BİR GAZETECİNİN HAC REHBERİ-1
.Nevzat Bayhan

Önsöz

Herkesin hayat
ında hiç unutamayacağı anları, anıları vardır. Zaman zaman ahların, eyvahların, irkilmelerin acıların, pişmanlıkların kaynağı bazen de ohların, sevinçlerin, iştiyakların membaı olur hatıralar.

Hele bu hatıra, “Bir daha yaşayabilir miyim, bir daha nasip olur mu?”, arzu ve isteğini sürekli uyarıyorsa .. Bir de bu hatıra sadece dünyayla bağımlı kalmayıp, ahireti de içine alacak geniş periyotlu bir ameli, eylemi çağrıştırıyorsa o zaman artık bu hatırlama bir ibadet neşvesi içinde icra edilir.

Her şey hayal ederdim de bir basın mensubu olarak o kutsal topraklara gideceğimi hiç düşünmezdim. Bazan Çağrı filmini veya Samanyolu Televizyonunun zaman zaman Kabe’den canlı olarak verdiği teravihleri izlerken derinden bir iç geçirir, “Acaba ne zaman nasip olacak”, diye derin düşüncelere dalardım. Her Müslüman’ın iştiyakı gibi ben de hacı olmayı hayal eder, bu hayallerle geçici olarak avunmaya çalışırdım.

Bu rüyalardan sıyrıldığımda da, “Hele bir yaş kemale ersin, çoluk çocuk büyüyüp kendi ayakları üzerinde duracak hale gelsin, işimizi rayına koyup şu maddi sıkıntılardan kurtulalım, ondan sonra «Allah Kerim»” diyordum. Bu sene Hacca Gidecekler arasında ismim zikredilince doğrusu inanasım gelmedi. “Her umur–u hayriyenin çok muzır manileri bulunur”, düşüncesiyle “Muhakkak bir pürüz çıkar. Bu hayırlı ve hasretle istediğim iş olmaz”, diye aklımdan geçiriyordum. Dolayısıyla her zamankinden çok daha fazla ve farklı bir heyecan içindeydim. Hatta ihram ve benzeri ihtiyaçları bile son ana kadar almamıştım.

“Takdir–i Hüda Kuvve–i bazu ile dönmez”, derler ve gerçekten öyle oldu. Bütün şartlar nâmüsait olmasına rağmen her şey aleyhten lehimize döndü ve Müslüman olmanın şartını Cenab–ı Hakk’ın izniyle ifa etme lütfuna nail oldum.

Gezerken acizane kafamda geçen alternatifleri de ekleyerek, bu güzel anıları sizinle paylaşmak istedim. Daha önce gittiyseniz hatıralarınızı tazelemeyi, gidememişseniz hem giderken bir hazırlık hem de oraların havasını sizlere yansıtmayı arzu ettim.

Esere başlarken muhterem Hocam M.Fethullah Gülen'in duygularımıza tercüman olan Hacc ile alakalı bir yazısını sizlerle paylaşmak istedim.

Bu eserin hazırlanmasında önemli katkıları bulunan Mahmut çebi, Hayri Gül, Selahattin Sevi, Hakan Kaçak, Sinan Baba ve katkılarının yanında teknik çalışmaları da yapan Selim Çoraklı'ya teşekkürü bir borç biliyorum.

Allah(cc) ihlas ve samimiyetten ayırmasın.

Nevzat BAYHAN


HACC

Hacc; kasdetme ve yönelme mânâlarına gelir. Ancak onu, mutlak kasd ve mücerret yöneliş mânâlarına hamletmek de doğru değildir. Hacc, hususi bir zaman diliminde, hususi bir kısım yerleri, yine bir kısım hususi usûllerle ziyaret etmeye denir ki; senenin belli günlerinde, hacc niyetiyle ihrama girip, Arafat’ta vakfede bulunmak ve Kâbe’yi tavaf etmekten ibaret say
ılmıştır. İhram haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.

Her sene, dünyanın dört bir yanından yüzbinlerce insan, “Beytullah”a teveccüh edip, mübârek bir zaman dilimi içinde, Sahib–i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları... hususi bir kısım usullerle ziyaret eder.. vazifelerini yerine getirir ve günahlarından arınırlar –ki böyle bir vazife “Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe’yi tavaf etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır”– fermânıyla, İslâm’ın beş esasından biri olarak gücü yeten herkese farz kılınmıştır.

Hac, müslümanlar arasında içtimai birliği tesis ve tecelli ettiren öyle büyük ve öyle şümullü bir islâm şiârıdır ki, onun enginlik ve vüs”atini, küre–i arz üzerinde bir başka mekân ve bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin mânâ ve kudsiyetiyle, tâ Hz. Adem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrahim’le bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp imar edilen, Millet–i İbrahimiye ile irtibatlı, Hakikat–ı Ahmediye’nin amânın bağrında eşi, Nur–u Muhammedi aleyhisselâmın dölyatağı ve bütün semâvi dinlerin kıblegâhı, eşsiz öyle bir tevhid ocağıdır ki, bu hususiyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur.

Her yıl, yüzbinlerce insan, Allah’a karşı kulluk sorumluluklarını yerine getirmek için, Hakk’a en yakın olacakları bir zaman diliminde, bir zirve mekanda, eda edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını, düşüncelerini soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır.. birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır.. içtimâi, iktisâdi, idâri ve siyâsi işlerini, her yanıyla Hakk’a kulluğu çağrıştıran bir idabet zemininde, kalplerin rikkati, duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde, bir kere daha gözden geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim, yepyeni bir şevkle ülkelerine dönerler.

Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması mülahazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan, ayrı bir mânâ âlemine açılıyor gibi yola revan olur ve geçeceğimiz yollara sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların mehâbeti içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında, daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini duymaya başlarız. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında, otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı ve pazarda hep o sımsıcak meltemlerin tesirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar alışmış ve ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına göre, saatler, günler ve haftalar süren bu mavi, bu ruhâni, bu âhenkli, bu vâridatlı yolculuktan bir kûrbet, bir vuslat, bir güzellik, bir şiir hatta bir romantizm banyosu ala ala, ruhlarımıza, asıl kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itmi’nân arzusuyla şahlandırmış ve hususi bir âlemin namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir kapının önünde sanırız. Bu kudsi yolculuk ve yol mülahazası, her zaman his dünyamıza öyle esbab üstü bir duyuş ve bir seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkabe ve muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, âdeta kendimizi âhiretin koridorlarında yürüyormuşcasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.

