|
|
Prof.Dr. Hayrettin KARAMAN | |
Hukukun zaman içindeki gelişmesini iç ve dış faktörleri ile beraber takibe elverişli olduğu için devreleren ayırarak incelemek adet hâline gelmiş- tir. Biz de buna uyarak İslâm hukuk tarihini baş- langıçtan zamanımıza kadar altı devrede içinde önemli değişme ve gelişmelerin vukubuldugu za- man parçasında ele alacağız. Bunlar sırayla Hz. Peygamber, Sahabe, Abbâsiler, Selçuklular. Moğol istilasından Mecelle'ye ve son devir başlıklan al- tında verilecektir. A - HZ. PEYGAMBER DEVRİ Bu devir, İslam Hukuku'nun kuruluş devresi olması ve hukukun temeli olan vahyin bu dönem içinde sona ermesi bakımından çok önemli olup iki kısımda ele alınmaktadır: 1) Mekke devri: Milâdi 610 yılında kendisine vahiy gelmeye başlamak suretiyle peygamber olan Muhammed Mustafa (s.a.) doğup büyüdüğü Mekke şehrinde, en yakınlarından başlamak üzere İslam'ı (kendisi- ne vahiy yoluyla bildirilenleri) insanlara ulaştır- maya, anlatmaya başlamış ve bu işe yaklaşık onüç yıl devam etmiştir. Bu müddet içinde Kur'an-ı Ke- rim'in üçte birine yakını Allah tarafından vahye- dilmiştir. Ancak Mekke devrinde nazil olan ayet- lerin çoğu iman ve ahlâk ile ilgilidir. İslam Huku- ku'nun iman ve ahlâk ile sıkı ilişkisi göz önüne alı- nırsa temelin de bu devrede atıldığı söylenebilir. Hukuk ve ibadetle ilgili az sayıdaki ayet, teferru- âtı geleceğe bırakarak prensipleri ve temel hüküm- leri vazetmektedir. 2) Medine devri: Hz. Peygamber Mekke ve yakınlarında İs- lam'a dâvet vazifesini büyük bir gayretle sürdür- müş. fakat toplumda istediği köklü kültür deği- şimini meydana getirememiştir. Mekkeliler eski iman ve düzenlerinden vazgeçmemek hususunda direnmiş, Rasulullah'ı dâvasından vazgeçirmek için hemen her yola başvurmuşlardır. Onüç yıllık mü- câdeleden sonra Allah'ın izni ile eski adı Yesrib olan Medine'ye hicret edilmiştir. Medine'de birbi- rine düşmüş iki arap kabilesi ile bunların ihtila- fından istifade eden yahudiler bulunuyordu. Yeni gelen Mekkeli müslümanlar (muhacirün) ile bun- ları yeni bir hukuk ve cemiyet nizamı içinde ade- tâ yeni baştan inşa etmek gerektiği için vahiy de ibâdetler, cihad, aile, miras, ceza, muhakeme usulü, borç münâsebetleri ve devletler arası iliş-- kilere yönelmiş, bu sâhaları düzenlemeye koyul- muştur. Vahyin hukuk nizamını tesisi iki şekilde olu- yordu: a) Bazı olaylar ve problemler ortaya çıkıyor, müslümanlar Hz. Peygambere başvurarak çözüm istiyorlardı. Bunun üzerine ya âyetler geliyor, ya- hut da yalnızca mâna ve hüküm Allah Rasülü'nün zihnine doğuyor (Allah tarafından vahyediliyor), bunu ifâde etmek ve uygulamak da kendisine dü- şüyordu. İşte bu ikinci şekil -birincisinden ayırde- dilmek maksadıyle- Sünnet diye adlandırılmıştır b) Bazı hallerde ise problem ve sual beklen- meden hukuki hükümler vazediliyor, hukuk niza- mının binası parça parça tamamlanıyordu. Şura (işlerin danışma yoluyla- idaresi), zekat ile ilgili miktarlar, aile ve ceza hukuku ile ilgili bazı kaide- ler ve hükümler doğrudan vazedilenlere örnektir. c) Çözüm bekleyen bir problem veya hâdiseye rağmen vahiy gelmezse Rasülullah