki uzağında kavurucu güneş altında ve yol ortasında bile olsa,
apayrı bir haz veriyor insana.
Bütün Müslümanların yöneldiği merkezi noktada ve
Beytullah olarak vasıflanan bu mekanda bulunmak, namaz kılmak, hele hele Cuma namazını
eda etmek herşeye değer doğrusu.
Sığınak Dağ: Sevr / 4.3.1998
Daha önce arabanın gecikmesinden dolayı
çıkamadığımız Sevr Dağı’na bir an önce çıkmanın heyecanıyla beraber akşam
yaptığımız teras tavafından sonra hazırlıklarımızı bitirip dinlenmeye
çekiliyoruz.
Sabah saat 06’da hareket ederek Mekke’den 4 kilometre
uzaklıktaki Sevr Dağı’nın eteklerine geliyoruz. Daha önceki gece diğer medya
mensupları 26. kez hacca gelen Necmettin Erbakan’ı karşıladıklarından sadece
Türkiye, Akit, Zaman ve CHA temsilcileri olarak çıktık. Saat 6.15’de Sevr’in
eteklerine ulaştığımızda Nur Dağı ile kıyaslanmayacak kadar yüksek ve sarp
olduğunu görüyoruz. Ve tırmanışa geçiyoruz. Akşamdan da yorulmuş olduğumuzdan
oldukça zorlanıyoruz. Yollar, verilen sadaka karşılığı basamak yapan Bangladeşli
işçiler tarafından düzenli bir hale getirilmişti.
Çoğunu Afganlıların oluşturduğu yolda
karşılaştığımız hacıların performanslarını hala muhafaza ettiklerini gördük.
Bir çoğu ile konuşup, görüntülerini alıyoruz. Genelde Peştun olan bu hacılar,
vazifesini eda etmenin belirtileri ile pırıl pırıldılar. Hava fazla sıcak değil
ancak biz terden sırılsıklam bir vaziyette tırmanmaya devam ederken 70–80
yaşındaki ihtiyar ve ihtiyarelerin tırmanma azmi ve aşkı karşısında kendimizden
utanıyoruz.
Sevr yollarında Haci Kemal Abi
Burada da Hira’da olduğu gibi ilk gelenler biz değildik.
Sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan dağın yamaçları tepeye tırmanmaya çalışan
hacı adayları ile dolu idi.
Kaya ve toprağın kısmen biçimlendirilip
merdivenleştirdiği patika bir yola sahip olan Sevr’e tırmanışımız oldukça zorlu
geçiyor. Tırmanış sırasında rastladığımız 60–70 yaşlarında yaşlı teyze ve
amcaların gayreti yorgunluk hissimizi bir ölçüde de olsa hafifletiyor.
Çıkışta rastladığımız Orta Asyalı kadınlı
erkekli bir gruba selam veriyoruz. Alıyorlar. Nereli olduğumuzu soruyorlar. Türkiyeli
olduğumuzu söyleyince yüzleri gülüyor. “Siz Kazakistanlı mısınız?”, diye
sorunca Tacik olduklarını ifade ediyorlar. Daha sonra isminin Zeylonov Sadıkcan
olduğunu öğreneceğimiz şahsın. “Hacı Kemalettin Ata’yı bilir misiniz?”
sorusunu önce şaşkınlıkla karşılıyoruz. “Acaba o mu?” diye... Doğrulatmak
için, “Hacı Kemal Abi mi, hani şu ak sakalları olan..”, sorusunu yöneltiyoruz.
Zeylonov Sadıkcan’ın yüzü gülüyor ve dudaklarından, “O bizim de atamızdır.
Biz onu çok severiz”, sözleri dökülüyor. 41 yaşındaki Sadıkcan’ın şahsında
Hacı Kemal Abi ile Sevr Dağı eteklerinde karşılaşmak bizi çok şaşırtıyor ve
sevindiriyor. Bitmeyen azmi ve enerjisiyle şu an diğer birçok ihtiyar amca gibi
Sevr’i tırmanmaya çalıştığını hisseder gibi oluyoruz. Rabbim rahmet eylesin
diyerek ruhuna Fatiha hediye ediyoruz. süslüyoruz.
Genç olmamıza rağmen birkaç kez mola vererek bir
saati aşkın bir sürede dağın tepesine varmayı başarıyoruz. Sabahın ilk
ışıklarının ısıtmaya başladığı kayaların tepesinden çevreyi süzüyoruz.