Kâbe; bakış zâviyesini iyi belirlemiş olanlara göre, boynu ötelere uzanmış, bir bize, bir de sonsuzluğa bakan; yer yer sevinen, zaman zaman da kederlenen için için bir hâli olduğu hissini uyarır. Binlerce ve binlerce senenin tecrübe, vakar ve ciddiyetini taşıyan ve daha çok da bir insan yüzüne benzeteceğimiz onun dış cephesini görünce, edâsı ve endâmıyla bize birşeyler anlatmak istediğini, harimini açıp bize;

“Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl–i veâ gördüm”, dedi
ğini duyar gibi oluruz.

Kâbe; konumu itibariyle, evimizin en mutenâ köşesinde, en hâkim bir sedir üzerinde oturup evlatlarının, torunlarının neşelerini paylaşan, elemlerini ruhunda yaşayan bir anne görünümündedir. Bulunduğu yerden çevresini temâşâ eder; yer yer acılarla burkulur, zaman zaman da inşirahla çevresine tebessümler yağdırır. İnsan, beldelerin anasına yaslanış bu binaların anası çevresinde dönmeye başlayınca şefkatle kucaklandığını, sevgiyle koklandığını duyar gibi olur. Tavafta hemen herkes kendini, annesinin elinden sımsıkı tutmuş koşan bir çocuk gibi hafif, güvenli ve şevkli hisseder. Evet insan, on binler ve yüzbinler içinde, uhrevi düşüncelerle coşmuş onun etrafında pervaz ederek, âdeta Allah’a doğru yürüyormuşcasına şevk u tarâbla coşar ve kendinden geçer. Vücutlarının yarısından çoğu açık, urbaları omzularında “Remel” yapıp zıplayarak yürürken her zaman telaşlı, endişeli; fakat bir o kadar da ümitli ve çelikçavak bir yol alışın heyecanını yaşarlar. Dünya hesabına bu salınmışlık, bu rahatlık ve romantizm, mübarek evin çevresindekilere tarifi imkansız büyülü bir derinlik, bir hayal ve bir melâl aşılar. İnsan, o uhrevi kalabalığın ukbâ buudlu görüntüsü karşısında, daha tavafa girmeden o ilâhi harimin müzevi sükut ve şiirini duyar gibi olur. Her zaman kendini Kâbe’nin çevresinde bu dönme büyüsüne kaptıran derin ruhlar, dönerken kimbilir, ne mahrem kapıların önünden geçer.. ne bilinmez tokmaklara dokunur ve ne sihirli panjurlar aralarlar ötelere.! Öyle ki, bu eski fakat eskimemiş binanın çevresinde, her an yepyeni duygularla coşup dönerken, tahayyüllerimizde açılan menfezlerden gönüllerimize akan vâridâta, sinelerimizde çakan ışıklara ve ruhlarımızı uçuran sırra şaşarız. Her adım atışımızda, sırlı bir kapı açılacakmış da, bizi içeriye çağıracaklarmış gibi bir hisle hareket ederek, keyfiyetini bilemediğimiz bir zevke doğru kaydığımızı sanır ve kalbimizin heyecanla attığını hissederiz. O esnâda bulunduğumuz yerden, Kâbe’nin gönüllerimize sinmiş olanca büyüklüğünün, derinliğinin, büyüsünün canlanıp, köpürdüğünü tepeden tırnağa her yanımızda duyar ve ürpeririz.

Bu mülahazaları bazen, bir kısım gerçek sebeplere dayandırarak izah etmek mümkün olsa da, çok defa kriterlerimizi, takdirlerimizi aşan vâridat ve sunühat karşısında sessiz kalırız. Zira Kâbe ve çevresi, maddi şartları ve dış aksesuarı itibâriyle birşeyler ifade etse de, muhtevası kapalı, manaları buğulu, üslubu da uhrevi olduğundan herkes onun anlattıklarını anlamayabilir. Oysa ki, avam–havas, cahil–âlim, genç–yetişkin herkesin mutlaka ondan anladığı ama çok defa ifade edemediği bir sürü şey vardır.

Kâbe, hepimizde ürperti hâsıl eden mehip dağ ve tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir nilüfere benzemesinin yanında, içinde varlığın esrarını taşıyan bir sır fanusu, Sidretü’l–Müntehâ’nın izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin üsâresinden meydana gelmiş bir kristâl gibidir. İnsan o sır fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü sürece, akıp dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler hissettiği gibi, zaman zaman da, Siretü’l–Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri de temâşâ eder.

Evet, hemen herkes, onun harimine sığınır–sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce enginliğinde daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb–ı Hakk’ın matmah–ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne, içlerine açılan bir kısım sırlı kaplardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş, bu mânâ ve bu ruh ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmi hayat ve tastamam bir ihlas ve yakîn birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların hissesi kalıpların çerçevesine bağlı kalacaktır.

Kâbe’deki bu derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen herşey, diğer zamanlarda olduğunun üstünde, hacc duygusuyla renklerince, bir başka ihtişam, bir başka mehâbetle tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir helezonla, vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir câzibeyle gider Ma’buduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun edâ ettiği tavaf namazı aynı şükür secdesi, içtiği zemzem de cennet kevseri veya vuslat şarabı olur.

Kâbe’nin çevresindeki tavafı, tasavvufi ifadesiyle, daha çok, mübarek bir duygu, bir düşünce etrafında ve kendi içimizde derinleşme hedefli bir seyahatin ifadesi sayılan “Seyri fillâh”a benzetecek olursak, sa’y mahallindeki gelip–gitmeleri, halktan Hakk’a, Hakk’tan da halka uruc ve nüzulün ünvanı olan “Seyr ilallah”, “Seyr minallah” mânâlarıyla yorumlamak muvafık olur zannederim. Evet, Safâ–Merve arasındaki gelip–gitmelerde işte böyle bir mülâhaza ve bu mülâhazadan kaynaklanan bir derin his ve arzu tufânı yaşanır.

