Önsöz
Herkesin hayatında hiç unutamayacağı
anları, anıları vardır. Zaman zaman ahların, eyvahların, irkilmelerin acıların,
pişmanlıkların kaynağı bazen de ohların, sevinçlerin, iştiyakların membaı olur
hatıralar. Hele bu hatıra, “Bir daha yaşayabilir miyim, bir daha nasip olur mu?”, arzu
ve isteğini sürekli uyarıyorsa .. Bir de bu
hatıra sadece dünyayla bağımlı kalmayıp, ahireti de içine alacak geniş periyotlu
bir ameli, eylemi çağrıştırıyorsa o zaman artık bu hatırlama bir ibadet neşvesi
içinde icra edilir.
Her şey hayal ederdim de bir basın mensubu olarak o kutsal
topraklara gideceğimi hiç düşünmezdim. Bazan Çağrı filmini veya Samanyolu
Televizyonunun zaman zaman Kabe’den canlı olarak verdiği teravihleri izlerken derinden
bir iç geçirir, “Acaba ne zaman nasip olacak”, diye derin düşüncelere dalardım.
Her Müslüman’ın iştiyakı gibi ben de hacı olmayı hayal eder, bu hayallerle
geçici olarak avunmaya çalışırdım.
Bu rüyalardan sıyrıldığımda da, “Hele bir yaş kemale
ersin, çoluk çocuk büyüyüp kendi ayakları üzerinde duracak hale gelsin, işimizi
rayına koyup şu maddi sıkıntılardan kurtulalım, ondan sonra «Allah Kerim»”
diyordum. Bu sene Hacca Gidecekler arasında ismim zikredilince doğrusu inanasım
gelmedi. “Her umur–u hayriyenin çok muzır manileri bulunur”, düşüncesiyle
“Muhakkak bir pürüz çıkar. Bu hayırlı ve hasretle istediğim iş olmaz”, diye
aklımdan geçiriyordum. Dolayısıyla her zamankinden çok daha fazla ve farklı bir
heyecan içindeydim. Hatta ihram ve benzeri ihtiyaçları bile son ana kadar
almamıştım.
“Takdir–i Hüda Kuvve–i bazu ile dönmez”,
derler ve gerçekten öyle oldu. Bütün şartlar nâmüsait olmasına rağmen her şey
aleyhten lehimize döndü ve Müslüman olmanın şartını Cenab–ı Hakk’ın izniyle
ifa etme lütfuna nail oldum.
Gezerken acizane kafamda geçen alternatifleri de ekleyerek, bu
güzel anıları sizinle paylaşmak istedim. Daha önce gittiyseniz hatıralarınızı
tazelemeyi, gidememişseniz hem giderken bir hazırlık hem de oraların havasını
sizlere yansıtmayı arzu ettim.
Esere başlarken muhterem Hocam M.Fethullah Gülen'in
duygularımıza tercüman olan Hacc ile alakalı bir yazısını sizlerle paylaşmak
istedim.
Bu eserin hazırlanmasında önemli katkıları bulunan Mahmut
çebi, Hayri Gül, Selahattin Sevi, Hakan Kaçak, Sinan Baba ve katkılarının yanında
teknik çalışmaları da yapan Selim Çoraklı'ya teşekkürü bir borç biliyorum.
Allah(cc) ihlas ve samimiyetten ayırmasın.
Nevzat BAYHAN
HACC
Hacc; kasdetme ve yönelme mânâlarına gelir. Ancak onu, mutlak kasd ve mücerret
yöneliş mânâlarına hamletmek de doğru değildir. Hacc, hususi bir zaman diliminde,
hususi bir kısım yerleri, yine bir kısım hususi usûllerle ziyaret etmeye denir ki;
senenin belli günlerinde, hacc niyetiyle ihrama girip, Arafat’ta vakfede bulunmak ve
Kâbe’yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır.
İhram haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.
Her sene, dünyanın dört bir yanından yüzbinlerce insan,
“Beytullah”a teveccüh edip, mübârek bir zaman dilimi içinde, Sahib–i Şeriat
tarafından belirlenmiş bazı mekânları... hususi bir kısım usullerle ziyaret eder..
vazifelerini yerine getirir ve günahlarından arınırlar –ki böyle bir vazife “Ona
varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe’yi tavaf etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki
hakkıdır”– fermânıyla, İslâm’ın beş esasından biri olarak gücü yeten
herkese farz kılınmıştır.
Hac, müslümanlar arasında içtimai birliği tesis ve tecelli
ettiren öyle büyük ve öyle şümullü bir islâm şiârıdır ki, onun enginlik ve
vüs”atini, küre–i arz üzerinde bir başka mekân ve bir başka cemaatte bulup
göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin mânâ ve kudsiyetiyle, tâ Hz. Adem ve onun
yaratılışından önceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrahim’le
bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp imar edilen, Millet–i İbrahimiye ile
irtibatlı, Hakikat–ı Ahmediye’nin amânın bağrında eşi, Nur–u Muhammedi
aleyhisselâmın dölyatağı ve bütün semâvi dinlerin kıblegâhı, eşsiz öyle bir
tevhid ocağıdır ki, bu hususiyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina
yoktur.
Her yıl, yüzbinlerce insan, Allah’a karşı kulluk
sorumluluklarını yerine getirmek için, Hakk’a en yakın olacakları bir zaman
diliminde, bir zirve mekanda, eda edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını,
düşüncelerini soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır..
birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır.. içtimâi, iktisâdi,
idâri ve siyâsi işlerini, her yanıyla Hakk’a kulluğu çağrıştıran bir idabet
zemininde, kalplerin rikkati, duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde,
bir kere daha gözden geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim,
yepyeni bir şevkle ülkelerine dönerler.
Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş
olması mülahazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan,
ayrı bir mânâ âlemine açılıyor gibi yola revan olur ve geçeceğimiz yollara
sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların
mehâbeti içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti
karşısında, daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin
esintilerini duymaya başlarız. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar,
otobüs kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak
koltuklarında, otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı ve pazarda hep o
sımsıcak meltemlerin tesirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar
alışmış ve ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına göre, saatler,
günler ve haftalar süren bu mavi, bu ruhâni, bu âhenkli, bu vâridatlı yolculuktan
bir kûrbet, bir vuslat, bir güzellik, bir şiir hatta bir romantizm banyosu ala ala,
ruhlarımıza, asıl kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itmi’nân arzusuyla şahlandırmış ve hususi bir âlemin namzedi
olmuş gibi kendimizi, bütün bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir
kapının önünde sanırız. Bu kudsi yolculuk ve yol mülahazası, her zaman his
dünyamıza öyle esbab üstü bir duyuş ve bir seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen
neşeyle tüten, bazen murâkabe ve muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle,
âdeta kendimizi âhiretin koridorlarında yürüyormuşcasına hep tedbirli ve temkinli
hissederiz.