Uzakta Hilton Oteli’nin gölgesinde kalan Kabe’yi
gözlerimizle tespit edip kıblemizi sabitliyoruz. Olduğumuz yerden hafif sağa doğru
dönünce kardeş Hira Dağı bizi selamlıyor. Biraz daha sağ dönünce Müzdelife ve
Mina gözlerimizin önüne geliyor. Hacılara gölgelik yapacak binlerce çadırı tahmini
olarak hesaplamaya çalışıyoruz. Oldukça yüksek olan Sevr Dağı’ndan Mekke ve
civarını kuşbakışı seyredebiliyoruz. Bu özelliği Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in
hicreti sırasında niçin Sevr’i seçtiği hakkında bize bilgi veriyor. Bizi
kucaklayan sabah meltemi ve Mekke’nin kuşbakışı görünüşünün oluşturduğu
tablonun cazibesini gözümüze ilişen bembeyaz bir güvercin tamamlıyor.
Sahte Sevr Mağarası
Bu kadar yüksekte güvercinin ne işi var diye
düşünürken onun yalnız olmadığını fark ediyoruz. Birbirlerine kur yapan
güvercinler, aklınıza mucizeyi getiriyor. 100 metrekarelik dört daire genişliğinde
olan dağın tepesi engebeli bir yapıya sahip ve oldukça büyük kayalarla dolu. Sevr
Mağarası’nı göstermesini istediğimiz rehberimiz, bizi bu büyük kayalardan birinin
yanına götürüyor. Rehberimiz önünde baraka şeklinde bir kantinin yapıldığı ve
üzerinde Sevr yazan, altında bir insanın eğilerek zorlukla geçebileceği 3 metrelik
bir boşluk bulunan büyük bir kaya parçasını işaret ediyor. “Sevr mağarası bu
mu?”, diye sorduğumuzda bunun sahtesi olduğunu, hakiki Sevr Mağarası’nın 10 metre
ileride çıkışın tam ters istikametindeki yamacın başladığı yerde olduğunu
söylüyor. Sahte Sevr’in resimlerini çekerek hakikisine yöneliyoruz.
Bu arada tırmanmanın zorluğunu hiçe sayan
Müslümanlar dağın zirvesini doldurmaya başlıyorlar. Kalabalık her ihtimale karşı
her iki mağarayı da ziyaret ediyor. Asıl Sevr’e yanaşıyoruz. Peygamber Efendimiz
(sav) ve Hz. Ebu Bekir’i 3 gün bağrında saklayan, kapısında örümceklerin ağ
gerdiği, önüne güvercinlerin yuva yaptıkları mukaddes mağaranın bu kadar
yakınında olmakla ister istemez heyecanlanıyoruz.
Daha önce örümcek ağlarıyla örülen Sevr
Mağarası’nın kapısının bu sefer insanlar tarafından taşlarla kapatılmış
olduğunu görünce heyecanımız şaşkınlığa dönüşüyor. Niçin, sorusuna farklı
cevaplar alıyorsunuz. “Yamaca açılan çıkıştan hacı adayları düşmesin diye”,
cevabı tatmin etmese de en makul olanı geliyor. Sevr Mağarası aslında bir mağara
değil. Büyük bir kaya parçasının altında üç çıkışı bulunan iki insanın yan
yana eğilerek zorlukla geçtiği 3–4 metrelik çatlak da denebilecek bir oyuk.
Örümceğin ağ gerdiği yer bugün taşlarla örülmüş vaziyette. Diğer oyuğun
zamanla ve hacı adaylarının da gayretleriyle oluştuğu tahmin ediliyor.
Hira’daki yığılmaya karşılık, buradaki
Müslümanlar Sevr’in içinden geçmek için düzenli kuyruklar oluşturuyor. Sırayla
içeri giren hacı adayını çıkış noktasında şipşak fotoğrafçılar
karşılıyor.
Kafasını dar yerden geçirip çıkmaya çalışanla,
şipşakçının fiyat pazarlığı komik bir manzara arz ediyor. 10 riyalden açılan
kapı genelde 8 riyale bağlanıyor. Fotoğrafı çekilen hacı adayı, kafası yarı
dışarıda olarak fotoğrafı gelene kadar içeride bekliyor. Aldıktan sonra dışarı
çıkıyor. Kuyruk mesafesine göre bu sahne durmadan tekrarlanıp gidiyor. Çıkan bir
hacı adayı kameramı fotoğraf makinası zannetmiş olacak ki, eliyle beş riyal
işareti yaparak, “Bak fazlasını vermem”, deyince gülmekten kendimizi alamıyoruz.
