|
|
Prof.Dr. Hayrettin KARAMAN | |
D - ABBASİLER'İN SONU VE SELÇUKLULAR DEVRİNDE' FIKIH (Duraklama Devri) 1. Siyasî durum Abbâsilerin ilk yüz yılının sonlarına doğru ba- zı bölünmelerin vukubulması ve beylikler'ın kurul- masına rağmen merkezi otorite ortadan kalkma- mış idi. Ancak zamanla merkezi otorite zayıfla- mış, bölünmeler müstakil devletler hâlini almaya başlamış, halifeye bağlılık şekilde kalmıştır. Artık bu küçük devletlerin (tavâif-i mülûk) aralarında birlik ve karşılarında tek düşman yoktur. Herbiri diğerinden çekinmekte, zaman zaman savaşmak- tadırlar. Nihâyet 428/1035 tarihinde istiklâllerine kavuşan Selçuklular Doğu'dan Batı'ya doğru iler- lemişler, birçok devleti haritadan silmişler, Bağ- dâd'ı Şii Büveyhilerin nüfuzundan kurtararak ha- lifeye (el-Kaim bi-emrillah'a) itibârını iâde etmiş- lerdir. İlerde Irak-Horasan, Kirman, Suriye ve Ana- dolu Selçukluları şeklinde bölünecek olan bu ha- nedânın son kolu 1308 tarihine kadar iktidarda ka- lacaktır. Selçukluların en muhteşem çağında ülkenin sınırları Kaşgar'dan Boğaziçi'ne, Akdenize; Kaf- kaslar ve Aral gölünden Hind Denizi ve Yemen'e kadar uzanıyordu. 2. Fıkıh tarihi bakımından devrin özellikleri: Merkezi otoritenin sarsılması ve çeşitli İslâm devletlerinin kurulması, aralarında barışıp savaş- maları, hak-bâtıl birçok fikir cereyanının İslâm dünyasında doğup yayılması olaylarına paralel olarak fikri hayat gelişme göstermiş, çeşitli ilim- lerde önemli ilerlemeler kaydedilmiş, kültür zen- ginleşmiştir. Ancak fıkıh sâhasında önceki devirle- re nisbetle gelişme ve ilerleme değil en azından duraklama göze çarpmaktadır. Artık müctehid imamlar çağının hür ve mutlak ictihadı, olmuş ola- cak meselelere doğrudan Kitâb ve Sünnet ile diğer kaynaklardan (delillerden) çözüm arama faaliyeti yerini taklitçiliğe; yani önceki üstad ve müctehid- lerin dediklerini tekrara, demediklerini de dedik- lerine bakarak çözme usulûne bırakmıştır. Bu yol taklit rûhunu hâkim kılmış, taklitçilik faydasız münâzara ve münâkaşalara yol açmış, her ikisi birden mezheb taassubuna vücut vermiştir. Bu ruh haletini, davranış ve vâkıaları, sebepleriyle birlik- te ayrı başlıklar altında ele almakta fayda vardır: a) Taklit ruhu: Burada tâklitten maksadımız -Fıkıh usulünde söz konusu edilen mânasıyle- "bir müslümanın, dini hayatında, Kitab ve Sünnet'teki delillerine bakmaksızın, müctehidlerin dediklerini uygulama- sı, onlara uymasıdır." Taklit ruhu tâbirinden mak- sat ise müslümanların davranışlarında taklidin hâ- kim hâle gelmesi, toplumda tâklidin tabîi ve meş- ru tek yol gibi telâkki edilir olmasıdır. "Bilmiyor- sanız ilim ehlinden (bilenlerden) sorun" meâlin- deki âyete göre (el-Enbiyâ: 21/7) bütün müslü- manların müctehid olması; yâni dini yaşamak için gerekli bilgileri doğrudan doğruya Kitab, Sünnet gibi ana ve tâli kaynaklardan çıkarması gerekmi- yordu. Bilenler, ehliyetli olanlar ictihadlarıyle bil- gi elde ediyor ve bunu uyguluyorlar, bilgisi yeter li olmayanlar ise bilenlere sorarak ihtiyaçlarını gi- deriyorlardı. Ancak taklit ruhu hâkim olmadığı za- manların (önceki devirlerin) iki özelliği vardı: aa) Soranlar müctehidin şahsi reyinden ziya- de delili (hükmün, Kitab ve Sünnet'ten kaynağı- nı) soruyor, bunu bulup anlama ve