ictihada başvu- ruyor, gerekli görürse ashâbı ile de istişare ediyor- du- Sahabe de gerek bu istişarede ve gerekse Hz.. Peygamber'den uzakta bulundukları zamanlarda -O'ndan öğrendikleri usüle göre- ictihad eder- lerdi. Gerek Hz. Peygamberin ve gerekse sahâbe- nin ictihadı, sonunda ilâhi tasvibe mazhar olduğu için sünnet vasfını kazanırdı. Bu devrin özellikleri: Hz. Peygamber devrinde hukukun kaynakları Kitab ve Sünnet'tir; yâni vahiydir. Hz. Peygamber' in âhirete intikali ile vahiy kapısı kapandığı için bu, incelediğimiz devrin en belirgin özelliği ol- maktadır. Bu devrin bir başka özelliği tedricdir; yâni hu- kuk inkılabının sindire sindire yapılması, kültür değişiminin sosyal krizlere meydan vermeden ger- çekleştirilmesidir. Yaygın alkollü içki alışkanlığı ve fâizcilik karşısında içki ve fâizin alıştıra alış- tıra yasaklanması tedricin tipik bir örneğidir. Belli bir zaman için konmuş olan kanunun (hüküm), zamanı gelince değiştirilmesi mânasın- da "n e s i h" , bu devrin bir başka özelliğidir. Ger- çi sonraki devirlerde de kanunlar zaman zaman değişmektedir; ancak bu devirde değişen kanun, âyet ve hadise dayanan kanundur ki, bunun daha sonraki devirlerde değiştirilmesi mümkün değildir. Tedvin: Hukukun yazıya ve kitaba geçirilmesi mana- sında kullandığımız tedvin bu devirde ancak Kuran-ı Kerim için bahis mevzuudur. Hz. Peygamber'in titizlikle seçtiği vahiy kâtipleri, o zaman mevcut bulunan imkânlara göre Kur'ân-ı Kerim'i yazıyor ve muhafaza ediyorlardı. Vahiy, Allah Ra- sülü nün ömrü boyunca devam ettigi için bu yazma işi de devam etmiş, O'nun dünyaya veda etmesin- den sonra ilk halifenin önemli işlerinden birisi, tamamı yazılmış ve birçok hâfız tarafından ezber- lenmiş bulunan Kur'an-ı Kerim'in bir mushafta (bir ciltte), vahyedilen sıra ve düzene göre toplatmak ve muhâfaza etmek olmuştur. Hukukun ikinci önemli kaynağı Sünnet, Kur'- ân ile karışmasın diye -serbest olarak- yazdırıl- mamış, genellikle uygulamada ve hâfızalarda mu- hâfaza edilmiş, bu arada Hz. Peygamber in dikkat- lerine güvenerek izin verdiği bazı sahabiler tara- fından da yazıya geçirilmiştir. Abdullah b. Amr, Ebü Hüreyre, Câbir b. Abdullah bunlardandır. Bu devrin yazılı metinlerinden biri de --esas teşki- lât bahsinde göreceğimiz- "Medine Site Devleti Anayasası'dır". Mahkeme ve muhâkeme usülü: Hz. Peygamber devlet başkanlığı, komutanlık gibi görevler yanında hâkimlik görevini de yapmış, ışığında teşkilât ve usülün gelişeceği örnekler ver- miştir. O devirde mescid, mabet, meclis, kırâatha- ne gibi fonksiyonlar yanında "mahkeme" olarak da kullanılmıştır. Yazının ve vasıtalarının yeterli olmadığı bu dönemde muhakeme usülü oldukça basittir ve süratlidir. Başlıca isbat delilleri şahid- lik, ikrar (itiraf, kabül) ve yemindir. Hâkimlik mesleği "tam meslek mânasında müstakil" değil- dir. Hz. Peygamber idareci olarak tayin ettiği as- hâbına hakimlik görevini de vermiş ve usülünü öğretmiştir. B - SAHABE DEVRİ Sahâbe devrinin, Hz. Peygamber'den hemen sonra başladığında ittifak bulunmakla beraber ne zaman sona erdiği konusunda iki görüş vardır: İk- tidârı esas alanlara göre hicri 41 yılında, hakim nesli göz önüne alanlara göre ise, birinci hicret asrının sonunda sahabe devri kapanmaktadır. Mü- essese ve ilim olarak hukuka tesirleri farklı bulun- duğu için Râşid Halifeler ve Emeviler devirlerini birbirinden ayırmakla beraber biz hâkim nesil esa- sına göre yürüyeceğiz. 