Kâbe; bakış zâviyesini iyi belirlemiş olanlara
göre, boynu ötelere uzanmış, bir bize, bir de sonsuzluğa bakan; yer yer sevinen,
zaman zaman da kederlenen için için bir hâli olduğu hissini uyarır. Binlerce ve
binlerce senenin tecrübe, vakar ve ciddiyetini taşıyan ve daha çok da bir insan
yüzüne benzeteceğimiz onun dış cephesini görünce, edâsı ve endâmıyla bize
birşeyler anlatmak istediğini, harimini açıp bize;
“Gel ey aşık ki, mahremsin
Bura mahrem makamıdır
Seni ehl–i veâ gördüm”, dediğini duyar
gibi oluruz.
Kâbe; konumu itibariyle, evimizin en mutenâ köşesinde, en
hâkim bir sedir üzerinde oturup evlatlarının, torunlarının neşelerini paylaşan,
elemlerini ruhunda yaşayan bir anne görünümündedir. Bulunduğu yerden çevresini
temâşâ eder; yer yer acılarla burkulur, zaman zaman da inşirahla çevresine
tebessümler yağdırır. İnsan, beldelerin anasına yaslanış bu binaların anası
çevresinde dönmeye başlayınca şefkatle kucaklandığını, sevgiyle koklandığını
duyar gibi olur. Tavafta hemen herkes kendini, annesinin elinden sımsıkı tutmuş koşan
bir çocuk gibi hafif, güvenli ve şevkli hisseder. Evet insan, on binler ve yüzbinler
içinde, uhrevi düşüncelerle coşmuş onun etrafında pervaz ederek, âdeta Allah’a
doğru yürüyormuşcasına şevk u tarâbla coşar ve kendinden geçer. Vücutlarının
yarısından çoğu açık, urbaları omzularında “Remel” yapıp zıplayarak
yürürken her zaman telaşlı, endişeli; fakat bir o kadar da ümitli ve çelikçavak
bir yol alışın heyecanını yaşarlar. Dünya hesabına bu salınmışlık, bu
rahatlık ve romantizm, mübarek evin çevresindekilere tarifi imkansız büyülü bir
derinlik, bir hayal ve bir melâl aşılar. İnsan, o uhrevi kalabalığın ukbâ buudlu
görüntüsü karşısında, daha tavafa girmeden o ilâhi harimin müzevi sükut ve
şiirini duyar gibi olur. Her zaman kendini Kâbe’nin çevresinde bu dönme büyüsüne
kaptıran derin ruhlar, dönerken kimbilir, ne mahrem kapıların önünden geçer.. ne
bilinmez tokmaklara dokunur ve ne sihirli panjurlar aralarlar ötelere.! Öyle ki, bu eski
fakat eskimemiş binanın çevresinde, her an yepyeni duygularla coşup dönerken,
tahayyüllerimizde açılan menfezlerden gönüllerimize akan vâridâta, sinelerimizde
çakan ışıklara ve ruhlarımızı uçuran sırra şaşarız. Her adım atışımızda,
sırlı bir kapı açılacakmış da, bizi içeriye çağıracaklarmış gibi bir hisle
hareket ederek, keyfiyetini bilemediğimiz bir zevke doğru kaydığımızı sanır ve
kalbimizin heyecanla attığını hissederiz. O esnâda bulunduğumuz yerden, Kâbe’nin
gönüllerimize sinmiş olanca büyüklüğünün, derinliğinin, büyüsünün canlanıp,
köpürdüğünü tepeden tırnağa her yanımızda duyar ve ürpeririz.
Bu mülahazaları bazen, bir kısım gerçek sebeplere
dayandırarak izah etmek mümkün olsa da, çok defa kriterlerimizi, takdirlerimizi aşan
vâridat ve sunühat karşısında sessiz kalırız. Zira Kâbe ve çevresi, maddi
şartları ve dış aksesuarı itibâriyle birşeyler ifade etse de, muhtevası kapalı,
manaları buğulu, üslubu da uhrevi olduğundan herkes onun anlattıklarını
anlamayabilir. Oysa ki, avam–havas, cahil–âlim, genç–yetişkin herkesin mutlaka
ondan anladığı ama çok defa ifade edemediği bir sürü şey vardır.
Kâbe, hepimizde ürperti hâsıl eden mehip dağ ve
tepeler arasında daha çok filizlenmiş bir nilüfere benzemesinin yanında, içinde
varlığın esrarını taşıyan bir sır fanusu, Sidretü’l–Müntehâ’nın
izdüşümü veya gökler ötesi âlemlerin üsâresinden meydana gelmiş bir kristâl
gibidir. İnsan o sır fanusunun çevresinde şuuruyla döndüğü sürece, akıp
dışarıya sızan dünya kadar gizli şeyler hissettiği gibi, zaman zaman da,
Siretü’l–Müntehâ’ya kilitli bu prizmadan gökler ötesi âlemleri de temâşâ
eder.
Evet, hemen herkes, onun harimine
sığınır–sığınmaz, zaten ruhlarında mevcut olan his ve düşünce enginliğinde
daha bir derinleşerek Kâbe’yi, kendi varlıklarını ve Cenâb–ı Hakk’ın
matmah–ı nazarı bu iki unsurun birbirleriyle münasebetlerini düşüne düşüne,
içlerine açılan bir kısım sırlı kaplardan geçerek, o güne kadar tanımadıkları
en mahrem dünyalara açılırlar. Elbette ki bu duyuş ve bu seziş, bu mânâ ve bu ruh
ancak, sağlam bir iman, mükemmel bir İslâmi hayat ve tastamam bir ihlas ve yakîn
birleşiminden hâsıl olacaktır. Yoksa, mücerret kalıpların hissesi kalıpların
çerçevesine bağlı kalacaktır.
Kâbe’deki bu
derinlik ve bu zenginlik sayesinde oradaki hemen herşey, diğer zamanlarda olduğunun
üstünde, hacc duygusuyla renklerince, bir başka ihtişam, bir başka mehâbetle
tüllenir.. tüllenir de insan onun büyüsüne kapılarak, âdeta ışıktan bir
helezonla, vuslata tırmanıyor gibi döne döne yükselir ve özündeki bir câzibeyle
gider Ma’buduna ulaşır. Bu noktaya ulaşan ruhun edâ ettiği tavaf namazı aynı
şükür secdesi, içtiği zemzem de cennet kevseri veya vuslat şarabı olur.