uygulama ba- kımından âlimlerden istifade ediyorlardı. ab) Sualde şahıs değil, vereceği bilgi önemli olduğu için, bunu kimde bulabileceklerini ümit ediyorlarsa ondan soruyorlar ve bir meseleyi bi- rinden sormuşlarsa, bir başkasını da diğerinden sormakta tereddüt etmiyorlardı. Taklit ruhunun hâkim olduğu devirden itibaren dini kaynağın ye- rini şahıslar aldı; Kitâb ve Sünnet'in ne dediğine değil, şu veya bu müctehidin ve yalnız birinin ne dediğine bakıldı; bu arandı, bu soruldu. Bu devrin büyük âlimlerinden el-Kerhi'nin (v. 340/951) "Mez- hebimizin hükümlerine (hanefi ictihadlarına) uy- mayan âyet ve hadisler bulunursa bunlar ya tevil edilmiştir (farklı bir yoruma tâbi tutulmuştur) ya- hut da neshedilerek yürürlükten kaldırılmıştır." de- mesi bu rühun tipik bir ifadesidir. Yâni müctehi- din sözü esastır; mezhebin hükmü, müctehidin ic- tihadı buna aykırı görünürse âyet ve hadisle amel edecek yerde "-imamımız bu âyet ve hadîsi gör- müştür, ancak onları uygulamayı engelleyen (ne- sih gibi) bir sebep bulunduğu veya farklı anladığı için onlarla amel etmemiştir der, yine müctehidin sözüne uyarız." denilmek istenmiştir. Bu devirde ictihadın durmasını, tek mezhebi taklidin böylesine yaygın hâle gelmesini sağlayan âmiller (sebepler) vardır: aa) Yetişkin talebe: Üstad müctehidlerin ye- tiştirdiği üstün talebeleri öğretim, hâkimlik, müşâ- virlik gibi mesleklerle toplum içinde yerlerini alın- ca, kendi üstadından okumuş medrese arkadaşla- rını, aynı üstadın diğer talebelerini çeşitli vazife- lerin başına tercihan getirmektedir. Bütün bu ye- tişkin öğrencilerin üstadlarına bağlılıkları tabiidir. Ayrıca bir kimsenin üstadının büyük, övgüye ve itimada lâyık olmasında, kendisi için de -bu va- sıflardan- pay vardır. İşte bu sosyal-psikolojik durum mezheb imamları etrafında kümeleşmelere. kümeler arasında duvarların oluşmasına yol aç- mıştır. ab) Hukukî istikrar ihtiyacı: Ülkenin bütün mahkemelerinde, belli dâva ve meseleler için bel- li hükümlerin (yaklaşık olarak) verilmesine hu- kuk güvenliği ve istikrarı bakımından ihtiyaç var- dır. Bu ihtiyaç da tayin edilecek hâkimlerin hangi ictihada göre hükmedeceklerinî önceden bilmeyi gerektirir. Kanunların yapılmadığı, örf, âdet ve ic- tihadlara göre hüküm verildiği bu devrelerde müs- takil müctehid hâkimler yerine, ictihadları belli bir müctehide tâbi (onun talebesi veya mukallidi) bir hâkimi tayin etmek emniyet ve istikrar icabı sayılmıştır. ac) Siyâset ve vakıf müesseseleri: Bazı halife ve sultanlar çeşitli sebeplerle belli bir müctehidin mezhebini tercih etmişier; bu tercih sebebiyle müf-- tü ve hâkimler de aynı mezhebin tâbileri arasın- dan seçilmeye başlanmıştır. Bazı hayır sahipleri yatılı öğretim yaptırılmak üzere tesis ettikleri vakıflarda muayyen bir mez- hebe göre öğretim yapılmasını şart koşmuşlar, bu da taklit ve mezhebciliğin gelişmesinde rol oyna- mıştır. b) Muvazaa ve münakaşalar: Daha önceki devirlerde gerçeği bulmak, ona teslim olmak maksadıyle yapılan münâzaralar bu devrede hem aşırı derecede yayılmış, âdetâ moda halini almış, hem de gerçeği bulma yarışı olmak- tan çıkıp kendini isbat etme, üstün gelme, mezhebin propagandası yapma, şöhret ve nüfuz sağlama he- deflerine yönelmiştir. c) Mezhep taassubu: Daha önce