İnsan mes’âda (sa’y mahalli) hep bir koşup aramanın, bir medet dileme ve imdat etmenin kültürünü, şiirini, musıikisini, vuslat ve “dâussıla”sını yaşar. Orada önemli bir şeyin peşine düşülmüş gibi, takipler aralıksız devam eder. Aranan şey zuhur edeceği âna kadar da gelip–gitmeler sürer durur. O yolda rastlanılan her iz ve emâre insanın heyecanını bir kat daha artırır.. ve sineler:

“Bak şu gedânın haline
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına

Bandıkça bandım bir su ver”, (Gedâi) der ve Kâbe’nin çevresinde olduğu gibi hem koşar, hem de içine matkaplar salarak, Beytullah’ın çevresindeki enfüsi derinleşmeye mukabil, burada, bir hat–ı müstakim üzerinde gelip–gitmeler, peygamberâne his ve duygularla, başkaları için yaşama, başkaları için gülme ve ağlama, hatta başkaları uğrunda ölme cehdiyle gerilir... telaşlı fakat hesaplı, endişeli ama ümitli; semanın altın ışıkları altında, hacc mevsiminin mavimtrak saatleri içinde; yeni bir vuslatın heyecanı ve henüz aradığını tam bulamamış olmanın tehassürüyle gelir–gider, koşar, âheste yürür, tepeye tırmanır, oradan aşağı iner ve yolda olmanın bütün kararsızlıklarıyla çırpınır durur. Bazen, mes’âada koşan insanların, daha çok bir nehrin akışına benzeyen çağıltılarına karışarak, karışıp bir koro şivesiyle hislerini dile getirerek... bazen de hiçbir şey ve hiçbir kimse görmüyor olma ruh hâletiyle, tek başına sa’y ediyormuşcasına, gözünde Hz. Hacer’in silueti, elinde gönlü kâsesi ve dilinde,

“İste peykânın gönlü hecrinde, şevkim sâkin et,
Susuzum bir kez bu sahrada benim’çün âre su!

....................

Bim–i düzah nar–ı gam salmış dil–i suzânıma.

Var ümidim ebr–i ihsanın sepe ol nâare su.”(Fuzuli) sözleri, göklerden gelip alevlerini söndürecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan kendi ateşiyle beraber, intizarın bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur. Bazen mes’âada, ötelerden kopup gelen bir meltemin serinliği duyulsa da, genelde orada hep şevk buudlu bir hüzün, ümit ve recâ televvünlü bir aşk ızdırabı yaşanır.

Mes’âda çok defa, hakikatler hayale karışır ve çevredeki insanlar bazen sükutun derinliğiyle, bazen de çığlık çığlık hıçkırışlarıyla, kâh mizâna sürükleniyor gibi, kâh kevsere koşuyor gibi zevk ve tasa ikilisiyle yer yer yutkunur, zaman zaman da rahat bir nefes alır.. ve geliş–gidişlerine, iniş–çıkışlarına devam ederler. Orada saat ve dakikalar o kadar nazlıdırlar ki, mutlaka iltifat ve alâka isterler. Yoksa, hiç var olmamışlar gibi iz bırakmadan eriyip giderler.

Günler bayrama doğru kaydıkça, metaf, zemzem ve mes’âa gizli bir gurbet ve hasret duygusuyla lacivretleşir... Kâbe, bize araladığı pencerelerin panjurlarını yavaş yavaş indirir.. ve her hadise ile fâniliğini anlayan insan, buradan geçme zamanı geldiğinde ayrılması icap ettiği gibi, bir gün mutlaka dünyadan da ayrılacağını düşünür ve kendi içine, kendi hususi dünyasına çekilerek âdeta bir ruhi inzivaya bürünür.

Ama henüz herşey bitmemiştir; Hakk’a yürüyen bu insanları bekleyen hâlâ upuzun bir yolculuk var. İnanılmaz tılsımı ve başdöndüren füsunuyla güzergâhı kesmiş duran “Mina” onları bekliyor.. gök kapılarının gıcırtılarının duyulduğu “arafat” onları gözlüyor.. “Müzdelife”, onlara mini bir şeb–i arus yaşatmadan salıvereceğe benzemiyor.. daha ileride teslimiyetlerini soluklayıp akl–ı meâşlarını taşa tutacakları yerler gelecek ve Allah’a nefislerinin fidyelerini sunup, kendi duygu dünyalarında beraatlerinin bayramını yaşayacak; sonra da, Kâbe’de, kâbe–i kalplerine yönelerek, Hakk’tan yine Hakk’a, uruc ve nüzullerini noktalayarak “Fenâ fillâh” ve “ Beka billâh” tedaillerinin ilhamlarıyla talihlerine tebessüm yağacaklar. Postunu fedakârlık iklimine sermiş bulunan Mina, o büyüleyen parıltısıyla, şiirini tâ Müzdelife’nin tepelerine duyurur.. onun içine girmek ister.. hatta onu aşarak ötelerdeki Arafat’ı selamlar.. selamlar ve yirmidört saatlik misafirine referans verir.. ve bir günlük konuklarının Arafat’a emanet eder.

Bence Mina, fedâkârlıkla şefkatin emre itaatindeki inceliği kavramakla muhabbetin tüllendiği arzda semâvi bir kuşak ve sımsıcak bir kucaktır. Mina adeta bir teslimiyet kovanı ve bir hasbilik yuvası gibidir. Eski hali itibariyle tamamen, şimdiki durumuyle de kısmen hemen herkesin evsiz barksız, yurtsuz–yuvasız birkaç günlüğüne ikamet ettiği Minâ, öyle sabırlı bir yerdir ki, ukbâya bütün bütün kapalı olmayan her gönül o dağlar ve vadiler arasındaki âramgâhta neler hisseder neler..! Bizler Mina’yı, her yanıyla rumuzla öyle kaynaşmış öyle bütünleşmiş buluruz ki; onun, âdeta kalbimizde attığını, damarlarımızda attığını ve asabımızda yaşadığını duyar gibi oluruz öyleki ordu daha adım atar atmaz, onun ruhumuzla kucaklaştığını, Allah Rasulü’ne ilk kucak açılan yer olması itibariyle de üzerinde durulabilir bize ötelere açılan yolları işaret ettiğini ve bizi tanımadığnı, hatta gelip duygu dünyamıza karıştığını hisseder ve ölçüde hepimizi Minalaşırız.

Bir Mina’da hazırlıklarımızı yapıp ruhumuzuun kanatlandırmasıyla uğraşırken “Arafat” bir baştan bir başa gelin odaları gibi süslenir ve bağrına gelip konacak, gerilip ötelere açılacak misafirleri iiçin tıpkı biir liman, bir meydan, bir rampa gibi hazırlar, açar.. ve ona bir daussıla tutkusuyla koşan Hakk konuklarını beklemeye koyulur.. yeni bir imkan, yeni bir devran mülahazasıyla çoşkun Hakk konuklarını.