1 - Raşid Halifeler (hulefâ-i rüşşidin), devri: Bu devir 11/832 yılinda Hz. Ebu Bekr'in halife olmasıyle başlar ve 41/881 yılında Hasan b. Ali'nin hilâfeti Muâviye'ye devretmesiyle sona erer; bu ara- da gelen beş halifeye "doğru yolu izleyenler" mâ- nasında -r a ş i d î n- denir. Bunlardan ilk üçü za- manında fetihler devam etmiş, İslam ülkesinin sı- nırları doğuda Amuderya, kuzeyde Suriye, Batı'da Mısır'a kadar uzanmıştır. Hz. Ali zamanında Şam valisi Muâviye'nin başkaldırması ile iç savaş baş- lamış, siyâsi kargaşa içinde, önce siyasi iken son- raları iman ve fıkıh düşüncesine de sıçrayan iki mezheb ortaya çıkmıştır: Ş i a ve H a v a r i c. Şia başlangıçta siyasi bir fırka olup iktidar mevzuunda Hz. Ali tarafını tutanlardan ibârettir. Hz. Ali'nin şehid edilmesi. Hz. Hasen'in fitneyi ön- lemek için hilâfetten çekilmesi, Hz. Hüseyin'in feci bir şekilde Kerbela'da şehid edilmesi, aynı soydan gelenlerin uğradıkları haksızlık ve baskılar... ta- raftarlarındaki muhalefet şuurunu iyice güçlendir- miş, buna ağır baskılar ve takibat da eklenince şia, faaliyetlerini gizli yürüten bir muhalefet gru- bu hâline gelmiş, zamanla inanç ve fıkıh sahasın- da da farklı telâkkilere sâhip olmuşlardır. Bu fark- lı inanç ve düşünceler Kur'an tefsirinde ma'sum (günah ve hatadan beri) imama tanıdıkları sınır- sız selahiyet, icma ve kıyas prensiplerini inkar ve ehl-i beyt kanalından gelmeyen hadisleri red esas- larından kaynaklanmaktadır. |
Hz. Ali ile Muâviye taraftarları arasında cere- yan eden Sıffin savaşı sırasında ortaya çıkan bir grup, barışı temin için taraflarca haşvurulan ha- kem formülünü reddetmiş, "hüküm verme selahi- yeti Allah'a âittir, O'ndan başkası hakem olup hü- küm veremez." demiş, Hz. Ali'den, anlaşmayı boza- rak tekrar savaşmasını istemiş, bunu temin ede- meyince de Harürâ mevkiine çekilerek iki tarafa da cephe almışlardı; işte bunlar "hâriciyye veya havaric" diye ifade edilen haricilerdir. İbadıyye gibi bazı kollarının mensupları az da olsa hâlâ ya- şayan hâriciler genellikle Sünnet kaynağını inkar ederek Kur'ân-ı Kerim'in yorumsuz manasını esas alırlar. Bunlara göre halife ancak seçim yoluyla iş başına gelebilir, Kur'an yolundan kıl ucu kadar sapan halife mürted (dinden çıkmış) sayılır ve derhal azledilir, İslâm yolundan sapanlar kim olur- larsa olsunlar ve şartlar ne durumda bulunursa bulunsun mücâdele etmek müslümanların görevi- dir. Hüküm kaynakları: Bu devirde hüküm kaynaklarının başında yine Kitâb ve Sünnet vardır. Henüz yaygın bir şekilde yazıya geçirilmemiş olan Sünnet'in -rivâyet ve doğru anlama bakımlarından- sahih olanını ol- mayanından ayırma konusunda titizlik gösteril- mekle beraber Hz. Peygamber'den nakledildiği, doğru zaptedilip anlaşıldığı, dini bakımdan bağla- yıcı olduğu sabit olan hadislerle