de mezhebler, bunların imanlıları ve tâbileri bulunmasına rağmen aralarında sevgi, dostluk, kardeşlik ve müsâmaha havası hâkim bu- lunuyordu, gerektiğinde birbirlerinden istifade ediyorlardı. Hicri üçüncü asırdan itibaren bâşla- yan mezheb taassubu, mezhebe körü körüne bağ- lanmak, onu her ne pahasına olursa olsun savun- mak, gerçeği yalnız onda görmek... gittikçe güç- lenmiş ve şu neticeleri doğurmuştur: aa) Tefrika ve tahrip: Mezhebler, dini anla- mak ve uygulamak için mektep ve vâsıta olarak değil, dinin ta kendisi gibi telâkki edildiği için mez- hebler arasında ikilik meydana gelmiş, İslam üm- metinin birliği tehlikeye düşmüştür; öyleki, bazı zaman ve yerlerde farklı mezheblere bağlı müslü- manlar birbiriyle kıyasıya kavgaya tutuşmuş, kan- lar dökülmüş ve şehirler tahrip edilmiştir. ab) Hatada ısrar: Taklitçi, delile ve kaynağa değil, şahsa bağlı bulunduğu için, kendi imamı dı- şında bir âlim, delile dayalı gerçeği ortaya koysa dahi, bunun karşısında direnmiş, " böyle olsa idi bunu benim imamım da bilirdi." demiştir. Halbu- ki büyük müctehidler dahi bildikleri yanında bil- mediklerinin de bulunduğunu itiraf etmişlerdir. Ayrıca "İctihadında hata", edene bile sevap vâde- den hadis müctehidin hatâ edebileceğini prensip olarak ortaya koymuştur. ac) İctihada ve müctehidlere karşı çıkmak: Ki- tâb ve Sünnet bile bütün meseleleri karşılamak id- diâ ve maksadı taşımadığı halde mutaassıp mez- heb saliklerinden her biri, kendi imamının olmuş olacak bütün meseleleri çözdüğünü, artık ictihada |
ihtiyaç kalmadığını, insanların müctehid olabilme kabiliyyet ve imkanını da kaybettiklerini, ileri sürerek hem ictihad hareketine karşı çıkmış, hem de ehliyetli kişilerin müctehidliğine itiraz etmiş, cesaret kırıcı davranışlarda bulunmuşlardır. ad) İctihad kapısının kapanması: Mutlak ve müstakil vasıflarıyle ifâde edilen ictihadın en üs- tün derecesinde bulunan müctehidler bu devrede yok denecek kadar azalmış, bunların yerini alan müntesib müctehidler (genellikle usulde ve kıs- men füru'da (detayda) birinci derecedeki müctehide tâbi olan müctehidler) beşinci asra kadar yeterince bu- lunmuş, bundan da sonra "tahric ehli" denilen daha, aşağı derecedeki fıkıh bilginleri, önceki müc- tehidlerin çözdükleri meselelere ve kullandıkları usule bakarak boşlukları doldurmaya çalışmışlar- dır. Şu halde yukarda özetlenen sebepler yüzün- den, incelemekte olduğumuz devirde mutlak ve müstakil ictihad kapısı -ehliyetli bilginler yetiş- mediği ve buna meydan da verilmediği için- ken- diliğinden kapanmış, onu yeniden açacak ve üm- meti vebalden kurtaracak müctehidleri beklemeye başlamıştır. Gerçi her asırda ictihad ehliyet ve se- lâhiyetini taşıyan birkaç bilgin bulunmuştur; an- cak bunlar geçmiş asırlardaki keyfiyet ve kemiyet ile ölçülemezler. 