Arafat’ın öyle bir nuraniliği ve orada yaşanan zamanın öyle bir derinliği vardır ki, o hazirede bir kere bulunma bahtiyarlığına ermiş bir ruh, gayri hiç bir zaman bütün bütün mahvolmaz ve kat’iyen dünyeviler gibi ölmez. Ömrünün bir kaç saatini Arafatta geçirmiş olanlar, bütün bir ömür boyu güller gibi açar durur ve asla solmazlar. Onun şefkatli, aşklı, şiirli dakikaları, her bir sabah güneşi gibi gönül gözlerimizde ışıklar durur.. ve her yanında açık–kapalı aşkla bilenmiş, bülbül gibi şakıyan, şakıyıp kalplerin en mahrem noktalarında petekleşmiş bulunan imanlarını, irfanlarını, muhabbetlerini ve cezb u incizaplarını haykıran insanların çığlıkları kulaklarımızda tın tın öter ve ötelere müştak gönüllerimizi çoşturur. Hem öyle bir coşturun ki , bizi en inanılmaz, en erişilmez lezzetlere çeker.. en olgun, en doyurucu varidatla hislerimizi şahlandırır.. ve görmüş geçirmiş varlıkların itiğnalarına benzer şekilde gözlerimize bir büyü çalar ve bizleri özlerimiz içinde zenginliklerde dolaştırır.

Arafat’ta sabahlar da gurublar da hep derinlik soluklar ve ihtimaller ki, en yüksek şairlerin bile terennüm edemeyeceği nükteleri kalplerimize boşaltır ve varlığımızın gayeleri adına neler ve neler fısıldar. Bence, ruhun uhrevileşip incelmesi için insan hiç olmazsa ömründe bir kere Arafatlaşmalı, Arafat’ı yaşamalı ve Arafat’ın tulû’ ve gurubunu oksijen gibi ciğerlerine çekmelidir.

Arafat’ta insan duanın, yakarışın, iç çekişin ve iç döküşün en ürperticilerine şahit olur. Hele ikindi sonrasına doğru, birazda buruksu veda havasıyla eda edilendualar, daha bir derinlikle tüllenir, sesler, soluklar, göklerötesi meleklerin çığlıklarını hatırlatan bir enginlik ve duruluğa ulaşır. İnsan Arafat düzlüğünde yükselen âh u efganı duydukça, seslerdeki uhrevilik, ebedi saadet ümidinin hasıl ettiği rikkat, şefkat ve ricâsıyla gençleştiğini, ebedileştiğini, büyük bir açılışa geçtiğini ve genişlediğini sanır. Hele, güneş guruba kapanıp da, kararan ufukların her yana buğu buğu veda duyguları sayldığı dakikalarda ümitlerin cisimleşip içimize aktığını, şuurlarımızın Arafat varidatıyla aydınlandığını ve tıpkı bir rüya aleminde olduğu gibi, kalıplarımızdan sıyrılıp, bir kısım manevi anlıaşılmazlıklara açıldığımızı.. Arafat gibi çığlık çğlığa inlediğimizi.. batan güneşle beraber eriyip gittiğimizi.. kulaklarımıza çarpan âh u efgân gibi birer feryat haline geldiğimizi.. kuşlar gibi hafiflieyip bir tür kanatlandığımızı.. ve mahiyat değiştirip birer manevi varlığa inkılâp ettiğimizi sanır ve hayretler içinde, olduğumuz yerde kalakalırız

Arafat , insanların bütün bir gün, melek mevkibleri arasında dolaşıp durduğu, otururken–kalkarken sürekli semavilik soluklandığı, Hakk rahmetinin sağnak sağnak gönüllerimize boşaldığı ve hadiselerin hep ümit televvünlü cereyan ettiği bir rahmet yamacı ve hesap endişeli bir Arasat meydanıdır. Dünyaya ait herşeyden sıyrılmış ve soyunmuş insanlar, hesap, terazi, mizan endişesi ve rahmet ümidiyle hep hayaletler gibi dolaşırlar onun düzlüklerinde. Affolunacağını umar, kurtuluşa ereceklerinin hülyalarını yaşar ve bu bir tek günü, senelerin varidatını elde edebilecek şekilde değerlendirirler.. değerlendirler ama, yine de bir başka yerde duâ edip yakarışa geçmeleri lâzım geldiğini de söküp kafalarından atamazlar.

Atmalarına gerek de yok, zira bir kaç adım ötede bağrını açmış Müzdelife onları bekliyor. Vicdanlarımızdan, Müzdelife’nin bizi beklediği mesajını alır almaz, içinde bulunduğumuz ışıklardan ve ümitle bize tabessüm eden Allah'a yakın olmanın ünvanı sayılan Müzdelife’ya yürürüz. sonsuza, mekansızlığa, ebediyete ve Allah’a yürüdüğümüz gibi Müzdelife’ye yürürüz. Tamalanmaya yüz tutmuş mehtabın, dağ–dere, vadi–yamaç her yanı aydınlatan ışıklarla cilveleştiği bir mübarak mekanda ve göklerin yere indiği, arzın semavileştiği duyguları içinde, kendimizi, orada, Hakk’a ulaştıran ayrı bir rıhtım, ayrı bir liman ve ayrı bir rampa buluruz. Kâbe’den beri değişmyen halleriyle, göklerin pırıl pırıl çehresinin, hacıların simalarındaki akislerini, Allah’a yönelmiş yalvaran ve sadık bedenlerin seslerini bedenlerimizde, ruhlarımızda, gözlerimizde ve gönüllerimizde duyarak ötelerde dolaşıyor gibi öteleşir, meleklerle ve melekûtla hemhal olur uhrevileşir ve kendimizi bütün rahmetin eniginliklerine salarız.

İbn Abbas, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun Arafat’ta ümmeti adına sarih olarak elde edemediği önemli bir reçete ve beraati Müzdelife’de elde ettiğini söyler. Gönlüm bu tesbitin yüz de yüz doğru olmasını ne kadar arzu eder...! Eğer, Hz. İbn Abbas’ın dediği gibi ise, başların secdeye varmışlığı ölçüsünde insanları Allah’a yaklaştıran Müzdelife, bir başka feryad u figan, bir başka âh u zâr ister..

Müzdelife’nin hemen her yanında, lambalardan akseden ışıklar, hacıların parıldayan yüzleri, buğulu bakışları ve heyecanla çarpan sineleri, sadece gecesiyle tanıdığımız o mübarek sahaya, büyüleyen ayrı bir güzellik katar. Hele gece ilerleyince her yanı derin bir esrar bürür.