Sevr Daha İyi Durumda
Sevr’de de, başta pet şişeler olmak üzere çevre
kirliliği dikkatimizi çekiyor. Ancak bu kirlilik Hira Dağı’ndaki kadar yoğun
değil. Sevr’in dilencileri ise daha onurlu. Sizden direkt para istemek yerine,
merdivenleştirdikleri çıkış yolu karşılığında, yere serdikleri mendillerin
üzerine para atmanızı bekliyorlar. Sevr’de poz malzemesi olarak kullanılan deve
Hira’dakine nispetle daha genç, daha dinç ve daha güzel. En tepe noktadaki kayalardan
birini biraz düzelterek, biraz da betonlayarak oluşturulan küçük düzlükte şükrü
ifa etmeyi düşünüyoruz. Kabe göründüğü için kıble tayini zor olmuyor. Tam
zirvede iki rekat namaz kılıyoruz. Uzaktan Hira Mağarasının bulunduğu Nur
Dağı’nı ve Haremi Şerifin çekimlerini yapıyoruz.
Namaz sonrası Türklerden oluşan bir kafilenin
yaptığı duaya biz de iştirak ediyoruz.
Arayı Arayı Bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak Nasib eylerse görsem yüzünü
Ya Muhammed canım Arzular seni.
Bu tür şiirler Sevr dağında bir başka duygu yüklü
mana ifade ediyor. Gençler coştukça yerli yabancı hacılar etrafını sarıyor ve
cezbeye kapılıyorlar. Mısraların içinde, “Muhammed,” isminin geçmesi ilahileri
güzelleştirmeye, yabancıların da halkaya dahil olmalarına yetiyor. Derken ilahiler
yerini duaya, yani yakarışa bırakınca duygulu atmosfer bulutlanarak bereketli
yaşların gözyaşlarından sağanak sağanak yağmasını netice veriyor. Yerli yabancı
herkes hıçkırıklarla ağlıyor. En zor anında Peygamberi, alemlerin yüzü suyu
hürmetine yaratıldığı, kainata rahmet olarak gönderilen sevgiliyi bağrına basmış
bu dağ gazyaşlarıyla ıslanıyor.
Dağın tepesine tırmanmayı başarmış, en az 70
yaşında ağzında tek dişi kalmamış Tacik ihtiyar ninenin yanaklarından süzülen
gözyaşlarına biz de salavatlarla eşlik ediyoruz. Efendimiz’in sevgisi olmadan bu
ızdırabın çekilmesini ifade etmenin zorluğu ortada. Dönüşte gittikçe artan
sıcaklık kendisini hissettirirken, tırmananlar dağın eteğinden zirvesine doğru
kıvrılarak akan beyaz bir dere görüntüsü veriyordu.
O günden bu yana Efendimiz’in izlerini yakalamak,
nefesini koklamak, çektiği eza ve cefayı az da olsa hissedebilmek için Hacılar her
ay, her gün bu yüzlerce metrelik dik, kayalık yolu kavurucu sıcak altında tırmanarak
Efendimiz’in hoşnutluğunu aramaktalar. Dönerken 3 aylık kız çocuğuyla
Londra’dan gelip tırmanan aileyi görünce bir arkadaşımız, “Bu da bir şey
mi?”, diyerek daha önce gelişte bu noktalarda babasını sırtlayıp tırmanan bir
gençten bahsediyor.
Müslümanlar adeta bir an önce zirveye
çıkmak için yarışıyorlardı. Neredeyse bütün hacılar Türkiye ile yakından
ilgileniyorlar. Rastladığımız Pakistan asıllı İngiliz Müslümanlarla Türkiye
üzerinde detaylı bir sohbet yapıyoruz. Çıkıştan daha kolay olan inişi, gelenlerle
selamlaşarak, dua ve salavatlarla bitirip,
’a çıkma heyecanının artık sokaklara taştığı
kutlu belde Mekke’ye dönüyoruz. Dağdan ayrılırken adeta bir parçamızın orada
kaldığını hissediyor ve gerçek Kudret Sahibi’ne bu imkanı verdiği için
hamdediyoruz.
Diğer Sayfalar --> | 1 | 2 | 3
| 4 | 5 |
|