3. Tedvin ve kitaplar Fıkıh konusundaki ilmi çalışmalar ve bu çalış- maların kitaplaştırılması hareketi devam etmiştir. Metod ve maksatlarına göre yazılan kitapları üç grup içinde görmek mümkündür: a) Mezheb , hükümlerinin (ictihadların) usûl ve dayanaklarını ortaya koymayı hedef alan ki- taplar: Mezhep imamının ictihadını açıklayabilmek ve boşlukları onun usûlüne göre doldurabilmek için imâmın usûlünü (metodolojisini) ve benimsediği hükümlerin illetlerini (sebeplerini bilmeye ihtiyaç vardır. Hâdise ve şeylerin dînî-hukuki hükme temel teşkil eden vasfına illet veya menât denir. Bunu tesbit için yapılan ilmi çalişmaya da «t a h r i c u ' l- m e n â t» adı verilir. Müctehidler kıyas yapmak için nas ile sâbit hükmün illetini ararlar. Daha alt derecede bulunan fıkıh bilginleri (ehl-i tahric, el- muharricun) ise bu müctehidlerin kıyas ve ictihad- larının illetini araştırır, hükümlerini buna bina ederler: İşte bu usulü ve illetleri tesbit maksadıyle yapılan çalışmalara örnek olarak el-Kerhî, ed-De- bûsi (v. 439/1039) , el-Cessâs (v. 370/980) ; el-Bezde- vî (V. 490/1097), es-Serahsi (v. 483/1090) gibi ha- nefi bilginlerin usûl konusundaki eserlerini göste- rebiliriz. İmam Şâfii usulünü bizzat yazdığı için şâfii fıkıh bilginleri meselelere (fürua) bakarak usulü tesbit mecburiyetinde kalmamışlardır; onlar- da usulden fürua uzanan bir metod gelişmiştir. İmamu'l-Harameyn (v. 478/1085)in el-Bürhân, Gaz- zâli'nin el-Müstasfâ isimli usul kitapları da bu nev' in örnekleridir. b) Tercih maksadına yönelmiş eserler: Bir mezhebe âit ictihadlardan aynı konu ile ilgili olanlar arasında tezat bulunursa bunlardan birini diğerine tercih etmek gerekecektir. Bu ter- cih de rivâyet ve dirâyet tercihleri olmak üzere iki nevidir. aa) Rivâyete bakarak tercih: Aynı müctehidden birbirine zıt iki ictihad nak- ledilmiş olursa bu ya râvilerden (bilgiyi nakleden- lerden) birinin hatâsından, yahut da imamın mez- kür görüşlerden birini terkedip diğerini benimse- miş olmasından ileri gelmiştir. Bu durumda önce- likle râvilerin durumuna ve nakil metodlarına ba- karak sağlam olanını diğerine tercih etmek gere kir. Bu cümleden olarak Ebu-Hanife fıkhını nak- leden İmam Muhammed'in el-Cevzecâni, Ebu-Hafs el-Kebîr gibi râvileri sağlam bulunmuştur. Şâfiî mezhebinde er-Rabi', Mâliki mezhebinde İbn el-Kâ- sim diğerlerine tercih edilmiştir. ab) Muhtevâya bakarak tercih (dirâyet yoluy- la tercih): Rivâyet yolları eşit kuvvet ve sağlamlıkta ol- duğu halde aynı müctehidden, yahut da bir mez- hebin müctehidler grubundan, birbirine zıt olarak nakledilen ictihadlar dirâyet yoluyla, buna ehil olan bilginler tarafından tercih edilecektir. Bunu yapanlar müctehidlerin mesele ile ilgili ihtisasla- rını, ictihadın asıl kaynaklara (delillere) uygunlu- ğunu, toplumun örf, âdet ve ihtiyaçlarını, azınlık ve çoğunluğu göz önüne alarak tercih işini yü- rütmektedirler. Hanefî mezhebinde daha önce ismi zikredilen el-Kâfi ve el-Mebsut isimli eserler, mâ- likî mezhebinde Sehnûn'un el-Müdevvene'si, ve bunun üzerine el-Kayravâni'nin yaptığı ihtisar, Şa- fii mezhebinde Ebû-İshak eş-Şirâzi'nin el-Mühez- zeb'i, Gazzâli'nin el-Basit, el-Veciz, el-Vasit isimli eserleri bu nev'in örnekleridir. c) Mezheb müdâfaasını hedef alan eserler: İlmî münâkaşalar meclislerde sözlü olarak ya- pılmakla kalmamış, kitaplara da intikâl ederek " H i l â f " isimli bir dalın doğmasına sebep olmuş- tur. Hilâf kitaplarından bir kısmı ya mezheb için- de, yahut da mezhebler arasmdaki ihtilâflı konula- rı bölüm bölüm ele alarak daima bir mezhebin (ya- zar'ın mensup bulunduğu mezhebin) müdâfaasına yönelmiştir. el-Mebsüt, el-Mühezzeb, ed-Debûsi'nin Takvimu'i-edille'si bu neviden kitaplardır. d) Mezhebler arası tercihe yönelik eserler: Hilâf kitaplarının bir kısmı da daima tek mez- hebi haklı çıkarmaya uğraşacak yerde asli ve tâli delillere bakarak en haklı ictihadı tesbit ve müdâ- faa maksadına yönelmiştir. Taberi'nin İhtilâfu l-fu- kahâ'sı, İbn Rüşd'ün Bidâyetü l-müctehid'i (zaman zaman) , İbn Hazm'ın el-Muhallâ'sı bu maksadı he- def almış eserlerdendir. Bu mânada tercih günü- müze kadar devam etmiş ve bu metod ile değerli eserler verilmiştir. 