Bir kısım kimseler ertesi günkü zor vazifeler için dinlenirken, sabah kadar el pençe divan duran insanlarda vardır. Sesini sinesine çekip duygularıyla tıpkı bir mızrap gibi gönülden gönül ehline nağmeler dinleten bu engin ruhlar kimbilir neler düşünür, neler söyler ve içlerinden neler geçirir. Kalp sesleri her zaman kendilerini aşan bir seviyede cereyan eder ve meleklerin soluklarıyla atsbaşıdır. Kalbini dinleyen ve kalbiyle konuşan bu zaman üstü insanlar, şimdi seslendirdikleri bu gönül bestesinin yanında, daha önce, ondan da önce, duygu mizrabıyla gönül telleri üzerinde duyurup duymaya çalıştıkları ne kadar nağme varsa, hepsini bir koro gibi birden duyar, birden dinler ve geçmişlerini bu günle beraber bir zevk zemzemesi halinde yudumlarlar.

Ufuklarda şafak emareleri tüllenmeye başlayınca, bir gün önce Arafat’ta yaşanan ses–soluk, his–heyecan katlanarak bütünüyle Müzdelife’ye akar.. akar ve tan yeri bir sürü his, bir sürü iniltiye karışarak ağarır. Namaz dışı Hakk’a yönelişler, namaz içi teveccühler.. ve namazın içine akıp kunutlaşan dualar herbiri Hakk’a yakınlığın ayrı bir buudu olarak keyfiyetler üstü bir derinlikte eda edilirler. Bazen dört bir yanımızı saran ve bütün duygularımızı okşayan bir ipek urba gibi.. bazen ümitlerimize fer ve acılarımıza tesellibahş olan semavi eller gibi.. bazen ocaklar gibi yanan sinelerimize su serpen birer tulumba gibi.. bazen ruhlarımıza en yüce hakikati duyurup gönüllerimize ürpertiler salan ezanlar gibi.. bazen yıkılmış, dağılmış eski dünyamızın parçalarını biraraya getirerek, özümüzden, ebediyetimizden, dünyamızdan, ukbâmızdan öyle nânâralar duyururlar ki, kendimizi yeniden keşfediyor, özümüzü daha yakından tanıyor, dünyaya farklı bir zâviyeden uyanıyor, ukbâyı da ayrı bir yakınlık, ayrı bir netlik içinde görüyor gibi oluruz.

Bu yalvarış ve yakarışlar, güneş ışınları yeni bir günün müjdesiyle ufukta belireceği âna kadar da devam eder. Güneş doğarken de, âdeta o âna kadar secdede olan başlar, bir başka yakınlığa ulaşmak için yeniden “Şedd–i rihâl” eder ve yollara koyulurlar. Şimdi, önümüzde daha önce de uğrayıp ve vadi vadi selam durup geçtiğimiz Mina var. Safvete ermiş kalplerin, düz mantığa zimam vurup ruhun eline teslim edecekleri Mina.. teslimiyete ermiş gönüllerin inkiyadlarını ortaya koyacakları Mina. Hz. Adem’den Hz. İbrâhim’e, ondan da insan nev’inin Şeref Yıldızı’na kadar binlerin, yüzbinlerin akıl ve mantıklarını gemleyip muhakemelerini kalple irtibatlandırdıkları Mina.. nihayet bütün bunlardan sonra, şeytanı taşlarken nefislerimizin de paylarını aldıkları, ayrıca ibadetin esası sayılan taabbüdiliğin ma’şeri vicdan tarafından temsil edildiği Mina.. Ve şeytan taşlamanın yanında daha neler neler yapılır orada.. kurban, tıraş, hac evsâbından soyunma.. ve yol boyu derinleştirilen konsantrasyondan sonra tam bir metafizik gerilimle eda edilen farz tavaf bunlardan sadece birkaçı.

Hac yolcusu, evinden ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve enâniyeti hesabına iplik iplik çözülür; kalbi ve ruhi hayatı adına da bir dantela gibi ibrişim ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğunda en eski fakat eskimeyen, en ezeli ama taptaze gerçeklerle tanışır ve halleşir.. ve hiçbir zaman unutamacayağı edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzi fakat semâvi yolculuk, ihtivâ ettiği vâridât ve hâtıralarla daha bir derinleşir ve ebediyet gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semânın renkleri, hacıların sesleri gelir hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül gözlerimizde tüllenir durur.

Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka füsunlu daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir. insan, onun hariminde her zaman efsânevi bir güzelliğe şâhit olur ve herşeyi en olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâlihliliğini paylaşan ruhlar, ebediyyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu câzibesini ömürlerinin gurubuna kadar da asla unutmazlar.

*Bu yazı “Yeşeren Düşüncelen” isimli eserden alınmıştır. (TÖV Yayınları, İzmir, 1996)

KUTSALA YOLCULUK

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) Cihan Haber Ajansı’na (CHA) her sene tanıdığı bir kişilik kontenjandan faydalanıp Hacca gidiyorum nasip olursa.

Daha önce gerekli hazırlıkları yapıp işe gidiyor, arkadaşlarla helalleşiyor ve Ankara’ya ulaşmak üzere arkadaşlarla beraber havaalanına geliyoruz.

Uçak zamanında kalkıyor ve Ankara’ya zamanında iniyor. Bu arada her hacı adayı gibi ben de Hac Rehberini okumaya başlıyorum. Bu arada Zaman Gazetesi kontenjanından Mahmut Çebi ve Selahattin Sevi ile buluşuyoruz. Bu tür yolculuklarda insanın ulaşabileceği, uyuşabileceği en az bir arkadaşının olması kadar güzel bir şey olmasa gerek. Yaklaşık 1.5 saatlik bekleme sırasında Hacc Rehberi’nin tamamını okumuştum. Oldukça faydalı bilgiler içeriyordu. Ancak sapla saman karıştırılmış gibiydi. Çoğu sahih olmayan hadislerle dua ve namaz salık veriliyor. Sadece Arafat’da vakfe ve Kabe’yi tavaftan ibaret olan Hacc, 200–300 sayfalık bir kitapla, neredeyse yapılması imkansız bir ibadet hüviyetine büründürülüyor. Ancak yine de bu mevzuda okunan her kitabın hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

Saat 20'de havalanarak Adana havaalanına iniyoruz.