Kâbe’nin çevresindeki tavafı, tasavvufi ifadesiyle,
daha çok, mübarek bir duygu, bir düşünce etrafında ve kendi içimizde derinleşme
hedefli bir seyahatin ifadesi sayılan “Seyri fillâh”a benzetecek olursak, sa’y
mahallindeki gelip–gitmeleri, halktan Hakk’a, Hakk’tan da halka uruc ve nüzulün
ünvanı olan “Seyr ilallah”, “Seyr minallah” mânâlarıyla yorumlamak muvafık
olur zannederim. Evet, Safâ–Merve arasındaki gelip–gitmelerde işte böyle bir
mülâhaza ve bu mülâhazadan kaynaklanan bir derin his ve arzu tufânı yaşanır.
İnsan mes’âda (sa’y mahalli) hep bir koşup
aramanın, bir medet dileme ve imdat etmenin kültürünü, şiirini, musıikisini, vuslat
ve “dâussıla”sını yaşar. Orada önemli bir şeyin peşine düşülmüş gibi,
takipler aralıksız devam eder. Aranan şey zuhur edeceği âna kadar da gelip–gitmeler
sürer durur. O yolda rastlanılan her iz ve emâre insanın heyecanını bir kat daha
artırır.. ve sineler:
“Bak şu gedânın haline
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına
Bandıkça bandım bir su ver”, (Gedâi) der ve
Kâbe’nin çevresinde olduğu gibi hem koşar, hem de içine matkaplar salarak,
Beytullah’ın çevresindeki enfüsi derinleşmeye mukabil, burada, bir hat–ı
müstakim üzerinde gelip–gitmeler, peygamberâne his ve duygularla, başkaları için
yaşama, başkaları için gülme ve ağlama, hatta başkaları uğrunda ölme cehdiyle
gerilir... telaşlı fakat hesaplı, endişeli ama ümitli; semanın altın ışıkları
altında, hacc mevsiminin mavimtrak saatleri içinde; yeni bir vuslatın heyecanı ve
henüz aradığını tam bulamamış olmanın tehassürüyle gelir–gider, koşar,
âheste yürür, tepeye tırmanır, oradan aşağı iner ve yolda olmanın bütün
kararsızlıklarıyla çırpınır durur. Bazen, mes’âada koşan insanların, daha çok
bir nehrin akışına benzeyen çağıltılarına karışarak, karışıp bir koro
şivesiyle hislerini dile getirerek... bazen de hiçbir şey ve hiçbir kimse görmüyor
olma ruh hâletiyle, tek başına sa’y ediyormuşcasına, gözünde Hz. Hacer’in
silueti, elinde gönlü kâsesi ve dilinde,
“İste peykânın gönlü hecrinde, şevkim sâkin et,
Susuzum bir kez bu sahrada benim’çün âre su!
....................
Bim–i düzah nar–ı gam salmış dil–i
suzânıma.
Var ümidim ebr–i ihsanın sepe ol nâare su.”(Fuzuli)
sözleri, göklerden gelip alevlerini söndürecek bir rahmet bekler.. ve ruhunu yakan
kendi ateşiyle beraber, intizarın bitmeyen hasretiyle de kavrulur durur. Bazen
mes’âada, ötelerden kopup gelen bir meltemin serinliği duyulsa da, genelde orada hep
şevk buudlu bir hüzün, ümit ve recâ televvünlü bir aşk ızdırabı yaşanır.
Mes’âda çok defa, hakikatler hayale karışır ve çevredeki
insanlar bazen sükutun derinliğiyle, bazen de çığlık çığlık
hıçkırışlarıyla, kâh mizâna sürükleniyor gibi, kâh kevsere koşuyor gibi zevk
ve tasa ikilisiyle yer yer yutkunur, zaman zaman da rahat bir nefes alır.. ve
geliş–gidişlerine, iniş–çıkışlarına devam ederler. Orada saat ve dakikalar o
kadar nazlıdırlar ki, mutlaka iltifat ve alâka isterler. Yoksa, hiç var olmamışlar
gibi iz bırakmadan eriyip giderler.
Günler bayrama doğru kaydıkça, metaf, zemzem ve mes’âa gizli bir gurbet ve hasret duygusuyla lacivretleşir...
Kâbe, bize araladığı pencerelerin panjurlarını yavaş yavaş indirir.. ve her hadise
ile fâniliğini anlayan insan, buradan geçme zamanı geldiğinde ayrılması icap
ettiği gibi, bir gün mutlaka dünyadan da ayrılacağını düşünür ve kendi içine,
kendi hususi dünyasına çekilerek âdeta bir ruhi inzivaya bürünür.
Ama henüz herşey bitmemiştir; Hakk’a yürüyen bu
insanları bekleyen hâlâ upuzun bir yolculuk var. İnanılmaz tılsımı ve
başdöndüren füsunuyla güzergâhı kesmiş duran “Mina” onları bekliyor.. gök
kapılarının gıcırtılarının duyulduğu “arafat” onları gözlüyor..
“Müzdelife”, onlara mini bir şeb–i arus yaşatmadan salıvereceğe benzemiyor..
daha ileride teslimiyetlerini soluklayıp akl–ı meâşlarını taşa tutacakları
yerler gelecek ve Allah’a nefislerinin fidyelerini sunup, kendi duygu dünyalarında
beraatlerinin bayramını yaşayacak; sonra da, Kâbe’de, kâbe–i kalplerine
yönelerek, Hakk’tan yine Hakk’a, uruc ve nüzullerini noktalayarak “Fenâ
fillâh” ve “ Beka billâh” tedaillerinin ilhamlarıyla talihlerine tebessüm
yağacaklar. Postunu fedakârlık iklimine sermiş bulunan Mina, o büyüleyen
parıltısıyla, şiirini tâ Müzdelife’nin tepelerine duyurur.. onun içine girmek
ister.. hatta onu aşarak ötelerdeki Arafat’ı selamlar.. selamlar ve yirmidört
saatlik misafirine referans verir.. ve bir günlük konuklarının Arafat’a emanet eder.
Bence Mina, fedâkârlıkla şefkatin emre
itaatindeki inceliği kavramakla muhabbetin tüllendiği arzda semâvi bir kuşak ve
sımsıcak bir kucaktır. Mina adeta bir teslimiyet kovanı ve bir hasbilik yuvası
gibidir. Eski hali itibariyle tamamen, şimdiki durumuyle de kısmen hemen herkesin evsiz
barksız, yurtsuz–yuvasız birkaç günlüğüne ikamet ettiği Minâ, öyle sabırlı
bir yerdir ki, ukbâya bütün bütün kapalı olmayan her gönül o dağlar ve vadiler
arasındaki âramgâhta neler hisseder neler..! Bizler Mina’yı, her yanıyla rumuzla
öyle kaynaşmış öyle bütünleşmiş buluruz ki; onun, âdeta kalbimizde attığını,
damarlarımızda attığını ve asabımızda yaşadığını duyar gibi oluruz öyleki
ordu daha adım atar atmaz, onun ruhumuzla kucaklaştığını, Allah Rasulü’ne ilk
kucak açılan yer olması itibariyle de üzerinde durulabilir bize ötelere açılan
yolları işaret ettiğini ve bizi tanımadığnı, hatta gelip duygu dünyamıza
karıştığını hisseder ve ölçüde hepimizi Minalaşırız.