4. Adliye teşkilâtı ve kanun Başlangıca nisbetle zaman içinde kadıların va- zife ve selâhiyetleri de genişlemiş, evvelce medeni ve cezâi dâvalara bakan kadılar artık vakıflar, va- siler, emniyet ve belediye işleri, darbhâne ve bey- tü l-mâl gibi müesseselerle de meşgul olmuşlardır. Harun Reşid zamanında ihdas edilen ve günümüz- deki adâlet bakanlığına benzeyen kadı'l-kudatlik makam ve vazifesi devam etmektedir. Kadı'l-kudâ- tın büyük bir dairesi; kâtip, muhâfız, mübâşir, si- cil muhâfızı gibi memurları vardır. Şâhidlerin ifâ- delerinin mûteber olabilmesi için sâbıkasız ve dü- rüst olmaları gerekmektedir; bunun için de Şâhid tezkiye müessesesi mevcuttur. Kadılar, Abbâsilerin sembolü olan siyah renkte cübbe giymekte, başla- rına uzun bir kavuk giyip üzerine siyah sarık sar- maktadırlar. Hükümler umumiyetle Hanefi Mezhe- bi'ne, kısmen de Şâfii Mezhebi'ne göre verilmekte- dir. Şer'i mahkemelerin yanında inzibatsızlık, itâ- atsizlik (anarşi), siyâsi mâhiyetteki suçlar vb. ile meşgul olan örfi mahkemeler de vardır. Ordu men- supları ile ilgili dâvalar için kadı-askerler mevcut- tur. Bu devirde, fıkıh bakımından ilmi hayatın özel- mıştır; mahkemelerde hükme esas olmak üzere fı- kıh ve fetvâ kitaplarıyle örfü-âdet ve mesâlih gibi prensipler kullanılmaktadır. Bazı müellifler << Şerîate aykırı vergi ve ceza- ların bulunduğuna, milli örf ve âdetlerin hükme kaynak kılındığına, ıkta, usülû gibi farklı toprak rejimlerine...>> bakarak Selçukluların kısmen de ol- sa laik bir hukuk tatbikatına yer verdiklerini id- dia etmektedirler. Halbuki «dinin devlet ve idâre işlerine karıştırılmamasıa mânasında bir laiklik te- lâkkisi ve uygulamasını bu devrede düşünmek mümkün değildir, Bu düşünceye mesned teşkil eden ve delil olarak kullanılan mezkür tasarruflar iki sebeple vücut bulmuştur: a) Bazı idârecilerin halka ve hak ehli ulemâ- ya rağmen şeriat dışına çıkmaları, gûnah ve zu- lüm yoluna sapmaları. b) Genellikle . idârecilerin, şeriat tarafından kendilerine verilmiş bulunan selâhiyeti kullanma- ları. Meselâ esirlere yapılacak muâmele, fethedilen toprakların dağıtılmayarak amme menfaatine en uygun şekilde işletilmesi vb. hususlarda ülü'l-em- rin (idârecilerin) geniş selâhiyetleri vardır. İlk ha- lifelerden beri idareciler, bilginlerle istişâre ederek -naslara aykırı olmayan noktalarda- ümmet için en faydalı olan uygulamaya karar vermiş ve bunu icra etmişlerdir. Vergiler, toprak rejimi ve bazı müesseseler bu tasarruflar cümlesindendir. Ceza hukuku sâhasındaki tasarruflara gelince bunların da çoğu takdiri idârecilere bırakılmış bulunan " t a z i r " sahasına girmektedir. Nasların belirledi- ği çok sınırlı suç ve ceza dışında kalan suçlar ile bunların cezalarınm tesbiti devlet başkanının vazi- fe ve selâhiyetleri içinde yer almaktadır. |