Adana / 24.3.1998

Adana’ya kadar herhangi bir değişiklik ve hareketlilik gözlenmiyordu. Ancak, Adana Havaalanı’nda iç hat yolcularının inmesiyle beraber bir hareketlenme başlıyor. Biz ihrama ne zaman nasıl gireceğiz diye düşünürken arka taraflardan soyunanlar beyaza bürünmeye başlıyor bile. Biz de arka tarafa giderek ihram bağlamada tecrübeli olanların yardımıyla ihrama giriyoruz.

Yadırgamadık desek gerçeği söylememiş oluruz. Bir an insan kendisini çıplak hissediyor ve etrafına bakmaktan kendisini alamıyor. Bir müddet sonra ise artık her şey normal gelmeye başlıyor. Uçaktakilerin hepsi ihramlı değil, kimileri akraba ziyaretine gidiyor, kimisi de işçi olması sebebiyle ihrama girmemişler. Bu heterojenlik insanın hacc duygularını depreştiremeye engel oluyor. Saat 22.05’i bulmasına rağmen hala bekliyoruz. Herhangi bir bilgi verilmiyor. Cidde’ye gideceğimiz biletlerde yazılı ancak nereye nasıl, ne zaman, ne ile gideceğimiz kerameten bilinecek bir durum. M. Çebi’ye soruyorum. O da, “Herkes programını kendisi yapacak gidince göreceğiz”, diyerek her zaman ki Karadenizliliğini gösteriyor.

Hedef Cidde

Saat 22.10’da Adana'dan Cidde’ye doğru havalanıyoruz. Uçakta fazla yolcu yok. Yaklaşık kapasitenin üçte biri dolu. O mübarek topraklara giderken gazetelere yansıyan hali pür melâlimiz insana buruk ve derinden of çektirten bir acı veriyor.

Uçakta servise diyecek yok. Her şey yerli yerinde ve zamanında yapılıyor. Hacca niyetlenen insanların şu konuları muhakkak öğrenmeleri gerekiyor.

–İhramın bağlanış şekli ve yeri.
–Hac ve Umre çeşitleri.
–Sade olarak farzlar ve vacipleri.
–Ziyaret edilecek yerler ve özellikleri.

Hatta bir Hacı adayının temel bilgi ihtiyacını giderecek tarzda bir belgesel yapılıp yayına hazırlanması ve zaman zaman televizyonlarda yayınlanması elzem gibi.

Burma’lI Muhammed Alİ

Gazetelerde daha önce çıkmış Hac ile ilgili yazıları okurken sadece çenesinde alt dudağın orta kısmından çene altına inen 2 cm genişliğindeki sakalıyla karayağız bir delikanlı ürkek bir şekilde Diyanet görevlisi olup olmadığımı soruyor. Daha sonra tanışıyor ve aramızda uzun bir sohbet başlıyor. Birmanyalı Muhammed Ali adındaki bu genç Gazi Tıp 1. sınıfta okuyor. Türkiye’den gitmek daha ekonomik olduğu için (senelik 650 Dolar) ülkemizden Hacca gitmeyi düşünmüş. Bu arada Birmanya'nın % 10’luk bir kesiminin Müslüman olduğunu öğreniyoruz.

Tek başına Hacca niyetlenen Muhammed Ali’yi bir sürpriz karşılamıştı. Bagajlarını verdikten sonra Adana’da milletin ihrama girdiğini görünce çok uğraşmış ancak valizini bagajdan alamamış. Dolayısıyla ihramsız bir durumda Cidde’ye inecek ve cezalı duruma düşecekti.

Cidde / 24.3.1998

Adana’da çok az yolcu binmiş ve bunların çok azını hacılar oluşturmuştu. Cidde Havaalanına yaklaşık 3 saat sonra, yani 1.30’da ancak inebiliyoruz. Önce Hacı olmayanları uçaktan indiriyorlar. Bir müddet sonra hacı adaylarının perona alınmasına başlandı, ancak dünyanın hiçbir yerinde pasaportumun bu kadar uzun zaman elden ele dolaştığına şahit olmamıştım.

Önce kapıda karşılanıyoruz. Pasaportlar gözden geçiriliyor. Kurbanlık koyunlar gibi banklara oturtuluyoruz. Etrafımızda görevliler tur atmaya başlıyor. İlk soru nereden ve kaç kişi geldiğimiz oluyor. Akabinde aşı kartlarımız soruluyor ve Menenjit aşısı olmadığımız anlaşılınca bir odaya alınarak aşı yapılıyoruz. Daha sonra ise kapılardan, koridorlardan imza karşılığı geçmeye, geçerken de numaralanmaya başlıyoruz. Tam bitti derken yeni birisi karşımıza dikiliyor, nihayet valizlerin olduğu yere geliyoruz. Bu sefer de M. Çebi ve Selahaddin Bey’in valizlerini bulamıyoruz.

Diyanet görevlileri gerçekten çok girişken ve hızlı çalışıyorlar. Onlar bulamadığımız çantalarının peşine takılırken, sıra büyük problem oluşturacağı tahmin edilen kamera ve valizlerin gümrüğe bildirilmesine geliyordu.

Görevliler kamera, kaset, dergi, hatta yazı konusunda oldukça hassaslar. Kamerayı görür görmez birkaç kişi toplanıyor ve incelemeye başlıyorlar. Bereket biraz İngilizce biliyoruz. Aksi takdirde, kameranın fiyatından kasetlerin markasına varıncaya kadar yüzlerce ahiret sualine cevap vermemiz mümkün olmayacaktı. Daha önce tecrübeli bir arkadaşımın niçin yeni kaset götürmemde ısrar ettiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Kameralarda bulunan kaseti kamera üstünde seyrettikten sonra öteki kasetleri de teker teker görmek isteklerini, kasetlerin ambalajının dahi açılmadığını göstererek geri çeviriyorum. Daha sonra CHA tanıtım dosyalarını uzun uzun inceliyorlar. Akabinde cep telefonlarından tıraş makinasına, hatta ajandaların içine kadar bakmayı ihmal etmiyorlar. Tekrar çantaları eski haline getirip görevlileri ziyaret turlarına devam ediyoruz. Nihayet kapıda birisi bir çizgi atarak “halas” diyor ve çıkıyoruz.

Abartıyorum sanmayın, pasaportumuz yaklaşık 20 kişinin imzasından, kaşesinden çizgisinden nasibini aldıktan sonra yaklaşık iki buçuk saatte ancak geçebiliyoruz. Dışarıda Diyanet görevlileri ve yeni hacı adayları bekliyorlar. Hep beraber irtibat bürosuna geçiyoruz.