Bir Mina’da hazırlıklarımızı yapıp ruhumuzuun
kanatlandırmasıyla uğraşırken “Arafat” bir baştan bir başa gelin odaları gibi
süslenir ve bağrına gelip konacak, gerilip ötelere açılacak misafirleri iiçin
tıpkı biir liman, bir meydan, bir rampa gibi hazırlar, açar.. ve ona bir daussıla
tutkusuyla koşan Hakk konuklarını beklemeye koyulur.. yeni bir imkan, yeni bir devran
mülahazasıyla çoşkun Hakk konuklarını.
Arafat’ın öyle bir nuraniliği ve orada
yaşanan zamanın öyle bir derinliği vardır ki, o hazirede bir kere bulunma
bahtiyarlığına ermiş bir ruh, gayri hiç bir zaman bütün bütün mahvolmaz ve
kat’iyen dünyeviler gibi ölmez. Ömrünün bir kaç saatini Arafatta geçirmiş
olanlar, bütün bir ömür boyu güller gibi açar durur ve asla solmazlar. Onun
şefkatli, aşklı, şiirli dakikaları, her bir sabah güneşi gibi gönül gözlerimizde
ışıklar durur.. ve her yanında açık–kapalı aşkla bilenmiş, bülbül gibi
şakıyan, şakıyıp kalplerin en mahrem noktalarında petekleşmiş bulunan
imanlarını, irfanlarını, muhabbetlerini ve cezb u incizaplarını haykıran
insanların çığlıkları kulaklarımızda tın tın öter ve ötelere müştak
gönüllerimizi çoşturur. Hem öyle bir coşturun ki , bizi en inanılmaz, en erişilmez
lezzetlere çeker.. en olgun, en doyurucu varidatla hislerimizi şahlandırır.. ve
görmüş geçirmiş varlıkların itiğnalarına benzer şekilde gözlerimize bir büyü
çalar ve bizleri özlerimiz içinde zenginliklerde dolaştırır.
Arafat’ta sabahlar da gurublar da hep derinlik soluklar ve
ihtimaller ki, en yüksek şairlerin bile terennüm edemeyeceği nükteleri kalplerimize
boşaltır ve varlığımızın gayeleri adına neler ve neler fısıldar. Bence, ruhun
uhrevileşip incelmesi için insan hiç olmazsa ömründe bir kere Arafatlaşmalı,
Arafat’ı yaşamalı ve Arafat’ın tulû’ ve gurubunu oksijen gibi ciğerlerine
çekmelidir.
Arafat’ta insan duanın, yakarışın, iç çekişin ve iç döküşün en
ürperticilerine şahit olur. Hele ikindi sonrasına doğru, birazda buruksu veda
havasıyla eda edilendualar, daha bir derinlikle tüllenir, sesler, soluklar,
göklerötesi meleklerin çığlıklarını hatırlatan bir enginlik ve duruluğa
ulaşır. İnsan Arafat düzlüğünde yükselen âh u efganı duydukça, seslerdeki
uhrevilik, ebedi saadet ümidinin hasıl ettiği rikkat, şefkat ve ricâsıyla
gençleştiğini, ebedileştiğini, büyük bir açılışa geçtiğini ve genişlediğini
sanır. Hele, güneş guruba kapanıp da, kararan ufukların her yana buğu buğu veda
duyguları sayldığı dakikalarda ümitlerin cisimleşip içimize aktığını,
şuurlarımızın Arafat varidatıyla aydınlandığını ve tıpkı bir rüya aleminde
olduğu gibi, kalıplarımızdan sıyrılıp, bir kısım manevi anlıaşılmazlıklara
açıldığımızı.. Arafat gibi çığlık çğlığa inlediğimizi.. batan güneşle
beraber eriyip gittiğimizi.. kulaklarımıza çarpan âh u efgân gibi birer feryat
haline geldiğimizi.. kuşlar gibi hafiflieyip bir tür kanatlandığımızı.. ve mahiyat
değiştirip birer manevi varlığa inkılâp ettiğimizi sanır ve hayretler içinde,
olduğumuz yerde kalakalırız
Arafat , insanların bütün bir gün, melek mevkibleri arasında
dolaşıp durduğu, otururken–kalkarken
sürekli semavilik soluklandığı, Hakk
rahmetinin sağnak sağnak gönüllerimize boşaldığı ve hadiselerin hep ümit
televvünlü cereyan ettiği bir rahmet yamacı ve hesap endişeli bir Arasat
meydanıdır. Dünyaya ait herşeyden sıyrılmış ve soyunmuş insanlar, hesap, terazi,
mizan endişesi ve rahmet ümidiyle hep hayaletler gibi dolaşırlar onun düzlüklerinde.
Affolunacağını umar, kurtuluşa ereceklerinin hülyalarını yaşar ve bu bir tek
günü, senelerin varidatını elde edebilecek şekilde değerlendirirler..
değerlendirler ama, yine de bir başka yerde duâ edip yakarışa geçmeleri lâzım
geldiğini de söküp kafalarından atamazlar.
Atmalarına gerek de yok, zira bir kaç adım ötede bağrını
açmış Müzdelife onları bekliyor. Vicdanlarımızdan, Müzdelife’nin bizi beklediği
mesajını alır almaz, içinde bulunduğumuz ışıklardan ve ümitle bize tabessüm eden
Allah'a yakın olmanın ünvanı sayılan Müzdelife’ya yürürüz. sonsuza,
mekansızlığa, ebediyete ve Allah’a yürüdüğümüz gibi Müzdelife’ye yürürüz.
Tamalanmaya yüz tutmuş mehtabın, dağ–dere, vadi–yamaç her yanı aydınlatan
ışıklarla cilveleştiği bir mübarak mekanda ve göklerin yere indiği, arzın
semavileştiği duyguları içinde, kendimizi, orada, Hakk’a ulaştıran ayrı bir
rıhtım, ayrı bir liman ve ayrı bir rampa buluruz. Kâbe’den beri değişmyen
halleriyle, göklerin pırıl pırıl çehresinin, hacıların simalarındaki akislerini,
Allah’a yönelmiş yalvaran ve sadık bedenlerin seslerini bedenlerimizde,
ruhlarımızda, gözlerimizde ve gönüllerimizde duyarak ötelerde dolaşıyor gibi
öteleşir, meleklerle ve melekûtla hemhal olur uhrevileşir ve kendimizi bütün
rahmetin eniginliklerine salarız.