amel edilmiş, bun- lara aykırı hareket asla tecviz edilmemiştir. Kitâb ve Sünnet'te hükmü açıkça bulunmayan meseleler ortaya çıktıkça bilhassa Hz. Ebu-Bekir ve Hz. Ömer gibi halifeler istişâreye başvurmuş, meseleleri şu- râ ictihadı ile netice ve hükme bağlama yolunu tutmuşlardır. Daha çok amme hukuku sâhasına âit meselelerde bahis mevzüu olan bu toplu ictihad sonuçları bağlayıcı olmuş, ferdi ictihadlarda ise tam bir hürriyet hakim bulunmuştur. Re'y veyâ ictihad "ra'y" denilen ferdi ictihaddan bu devirde kastedilen mâna: Kur'ân ve Sünnet'te hükmü bu- lunmayan meseleleri, yine bu iki kaynağın ışığı ve genel prensipleri altında hükme bağlamaktır. Son- raki devirlerde terim haline gelen kıyas, istihsân, örf ve âdet, mesâlih... prensipleri -isimleri zikre- dilmese dahi- re'y ictihadına dahildir. Müctehidler ve ictihad metodları: Sahâbe devrine adını veren ashâbın tamamı- nın müctehidlik derecesinde din ve hukuk bilgini olmadıkları bilinmektedir. Kendilerinden az veya çok -bir kitap tutacak kadardan birkaç fetvaya kadar- fetvâ ve hukuki görüş nakledilen sahabi sayısı yüz otuz civarındadır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Mes'üd, Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Ömer bunların başında ge- len isimlerdir. Sahâbe nesli ictihadlarını şu esas ve metod- lara göre yürütmüşlerdir: a) İmkân buldukları ölçüde istişare (danışma, fikir tartışması) yapmışlardır. b) İctihad yoluyla vardıkları hükümleri, Kitâb ve Sünnet'in açık hükümlerinden titizlikle ayrı tut- muş, birinci nevi hükümlere kesin nazariyle bak- mamış ve bunları "bu benim görüşüm, zanni, kanaatimdir..." diyerek kendilerine nisbet etmiş- lerdir. c) Nazari ve farazi (varsayarak) ictihadlar yapmamış, ancak ortaya çıkan, vakıa ve problem hâline gelen meseleler üzerinde durmuşlardır. d) Zamana bağlı hükümleri -gerektiğinde- degiştirmiş, mübâh ve câiz olan bazı fiil ve dav- ranışları -kötü neticeler vermesi halinde- yasak- lamış, zaruret ve mecburiyet hallerinde nasları da- hi uygulamamış, bütün bu davranışlarıyle "celb-i menfaat, def'i-mefsedet" formülü ile ifade edilen maslahat prensibine riayet etmişlerdir. Burada maslahattan maksat, İslâm'ın genel prensiplerini, akıl ve tecrübeyi ölçü alarak iyi ve faydalı ola- nı elde etmek, kötü ve zararlı olandan kurtulmak, bunun için gereken tedbiri almaktır. e) Sahabe maslahat prensibi yanında -adını anmamakla beraber- Hz. Peygamber zamanında- ki uygulamalara benzetme yoluyla kıyas metodu- nu da kullanmışlardır. Görüş ayrılıkları (ihtilaf): Bir taraftan nasların (Kur'an ve Sünnet me- tinlerinin) anlaşılması, diğer taraftan farklı za- man ve yerlerde, farklı şartlar içinde bunların uy- gulanması, gerektiğinde re'y ictihadı ile hükme varma işi beşeri olduğu için bütün beşer aklı ve düşüncesinin daima tek hüküm ve neticede bir- leşmesi düşünülemez; bu eşyanın tabiatına, yara- tılış kanun ve düzenine aykırıdır. İşte bu genel se- bebe bağlı olarak şu tali sebepler altında sahâbe arasında da görüş farkları, ictihad ihtilafları mey- dana gelmiştir: a) Cihad, öğretim, idare vb. görevlerle Medine dışında