Yatsıyı kılmak için abdest yeri arıyor ve hiç de temiz olmayan bir WC’yi kullanmak zorunda kalıyoruz. Bir çadırı andıran yüzlerce kilometrekarelik alanda ülke ülke reyonlar oluşturulmuş. Hacı adayları önce burada bekletiliyor, daha sonra ise mukaddes topraklara gönderiliyorlar. Mahmut Bey terlik almadığı için ihramın altına kundura giymek zorunda kalmıştı. Doğrusu çok komik geliyordu. Din adamlarının, “İhram cinayeti”, işleyebilirsin, ikazlarına ve meraklı bakışlara dayanamayınca beraber çarşıya gidip 10 riyala bir terlik alıyoruz.

Mekke / 25.3.98

4 basın mensubu ve bir o kadar din görevlisi bir minibüs ile yola çıkıyoruz. Havaalanı çıkışında ayrı bir pasaport kontrolünden sonra başka bir minibüse geçiyoruz ve bir kaç, “Allem kullem”den (pasaport kontrolünün yöresel ifadesi) sonra görevli olduğumuz için pasaportları vermeden sabah namazını eda ederek Mekke’ye ulaşıyoruz. Suudi Arabistan’da bir beldeden başka bir beldeye geçişte pasaportlara el konuyormuş. Diyanet yetkilileri bizim önemli insanlar olduğumuzu bildirerek, binlerce dil döktükten sonra ancak kabul ettirebildiler.

Yoğun bir kar yağışı ve soğuk bir havada kartopu oynayan Ankaralılara veda ederken Mekke’de sıcak bir havanın bizi beklediğini tahmin ediyorduk. Ancak köşe bucak gölge kovalayacağımızı hiç zannetmiyorduk.

Kaynatan sıcağa rağmen Mekke’nin haram aylarda büründüğü asude iklim her Müslüman’ı ayrı bir atmosfere götürüyor. Bu vuslat aşkını aslında daha Mekke’ye gelmeden, Adana’da verdiğimiz molada hacı adaylarımızın uçakta bütün dikişli elbiselerinden arınarak ihrama girmeleriyle yaşıyoruz.

Havaalanında her yıl tekrarladıkları, “Hacı sabır”, sahnesini yine uyarlayan, hacı adaylarını bavullarının en ince noktalarına kadar inceleyen memurlara bile artık kızamadığımızı fark ediyoruz. Kabe, adeta kendine çağırıyor bizi. Biz de Mekke’ye ayak bastığımız gün bu çağrıya icabet etmenin mutluluğunu yaşıyoruz.

Burada yerel saat bize göre bir saat ileri. İnsan uyumda bayağı zorlanıyor. Diyanet, Mekke’de 60 Medine’de ise 80 otel tipi ev tutmuş. Biz de basın için ayrılan Mesfele semtindeki 51 numaraya yerleştirildik. Bir oda, benimle birlikte Mahmut Çebi, Selahaddin Sevi, Medine muhabirimiz Seyyit Söme'ye ayrılmıştı.

Mekke’de Her Nimet Var

Gerek seyrettiğimiz filmlerden gerekse de coğrafya bilgilerimize dayanarak Mekke’nin çöllerle çevrili bir il olduğunu, dolayısıyla Türkiye’de bulunan birçok sebze ve meyvenin burada bulunamayacağını tahmin ediyorduk. İlk rastladığımız manavda domatesten hıyara, patlıcandan sivribibere, patatesden semiz otu ve soğana kadar her türlü sebzenin mahalle bakkallarında bile satılıyor olmasına, özellikle yerli malı olmasına oldukça şaşırıyoruz. Tarıma önem veren Suudi Hükümeti’nin teşvikleriyle burada birçok sebze ve meyve üretiliyor. Şehir içi ve çevresi bahçelerle yeşillenmiş durumda.

Tavaf / 25.3.1998

Dinlenip saat 15’de tavafa girip hac–ı temettu’nun ilk aşamasını gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Ancak ani fikir değişikliğiyle, o kadarına tahammül edemeyeceğimize kanaat getirerek sabah saat 6.30’da muhteşem ve mübarek mabed Kabe’yi büyülenmiş atmosfer içerisinde tavafa başlıyoruz.

Kabe’yi uzaktan görmek oldukça zor. Mahfillerin altında geçiyor ve binlerce insanın etrafında pervane gibi döndüğü bu kutsal yapıyla adeta büyüleniyoruz.

Bütün Müslümanların dünyevi ayrıcalıklarından sıyrılarak tek bir bütün oldukları tavaf nehrine bir damla olarak katılıp döndükçe yükselen halet–i ruhiyeyle zirveye ulaşmaya çalışıyoruz.

Tavafın ilk turunda (Şavt) oldukça zorlanıyoruz. Alışık olmadığımız manzaralarla karşılaşıyoruz. Kimileri namaza durmuş, kimileri rükuda, kimileri secdede kimisi ise bizim gibi, “Remel”, yaparak ilk üç, “Şavtı”, tamamlamaya çalışıyor. Kadın erkek karman çorman bir insan selinde yürümek oldukça zor oluyor. Hele kimseye çarpmadan, üstüne basmadan yürümek, tavaf etmek isteyenler için imkansız gibi bir şeydi.

Bir müddet sonra alışıyoruz. Çünkü dışarıdan (Kabe’nin uzağından) tavaf yaparsanız fazla problem çıkmıyor. Sadece Şavt ve tavaf başlangıç yerini gösteren ve “Hacer–ül Esved”i selamlama çizgisinde izdiham görülüyor. Onun dışında yolumuzun uzaması hariç hiçbir sıkıntıyla karşılaşmıyoruz. Son turlara doğru ise Kabe’ye yaklaşıp dokunuyor, gelmişken Hacer–ü Esved’i öpelim diyorum. Ancak ne mümkün. Arı kovanına girmek isteyen arılar misali gözü yaşlı hacılar başını içeri koyup öpmek istiyor. Ve yakalayınca da bırakmıyor. Görevli üç dört polis, “Şurti”, engellemeye çalışıyor, ama nafile. İnsanlar adeta ölmek için birbirini ezmeye aldırmadan dalışlar yapıyor.