İbn Abbas, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun
Arafat’ta ümmeti adına sarih olarak elde edemediği önemli bir reçete ve beraati
Müzdelife’de elde ettiğini söyler. Gönlüm bu tesbitin yüz de yüz doğru
olmasını ne kadar arzu eder...! Eğer, Hz. İbn Abbas’ın dediği gibi ise, başların
secdeye varmışlığı ölçüsünde insanları Allah’a yaklaştıran Müzdelife, bir
başka feryad u figan, bir başka âh u zâr ister..
Müzdelife’nin hemen her yanında, lambalardan akseden ışıklar, hacıların parıldayan yüzleri,
buğulu bakışları ve heyecanla çarpan sineleri, sadece gecesiyle tanıdığımız o
mübarek sahaya, büyüleyen ayrı bir güzellik katar. Hele gece ilerleyince her yanı
derin bir esrar bürür.
Bir kısım kimseler ertesi günkü zor vazifeler için
dinlenirken, sabah kadar el pençe divan duran insanlarda vardır. Sesini sinesine çekip
duygularıyla tıpkı bir mızrap gibi gönülden gönül ehline nağmeler dinleten bu
engin ruhlar kimbilir neler düşünür, neler söyler ve içlerinden neler geçirir. Kalp
sesleri her zaman kendilerini aşan bir seviyede cereyan eder ve meleklerin soluklarıyla
atsbaşıdır. Kalbini dinleyen ve kalbiyle konuşan bu zaman üstü insanlar, şimdi
seslendirdikleri bu gönül bestesinin yanında, daha önce, ondan da önce, duygu
mizrabıyla gönül telleri üzerinde duyurup duymaya çalıştıkları ne kadar nağme
varsa, hepsini bir koro gibi birden duyar, birden dinler ve geçmişlerini bu günle
beraber bir zevk zemzemesi halinde yudumlarlar.
Ufuklarda şafak emareleri tüllenmeye başlayınca, bir gün
önce Arafat’ta yaşanan ses–soluk, his–heyecan katlanarak bütünüyle
Müzdelife’ye akar.. akar ve tan yeri bir sürü his, bir sürü iniltiye karışarak
ağarır. Namaz dışı Hakk’a yönelişler, namaz içi teveccühler.. ve namazın
içine akıp kunutlaşan dualar herbiri Hakk’a yakınlığın ayrı bir buudu olarak
keyfiyetler üstü bir derinlikte eda edilirler. Bazen dört bir yanımızı saran ve
bütün duygularımızı okşayan bir ipek urba gibi.. bazen ümitlerimize fer ve
acılarımıza tesellibahş olan semavi eller gibi.. bazen ocaklar gibi yanan sinelerimize
su serpen birer tulumba gibi.. bazen ruhlarımıza en yüce hakikati duyurup
gönüllerimize ürpertiler salan ezanlar gibi.. bazen yıkılmış, dağılmış eski
dünyamızın parçalarını biraraya getirerek, özümüzden, ebediyetimizden,
dünyamızdan, ukbâmızdan öyle nânâralar duyururlar ki, kendimizi yeniden
keşfediyor, özümüzü daha yakından tanıyor, dünyaya farklı bir zâviyeden
uyanıyor, ukbâyı da ayrı bir yakınlık, ayrı bir netlik içinde görüyor gibi
oluruz.
Bu yalvarış ve yakarışlar, güneş ışınları yeni bir
günün müjdesiyle ufukta belireceği âna kadar da devam eder. Güneş doğarken de,
âdeta o âna kadar secdede olan başlar, bir başka yakınlığa ulaşmak için yeniden
“Şedd–i rihâl” eder ve yollara koyulurlar. Şimdi, önümüzde daha önce de
uğrayıp ve vadi vadi selam durup geçtiğimiz Mina var. Safvete ermiş kalplerin, düz
mantığa zimam vurup ruhun eline teslim edecekleri Mina.. teslimiyete ermiş gönüllerin
inkiyadlarını ortaya koyacakları Mina. Hz. Adem’den Hz. İbrâhim’e, ondan da insan
nev’inin Şeref Yıldızı’na kadar binlerin, yüzbinlerin akıl ve mantıklarını
gemleyip muhakemelerini kalple irtibatlandırdıkları Mina.. nihayet bütün bunlardan
sonra, şeytanı taşlarken nefislerimizin de paylarını aldıkları, ayrıca ibadetin
esası sayılan taabbüdiliğin ma’şeri vicdan tarafından temsil edildiği Mina.. Ve
şeytan taşlamanın yanında daha neler neler yapılır orada.. kurban, tıraş, hac
evsâbından soyunma.. ve yol boyu derinleştirilen konsantrasyondan sonra tam bir
metafizik gerilimle eda edilen farz tavaf bunlardan sadece birkaçı.
Hac yolcusu, evinden ayrıldığı andan itibaren, yol
boyu, nefis ve enâniyeti hesabına iplik iplik çözülür; kalbi ve ruhi hayatı adına
da bir dantela gibi ibrişim ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğunda
en eski fakat eskimeyen, en ezeli ama taptaze gerçeklerle tanışır ve halleşir.. ve
hiçbir zaman unutamacayağı edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar
için bu arzi fakat semâvi yolculuk, ihtivâ ettiği vâridât ve hâtıralarla daha bir
derinleşir ve ebediyet gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semânın renkleri,
hacıların sesleri gelir hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu
gönül gözlerimizde tüllenir durur.
Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de
olsa, ama mutlaka füsunlu daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir.
insan, onun hariminde her zaman efsânevi bir güzelliğe şâhit olur ve herşeyi en
olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâlihliliğini
paylaşan ruhlar, ebediyyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve
oraların öteler buudlu câzibesini ömürlerinin gurubuna kadar da asla unutmazlar.
*Bu yazı “Yeşeren Düşüncelen” isimli eserden alınmıştır. (TÖV Yayınları, İzmir, 1996)
KUTSALA YOLCULUK
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) Cihan Haber
Ajansı’na (CHA) her sene tanıdığı bir kişilik kontenjandan faydalanıp Hacca
gidiyorum nasip olursa.
Daha önce gerekli hazırlıkları yapıp işe gidiyor,
arkadaşlarla helalleşiyor ve Ankara’ya
ulaşmak üzere arkadaşlarla beraber havaalanına geliyoruz.
Uçak zamanında kalkıyor ve Ankara’ya
zamanında iniyor. Bu arada her hacı adayı gibi ben de Hac Rehberini okumaya
başlıyorum. Bu arada Zaman Gazetesi kontenjanından Mahmut Çebi ve Selahattin Sevi ile
buluşuyoruz. Bu tür yolculuklarda insanın ulaşabileceği, uyuşabileceği en az bir
arkadaşının olması kadar güzel bir şey olmasa gerek. Yaklaşık 1.5 saatlik bekleme
sırasında Hacc Rehberi’nin tamamını okumuştum. Oldukça faydalı bilgiler
içeriyordu. Ancak sapla saman karıştırılmış gibiydi. Çoğu sahih olmayan
hadislerle dua ve namaz salık veriliyor. Sadece Arafat’da vakfe ve Kabe’yi tavaftan
ibaret olan Hacc, 200–300 sayfalık bir kitapla, neredeyse yapılması imkansız bir
ibadet hüviyetine büründürülüyor. Ancak yine de bu mevzuda okunan her kitabın
hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Saat 20'de havalanarak Adana havaalanına iniyoruz.