Hz. Peygamber'den uzakta bulunan bazı sahabilerin, bu arada gelen ayet- ve hadislerden haberdar olmamaları. b) Hadisi, anlayış veya akılda tutma bakımın- dan sağlam sayılan bir kaynaktan elde etmemiş olmak. c) Farklı anlamak ve yorumlamak. d) Yanılmak ve unutmak. e) ilk bakışta birbirine aykırı gibi görünen nasları uzlaştırma ve uygulama konusunda fark- lı yollardan yürümek. . işte bu sebeplerle sahabe müctehidlerinin fı- kıhla ilgili konulardaki görüşleri arasında farklı- lıklar bulunmuştur. Bu farklı anlayış, yorumlama ve uygulamalara, nazari ve ilmi manada "mezheb" denir; bu mânada Hz. Ali'nin, Ömer'in, İbn Mes' ud'un mezheblerinden bahsedilir. Ancak dini ve ictimâi bir müessese olarak; yani müslümanların gruplar hâlinde, dinlerini anlamak ve yaşamak için seçtikleri, rehber edindikleri bir müctehidin ictihadlarının bütünü manasında "m e z h e b" he- nüz bu devrede mevcut değildir. 2 - Emeviler: Nesiller bakımından genç sahâbe ile tâbiünu içine alan Emeviler devrinde (132/750 yılında so- na ermiştir) İslam ülkesinin sınırları Batı da Atlas Okyanusu, Doğu da Çin kıyıları, ve Afganistan, Kuzey'de kısmen Küçük Asya ve İspanyâ ya kadar genişlemiştir. Hadis rivâyeti ve bunun yanında başta siyâsi maksatlar bulunmak üzere çeşitli maksatlarla ha- dis uydurma hareketininin ortaya çıktığı bu dev- rede nazari fıkhın başlayıp gelişmesine sebep teş- kil eden bir gelişme oldu: Ömer b. Abdülaziz dışın- da kalan emevi hükümdarlar genellikle siyâsetin gereğini, dinin gereğine tercih ettiklerinden Hz. Peygamber ve râşid halifeler çizgisinden sapma- lar meydana gelmeye başladı. Bunu gören bilginler daha ziyade Medine'de toplanarak hem hadîsleri, hem de bunların ışığında fıkıh kaidelerini tesbit ve tedvin etmeye koyuldular. Bu davranışlarıyle bil- ginler aynı zamanda emevi idaresine karşı reaksi- yonlarını göstermiş oluyorlardı. Hicaz ve Irak medreseleri: Sahâbenin yetiştirdiği tâbiün nesli bilginleri, üstad, muhit ve bilgi farkına dayanan iki grup teş- kil ediyorlardı: Hicazlılar ve Iraklılar. Daha sonra metod farkına doğru gelişerek eser ve rey okulları adını alacak olan bu grupların büyük tâbiin za- manında, Hicaz'daki İmamı Said b. el-Müseyyeb (v. 94/712), Iraktaki İmamı ise İbrâhim b. Yezid en Nehâi (v. 9B/714) idi. Her iki grup da Kitâb, Sünnet ve sahabe ic- mâına dayanmakta birleşirler. Ancak muhit ve üs- tad farkları dışında Hicazlılar Medine örfüne (teâ- mülüne) ayrı bir değer verir, bunu bir manada ya- şayan sünnet telâkki ederler. Iraklılar ise bir nas- sa dayanmayan Medine uygulamasını, diğer şehir- lerin uygulamasından farklı görmezler; ayrıca mu- hitleri icabı hadis tenkidinde daha titiz davranır- lar. Tedvin ve mezheb: Mezheb bakımından durum bir önceki devirde oldugu gibidir. Tedvin konusunda ilk teşebbüs Ömer b. Abdül&ziz'den gelmiş, Medine valisine gönderdiği bir emirname ile hadislerin toplanması- nı istemiş. Zühri'nin memur edildiği bu iş, ancak halifenin vefatından sonra gerçekleşebilmiştir. İmam Zeyd b. Ali'ye (v. 122/740) nisbet edilen el- Mecmü' fi l-fıkh da bu devirden zamanımıza gelen ilk fıkıh kitabıdır. |