Tam dokunup öpmek üzereyken ezilmek üzere olan bir yaşlı teyzeyi farkediyor. Onu kurtarmaya çalışıyorum. Sadece dokunmayla yetinerek, “Kara Taş”dan, ayrılıyor ve Hicr'e yakın yerde tavaf namazını kılarak fazladan bir tur daha atıyoruz. Akabinde Safa Tepesi’nin en uçtaki taşına kadar çıkıp Merve tepesine doğru, Hervele yaparak yürüyoruz. En orta Tramvay şeridini andıran gidiş–gelişli tek şeritli yolda yürüyemeyeler tekerlekli koltuklara konarak hızlı bir şekilde koşturuluyor. Tavafta da, üzerine bir hacı bindirilmiş dört kişinin fesleri üzerine oturtulmuş ve, “Şibriyye”, denilen tahtırevanla eziyet tanımaz bir biçimde tavaf ettirmeleri oldukça garip geliyor bize.

Safa ve Merve arasında yapılacak ve adına Say denilen ibadet için ise Şibriyye’ler yerine sakat koltuklarına benzer araçlarla bu işlem icra ediliyor. Say sırasında zaman zaman bu koridoru veya şeridi, tenha olması hasebiyle biz de kullanıyoruz. Ancak tekerlekli koltuklular bundan pek hoşlanmıyorlar. Dışarıdan insanların kendi ekmek yollarında ayak altında dolaşmasını, pek hazmedemiyorlar. Bağırıp çağırarak ikaz ediyorlar. Çünkü vakit onlar için de nakit anlamını taşıyor.

Nihayet dört gidiş üç geliş yaparak dördüncü gelişi de Kabe’nin dışından yapıyor ve yorgun argın bir şekilde mekana dönüyoruz. Saç kısaltmadan sonra gusül ile ihramdan çıkıyor ve entarilerimizi giyiyoruz.

İstirahat edeyim diyorum ancak ne mümkün. 5–10 dakika sonra ayaklar şişmiş, bacaklar tutulmuş, müthiş bir başağrısıyla uyanıyorum. Ancak manevi olarak alınan haz herşeye değiyor doğrusu.

İnsanın mukaddes topraklarda bulunması, Efendimiz’in (sav) ayak izlerinin tozuna bulanması kadar güzel bir duygu olamaz. Savaşların cereyan ettiği, Efendimiz (sav) aleyhinde binbir entrikanın çevrildiği, ancak yüce Nur’un söndürülmesine muvaffak olunamadığı bir yer olması itibariyle İslam tarihinin büyük bir bölümünün yaşandığı Mekke’de bulunmak, şükrü icap eden bin lütuftur.

Arafat / 25.3.1998

Saat 3.30’da basın mensupları olarak topluca Arafat’a doğru hareket ediyoruz. Mekke’ye yaklaşık 25 km mesafede bulunan Arafat Efendimiz’in, “Hac Arafattır”, buyurarak (Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace) taltif ettiği yer. Bilinenin aksine Arafat dağlarla çevrelenmiş geniş bir düzlük. İmkanlar ölçüsünde iyi ağaçlandırılmış denilebilecek kadar yeşile büründürülmüş olan bu ova, hacıların gelmesi ile birlikte dünyada benzerine rastlanmayacak saygın bir çadırkente dönüşecek.

Efendimiz (sav) 632 yılında Ashabıyla birlikte ifa ettiği hac’da 100 bini aşkın Müslüman’ın huzurunda tarihî veda hutbesini de burada irad etmiştir. Yine burası Efendimiz’in (sav) Yüce Yaratıcısı’na, ümmetinin affedilmesi için yakardığı ve Cenab–ı Hakkın kabul ettiği yerdir. Mescid–i Nemire' de ihtişamlı yapısıyla burada arz–ı Endam ediyor.

Cebel–i Rahme / 26.3.98

Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennet sonrası ayrılığı burada nihayet bulmuş. Arafat düzlüğünün kuzey bitiminde başlayan yerde, 20–30 m yüksekliğindeki tepenin zirvesinde 2–3 metre boyunda bir dikilitaş bulunuyor. Üzeri batılıların alçılar üzerine yazı yazma adetlerini andıran yazı ve notlarla dolu. Başka bir bolluk ise seyyar satıcılar ve her çeşit takı örnekleri.

Efendimiz’in (sav) Arafat vakfesini bu tepenin yakınında yaptığı ve vakfe esnasında İslam’ın kemale erdiğini anlatan ayetin inzal olunduğu söylenir. “Bu gün size dinimizi kemale erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslamı seçtim”, (Maide 3) buyurularak İslam’ın kemale erişi bildiriliyordu. Boş diyebileceğimiz bu mekanlar bir kaç gün içinde mahşeri bir kalabalığı ağırlayacak.

Mina / 24. 3. 1998

Daha sonra Mina’ya revan oluyoruz. Burası da konuklarını ağırlamak için harıl harıl hazırlıklar içinde. Çok uzaktan ancak görüntü alabiliyorum. Adımbaşı bir polis dikilmiş, kuş uçurtmuyor, görüntü alma isteklerimizi şiddetle geri çeviriyorlar. Bu sahanlık Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmek istediği yer. Dolayısıyla hacılar kurbanlarını burada kesiyorlar.

Yanmayan Çadırlar

Daha önceki yıllarda, ufak bir ateş kıvılcımından büyük yangınların çıktığı Mina mevkiinde yüzlerce insan can vermişti. Yangınların genişlemesine büyük rol oynayan çadırlar, bu yıl kullanımdan kaldırılarak yerine yangına dayanıklı maddeden üretilen çadırlar hizmete giriyor. Suudi Arabistan İmar ve İskan Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre söz konusu proje için toplam 3 milyar riyallik bir yatırım yapılmış.

Yedi ay içerisinde yapımı tamamlanan ve 500 bin hacının yararlanacağı, 10 bin 838 çadırın yapımında 180 şirket yer almış. Çadırların yapımında 970 bin metrekare kumaş, 10 bin ton metal direk kullanılırken, yeni yangın tehlikelerine karşı 912 adet yetmiş beşer tonluk su tankerinin çadırların arasına yerleştirilmesi planmış.

Mina’da tüpgazların kullanılmasını da yasaklayan yetkililer 12 özel uçakla havadan Mina’yı devamlı olarak kontrol edecekler.


Diğer Sayfalar -->   | 1 |  2 |  3 |  4 |  5 |

Copyright© 1995-2000 Feza Gazetecilik A.Ş. / Çobançeşme Mh. Kalender Sk. No: 21 34530 Yenibosna / İstanbul
Tel:
+90 (212) 639 34 50 (pbx)  Fax: +90 (212) 652 24 23  e-posta: zaman@zaman.com.tr
Bu site Zaman Gazetesi Internet Servisi tarafından hazırlanmaktadır.