Adana / 24.3.1998
Adana’ya kadar herhangi bir değişiklik ve hareketlilik
gözlenmiyordu. Ancak, Adana Havaalanı’nda iç hat yolcularının inmesiyle beraber bir
hareketlenme başlıyor. Biz ihrama ne zaman nasıl gireceğiz diye düşünürken arka
taraflardan soyunanlar beyaza bürünmeye başlıyor bile. Biz de arka tarafa giderek
ihram bağlamada tecrübeli olanların yardımıyla ihrama giriyoruz.
Yadırgamadık desek gerçeği söylememiş oluruz. Bir an insan
kendisini çıplak hissediyor ve etrafına bakmaktan kendisini alamıyor. Bir müddet
sonra ise artık her şey normal gelmeye başlıyor. Uçaktakilerin hepsi ihramlı değil,
kimileri akraba ziyaretine gidiyor, kimisi de işçi olması sebebiyle ihrama
girmemişler. Bu heterojenlik insanın hacc duygularını depreştiremeye engel oluyor.
Saat 22.05’i bulmasına rağmen hala bekliyoruz. Herhangi bir bilgi verilmiyor.
Cidde’ye gideceğimiz biletlerde yazılı ancak nereye nasıl, ne zaman, ne ile
gideceğimiz kerameten bilinecek bir durum. M. Çebi’ye soruyorum. O da, “Herkes
programını kendisi yapacak gidince göreceğiz”, diyerek her zaman ki
Karadenizliliğini gösteriyor.
Hedef Cidde
Saat 22.10’da
Adana'dan Cidde’ye doğru havalanıyoruz.
Uçakta fazla yolcu yok. Yaklaşık kapasitenin üçte biri dolu. O mübarek topraklara
giderken gazetelere yansıyan hali pür melâlimiz insana buruk ve derinden of çektirten
bir acı veriyor.
Uçakta servise diyecek yok. Her şey yerli yerinde ve zamanında
yapılıyor. Hacca niyetlenen insanların şu konuları muhakkak öğrenmeleri gerekiyor.
–İhramın bağlanış şekli ve yeri.
–Hac ve Umre çeşitleri.
–Sade olarak farzlar ve vacipleri.
–Ziyaret edilecek yerler ve özellikleri.
Hatta bir Hacı
adayının temel bilgi ihtiyacını giderecek tarzda bir belgesel yapılıp yayına
hazırlanması ve zaman zaman televizyonlarda yayınlanması elzem gibi.
Burma’lI Muhammed
Alİ
Gazetelerde daha önce çıkmış Hac ile ilgili yazıları
okurken sadece çenesinde alt dudağın orta kısmından çene altına inen 2 cm
genişliğindeki sakalıyla karayağız bir delikanlı ürkek bir şekilde Diyanet
görevlisi olup olmadığımı soruyor. Daha sonra tanışıyor ve aramızda uzun bir
sohbet başlıyor. Birmanyalı Muhammed Ali adındaki bu genç Gazi Tıp 1. sınıfta
okuyor. Türkiye’den gitmek daha ekonomik olduğu için (senelik 650 Dolar) ülkemizden
Hacca gitmeyi düşünmüş. Bu arada Birmanya'nın % 10’luk bir kesiminin Müslüman
olduğunu öğreniyoruz.
Tek başına Hacca niyetlenen Muhammed Ali’yi bir sürpriz
karşılamıştı. Bagajlarını verdikten sonra Adana’da milletin ihrama girdiğini
görünce çok uğraşmış ancak valizini bagajdan alamamış. Dolayısıyla ihramsız
bir durumda Cidde’ye inecek ve cezalı duruma düşecekti.
Cidde / 24.3.1998
Adana’da çok az
yolcu binmiş ve bunların çok azını hacılar oluşturmuştu. Cidde Havaalanına
yaklaşık 3 saat sonra, yani 1.30’da ancak inebiliyoruz. Önce Hacı olmayanları uçaktan indiriyorlar. Bir müddet sonra hacı
adaylarının perona alınmasına başlandı, ancak dünyanın hiçbir yerinde
pasaportumun bu kadar uzun zaman elden ele dolaştığına şahit olmamıştım.
Önce kapıda karşılanıyoruz. Pasaportlar gözden geçiriliyor.
Kurbanlık koyunlar gibi banklara oturtuluyoruz. Etrafımızda görevliler tur atmaya
başlıyor. İlk soru nereden ve kaç kişi geldiğimiz oluyor. Akabinde aşı
kartlarımız soruluyor ve Menenjit aşısı olmadığımız anlaşılınca bir odaya
alınarak aşı yapılıyoruz. Daha sonra ise kapılardan, koridorlardan imza
karşılığı geçmeye, geçerken de numaralanmaya başlıyoruz. Tam bitti derken yeni
birisi karşımıza dikiliyor, nihayet valizlerin olduğu yere geliyoruz. Bu sefer de M.
Çebi ve Selahaddin Bey’in valizlerini bulamıyoruz.
Diyanet görevlileri gerçekten çok girişken ve hızlı
çalışıyorlar. Onlar bulamadığımız çantalarının peşine takılırken, sıra
büyük problem oluşturacağı tahmin edilen kamera ve valizlerin gümrüğe
bildirilmesine geliyordu.
Görevliler kamera, kaset, dergi, hatta yazı konusunda oldukça
hassaslar. Kamerayı görür görmez birkaç kişi toplanıyor ve incelemeye
başlıyorlar. Bereket biraz İngilizce biliyoruz. Aksi takdirde, kameranın fiyatından
kasetlerin markasına varıncaya kadar yüzlerce ahiret sualine cevap vermemiz mümkün
olmayacaktı. Daha önce tecrübeli bir arkadaşımın niçin yeni kaset götürmemde
ısrar ettiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Kameralarda bulunan kaseti kamera üstünde
seyrettikten sonra öteki kasetleri de teker teker görmek isteklerini, kasetlerin
ambalajının dahi açılmadığını göstererek geri çeviriyorum. Daha sonra CHA
tanıtım dosyalarını uzun uzun inceliyorlar. Akabinde cep telefonlarından tıraş
makinasına, hatta ajandaların içine kadar bakmayı ihmal etmiyorlar. Tekrar çantaları
eski haline getirip görevlileri ziyaret turlarına devam ediyoruz. Nihayet kapıda birisi
bir çizgi atarak “halas” diyor ve çıkıyoruz.
Abartıyorum sanmayın, pasaportumuz yaklaşık 20 kişinin
imzasından, kaşesinden çizgisinden nasibini aldıktan sonra yaklaşık iki buçuk
saatte ancak geçebiliyoruz. Dışarıda Diyanet görevlileri ve yeni hacı adayları
bekliyorlar. Hep beraber irtibat bürosuna geçiyoruz.
Yatsıyı kılmak için abdest yeri arıyor ve hiç de temiz
olmayan bir WC’yi kullanmak zorunda kalıyoruz. Bir çadırı andıran yüzlerce
kilometrekarelik alanda ülke ülke reyonlar oluşturulmuş. Hacı adayları önce burada
bekletiliyor, daha sonra ise mukaddes topraklara gönderiliyorlar. Mahmut Bey terlik
almadığı için ihramın altına kundura giymek zorunda kalmıştı. Doğrusu çok komik
geliyordu. Din adamlarının, “İhram cinayeti”, işleyebilirsin, ikazlarına ve
meraklı bakışlara dayanamayınca beraber çarşıya gidip 10 riyala bir terlik
alıyoruz.
Mekke / 25.3.98
4 basın mensubu ve bir o kadar din görevlisi bir
minibüs ile yola çıkıyoruz. Havaalanı çıkışında ayrı bir pasaport kontrolünden
sonra başka bir minibüse geçiyoruz ve bir kaç, “Allem kullem”den (pasaport
kontrolünün yöresel ifadesi) sonra görevli olduğumuz için pasaportları vermeden
sabah namazını eda ederek Mekke’ye ulaşıyoruz. Suudi Arabistan’da bir beldeden
başka bir beldeye geçişte pasaportlara el konuyormuş. Diyanet yetkilileri bizim
önemli insanlar olduğumuzu bildirerek, binlerce dil döktükten sonra ancak kabul
ettirebildiler.
Yoğun bir kar yağışı ve soğuk bir havada kartopu
oynayan Ankaralılara veda ederken Mekke’de sıcak
bir havanın bizi beklediğini tahmin ediyorduk. Ancak köşe bucak gölge
kovalayacağımızı hiç zannetmiyorduk.
Kaynatan sıcağa rağmen Mekke’nin haram aylarda büründüğü
asude iklim her Müslüman’ı ayrı bir atmosfere götürüyor. Bu vuslat aşkını
aslında daha Mekke’ye gelmeden, Adana’da verdiğimiz molada hacı adaylarımızın
uçakta bütün dikişli elbiselerinden arınarak ihrama girmeleriyle yaşıyoruz.
Havaalanında her yıl tekrarladıkları, “Hacı sabır”,
sahnesini yine uyarlayan, hacı adaylarını bavullarının en ince noktalarına kadar
inceleyen memurlara bile artık kızamadığımızı fark ediyoruz. Kabe, adeta kendine
çağırıyor bizi. Biz de Mekke’ye ayak bastığımız gün bu çağrıya icabet
etmenin mutluluğunu yaşıyoruz.
Burada yerel saat bize göre bir saat ileri. İnsan uyumda
bayağı zorlanıyor. Diyanet, Mekke’de 60
Medine’de ise 80 otel tipi ev tutmuş. Biz de basın için ayrılan Mesfele semtindeki
51 numaraya yerleştirildik. Bir oda, benimle birlikte Mahmut Çebi, Selahaddin Sevi,
Medine muhabirimiz Seyyit Söme'ye ayrılmıştı.
Mekke’de Her Nimet Var
Gerek seyrettiğimiz filmlerden gerekse de coğrafya bilgilerimize
dayanarak Mekke’nin çöllerle çevrili bir il olduğunu, dolayısıyla Türkiye’de
bulunan birçok sebze ve meyvenin burada bulunamayacağını tahmin ediyorduk. İlk
rastladığımız manavda domatesten hıyara, patlıcandan sivribibere, patatesden semiz
otu ve soğana kadar her türlü sebzenin mahalle bakkallarında bile satılıyor
olmasına, özellikle yerli malı olmasına oldukça şaşırıyoruz. Tarıma önem veren
Suudi Hükümeti’nin teşvikleriyle burada birçok sebze ve meyve üretiliyor. Şehir
içi ve çevresi bahçelerle yeşillenmiş durumda.
Tavaf / 25.3.1998
Dinlenip saat 15’de tavafa girip hac–ı temettu’nun
ilk aşamasını gerçekleştirmeyi düşünüyoruz. Ancak ani fikir değişikliğiyle, o
kadarına tahammül edemeyeceğimize kanaat getirerek sabah saat 6.30’da muhteşem ve
mübarek mabed Kabe’yi büyülenmiş atmosfer içerisinde tavafa başlıyoruz.
Kabe’yi uzaktan görmek oldukça zor. Mahfillerin altında geçiyor ve binlerce insanın etrafında pervane gibi
döndüğü bu kutsal yapıyla adeta büyüleniyoruz.
Bütün Müslümanların dünyevi ayrıcalıklarından
sıyrılarak tek bir bütün oldukları tavaf nehrine bir damla olarak katılıp
döndükçe yükselen halet–i ruhiyeyle
zirveye ulaşmaya çalışıyoruz.
Tavafın ilk turunda (Şavt) oldukça zorlanıyoruz.
Alışık olmadığımız manzaralarla karşılaşıyoruz. Kimileri namaza durmuş,
kimileri rükuda, kimileri secdede kimisi ise bizim gibi, “Remel”, yaparak ilk üç,
“Şavtı”, tamamlamaya çalışıyor.
Kadın erkek karman çorman bir insan selinde yürümek oldukça zor oluyor. Hele kimseye
çarpmadan, üstüne basmadan yürümek, tavaf etmek isteyenler için imkansız gibi bir
şeydi.
Bir müddet sonra alışıyoruz. Çünkü dışarıdan (Kabe’nin
uzağından) tavaf yaparsanız fazla problem çıkmıyor. Sadece Şavt ve tavaf
başlangıç yerini gösteren ve “Hacer–ül Esved”i selamlama çizgisinde izdiham
görülüyor. Onun dışında yolumuzun uzaması hariç hiçbir sıkıntıyla
karşılaşmıyoruz. Son turlara doğru ise Kabe’ye yaklaşıp dokunuyor, gelmişken
Hacer–ü Esved’i öpelim diyorum. Ancak ne mümkün. Arı kovanına girmek isteyen
arılar misali gözü yaşlı hacılar başını içeri koyup öpmek istiyor. Ve
yakalayınca da bırakmıyor. Görevli üç dört polis, “Şurti”, engellemeye
çalışıyor, ama nafile. İnsanlar adeta ölmek için birbirini ezmeye aldırmadan
dalışlar yapıyor.
Tam dokunup öpmek üzereyken ezilmek üzere olan bir yaşlı
teyzeyi farkediyor. Onu kurtarmaya çalışıyorum. Sadece dokunmayla yetinerek, “Kara
Taş”dan, ayrılıyor ve Hicr'e yakın yerde tavaf namazını kılarak fazladan bir tur
daha atıyoruz. Akabinde Safa Tepesi’nin en uçtaki taşına kadar çıkıp Merve
tepesine doğru, Hervele yaparak yürüyoruz. En orta Tramvay şeridini andıran
gidiş–gelişli tek şeritli yolda yürüyemeyeler tekerlekli koltuklara konarak hızlı
bir şekilde koşturuluyor. Tavafta da, üzerine bir hacı bindirilmiş dört kişinin
fesleri üzerine oturtulmuş ve, “Şibriyye”, denilen tahtırevanla eziyet tanımaz
bir biçimde tavaf ettirmeleri oldukça garip geliyor bize.
Safa ve Merve arasında yapılacak ve adına Say denilen ibadet
için ise Şibriyye’ler yerine sakat
koltuklarına benzer araçlarla bu işlem icra
ediliyor. Say sırasında zaman zaman bu koridoru veya şeridi, tenha olması hasebiyle
biz de kullanıyoruz. Ancak tekerlekli koltuklular bundan pek hoşlanmıyorlar.
Dışarıdan insanların kendi ekmek yollarında ayak altında dolaşmasını, pek
hazmedemiyorlar. Bağırıp çağırarak ikaz ediyorlar. Çünkü vakit onlar için de
nakit anlamını taşıyor.
Nihayet dört gidiş üç geliş yaparak dördüncü gelişi de
Kabe’nin dışından yapıyor ve yorgun argın bir şekilde mekana dönüyoruz. Saç
kısaltmadan sonra gusül ile ihramdan çıkıyor ve entarilerimizi giyiyoruz.
İstirahat edeyim diyorum ancak ne mümkün. 5–10 dakika sonra ayaklar şişmiş, bacaklar tutulmuş, müthiş
bir başağrısıyla uyanıyorum. Ancak manevi olarak alınan haz herşeye değiyor
doğrusu.
İnsanın mukaddes topraklarda bulunması, Efendimiz’in
(sav) ayak izlerinin tozuna bulanması kadar güzel bir duygu olamaz. Savaşların cereyan
ettiği, Efendimiz (sav) aleyhinde binbir entrikanın çevrildiği, ancak yüce Nur’un
söndürülmesine muvaffak olunamadığı bir yer olması itibariyle İslam tarihinin
büyük bir bölümünün yaşandığı Mekke’de bulunmak, şükrü icap eden bin
lütuftur.
Arafat / 25.3.1998
Saat 3.30’da basın mensupları olarak topluca
Arafat’a doğru hareket ediyoruz. Mekke’ye yaklaşık 25 km mesafede bulunan Arafat
Efendimiz’in, “Hac Arafattır”, buyurarak (Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace) taltif
ettiği yer. Bilinenin aksine Arafat dağlarla çevrelenmiş geniş bir düzlük.
İmkanlar ölçüsünde iyi ağaçlandırılmış denilebilecek kadar yeşile
büründürülmüş olan bu ova, hacıların gelmesi ile birlikte dünyada benzerine
rastlanmayacak saygın bir çadırkente dönüşecek.
Efendimiz (sav) 632 yılında Ashabıyla birlikte ifa ettiği
hac’da 100 bini aşkın Müslüman’ın huzurunda tarihî veda hutbesini de burada irad
etmiştir. Yine burası Efendimiz’in (sav) Yüce Yaratıcısı’na, ümmetinin
affedilmesi için yakardığı ve Cenab–ı Hakkın kabul ettiği yerdir. Mescid–i
Nemire' de ihtişamlı yapısıyla burada arz–ı Endam ediyor.
Cebel–i Rahme /
26.3.98
Hz. Adem ve Hz. Havva’nın cennet sonrası ayrılığı
burada nihayet bulmuş. Arafat düzlüğünün kuzey bitiminde başlayan yerde, 20–30 m
yüksekliğindeki tepenin zirvesinde 2–3 metre boyunda bir dikilitaş bulunuyor. Üzeri
batılıların alçılar üzerine yazı yazma adetlerini andıran yazı ve notlarla dolu.
Başka bir bolluk ise seyyar satıcılar ve her çeşit takı örnekleri.
Efendimiz’in (sav) Arafat vakfesini bu tepenin
yakınında yaptığı ve vakfe esnasında İslam’ın kemale erdiğini anlatan ayetin
inzal olunduğu söylenir. “Bu gün size dinimizi kemale erdirdim. Üzerinize nimetimi
tamamladım ve sizin için din olarak İslamı seçtim”, (Maide 3) buyurularak
İslam’ın kemale erişi bildiriliyordu. Boş diyebileceğimiz bu mekanlar bir kaç gün
içinde mahşeri bir kalabalığı ağırlayacak.
Mina / 24. 3. 1998
Daha sonra Mina’ya revan oluyoruz. Burası da konuklarını
ağırlamak için harıl harıl hazırlıklar içinde. Çok uzaktan ancak görüntü
alabiliyorum. Adımbaşı bir polis dikilmiş, kuş uçurtmuyor, görüntü alma
isteklerimizi şiddetle geri çeviriyorlar. Bu sahanlık Hz. İbrahim’in oğlu
İsmail’i kurban etmek istediği yer. Dolayısıyla hacılar kurbanlarını burada
kesiyorlar.
Yanmayan Çadırlar
Daha önceki yıllarda, ufak bir ateş kıvılcımından büyük
yangınların çıktığı Mina mevkiinde yüzlerce insan can vermişti. Yangınların
genişlemesine büyük rol oynayan çadırlar, bu yıl kullanımdan kaldırılarak yerine
yangına dayanıklı maddeden üretilen çadırlar hizmete giriyor. Suudi Arabistan İmar
ve İskan Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaya göre söz konusu proje için
toplam 3 milyar riyallik bir yatırım yapılmış.
Yedi ay içerisinde yapımı tamamlanan ve 500 bin hacının
yararlanacağı, 10 bin 838 çadırın yapımında 180 şirket yer almış. Çadırların
yapımında 970 bin metrekare kumaş, 10 bin ton metal direk kullanılırken, yeni yangın
tehlikelerine karşı 912 adet yetmiş beşer tonluk su tankerinin çadırların arasına
yerleştirilmesi planmış.
Mina’da tüpgazların kullanılmasını da
yasaklayan yetkililer 12 özel uçakla havadan Mina’yı devamlı olarak kontrol
edecekler.
Diğer Sayfalar --> | 1 | 2 | 3
| 4 | 5 |
|