|
İslâm, insana ait bütün meseleleri ihtiva e- den, her dönemde geçerli ilkeler getirmiştir. Bu bakımdan, İslâm yasaları, gerçekten tek ve eş- sizdir. İslâm yasaları, kaynağını, değişmez, ebe- dî ve bakî bir mucizeden almaktadır. Bu yasa- lar, yer çekim kanunları kadar kesin ve doğru- dur. Çünkü Allah, Resulü kanalıyla gönderdiği âyetlerle bütün insanlara açıklamıştır temel il- keleri. Her dönemde insana yol gösteren İslâmî yasaların, bilindiği gibi, dört kaynağı vardır. Bun lar Kur'an, Sünnet, İcma İçtihat ve Kıyastır. Biz burada her kaynağı, hayat için gerekli, her ko- nuda yorum getirip getirmediği açısından ele alıp açıklamaya çalışacağız. A) Kur'an İslâm yasasının değişmez ve ana kaynağı Kur'an'dır. O, bütün insanlara ışık tutması için Allah'ın Peygambere gönderdiği mutlak bir me- sajdır. O, ebedî, evrensel ve mutlak bir mesaj- dır. Fakat Kur'an'ın gerçek anlamı hakkında, bilginler arasında, yanlış fikre kapılanlar var- dır. " Kur'an mahlûk mu, değil mi? " konusunda bir yanlış anlayış vardır. Bu konu uzun boylu tartışmalara yol açmıştır. Mutezile ekolu ve ba- zı müslüman olmayan bilginler, Kur'an'ın bu dünyaya ait olduğuna ve Allah'ın ebedî sözü ol- madığına inanmaktadır. Onlar, Kur'an'ın, zaman zaman, Peygamberin lisan ve ûslûbu içerisinde gönderildiğine inanmış gibi görünmektedirler, Bu nedenle, onlar Kur'an'ın mahluk olduğu gö- rüşünü savunurlar. Fakat Şah Veliyullah ve İk- balin derin bilgisine dayanarak söyliyebiliriz ki; Kur'an yaratılmamıştır ve Allah'ın Peygambere vahyettiği ebedi bir mesajdır. Kuşkusuz, âyet- ler, yirmi iki seneyi aşkın bir süre içerisinde, Peygambere vahyedilmiştir. Fakat uslûp, keli- me, deyim ve söyleyiş biçimi, Peygamberin kont- rolü dışında, Allah tarafından, O'nun kalbine nakşedilmiştir. Şairlerin, ilim adamlarının ve fi- lozofların mistik algıları ile vahiy arasındaki fark işte buradadır. Çünkü ilhamda, fikir, duygu,sez- gi ve kelimeler arasındaki organik ilişki ruhî ha- yatla tamamlanmaktadır. İlham, filozofların bil- ginlerin ve şairlerin normal erişme gücünün ö- tesinde olmasına rağmen, yine de bu yeni bil- giler aracı zihnin kopmaz bir parçası olmakta- dır. Peygambere inen vahiyde durum böyle de- ğildir. Yani Peygamberle vahiy arasında hiç bir organik ilişki yoktur. Bu yüzden Kur'an ebedî- dir. Dr.F.Rahman "İslâm" adlı kitabında aynı görüşü savunmaktadır. Fakat onun görüşleri bir noktada zihinleri bulandırmaktadır. Eserin bir yerinde şöyle demektedir. "...Bunun içindir ki, Onun bütün davranışlarına, müslümanlar, "Sünnet" veya "mükemmel örnek" olarak bak- maktadır. Fakat bununla birlikte, Onun, kendi kendini aştığı zamanlar ve ruhsal bilgi algıla- ma hassasının öylesine keskin, öylesine hassas, öylesine canlı olduğu zamanlar vardı." Yani al- gılama hassası öylesine güçlüydü ki, O'nun şuu- ru, O'nun idraki, ruhsal kanunlarla özdeşleşir- di. Öte yandan, Dr. Rahman, başka bir yerde şöyle diyor: "Vahyin gelişi ânında, Peygamber, ruhsal kanunlarla birleşiyorsa, bu, vahiyle Pey- gamberin kesinlikle birbirinden ayrı olduğunu gösterir.." Burada bir uzlaşmazlık vardır. Şöyle ki: Peygamber ruhsal kanunlarla birleşiyorsa, o halde, bu ruhsal kanunlar veya dinsel değer- ler, O'nun kendi zihninin bir parçası olmakta- dır. Fakat Kur'an, herhangi ,bir yaratığı AI- lah'a ortak eden her türlü girişimi yasaklamış- tır. Ve bizzat Peygamber, böyle bir girişimi, en büyük bir günah saymış ve yasaklamıştır. Kur'an'ın, Peygambere. sözlü olarak gönderildi- ği ve Peygamberin, indirilenleri, bilinçli olarak kontrol etme gücünde olmadığı bir gerçektir. Bu bakımdan, Kur'an yaratık değildir. O, insan- lar için mutlak bir rehber olmuş ve olmakta de- vam edecektir. On üç yüzyılı aşkın bir süredir Kur'an'ın mutlak bir rehber olduğu fiilen görül- müştür. Bu, ebediyete kadar insanlığa ışık tu- tacağının bir delili, bir güvencesidir. Muhammed Zafirullah Han'ın deyimiyle -söyliyelim: "Kur'an, yalanın kendine asla ulaşamıyacağını ilân et- mektedir. Geçmişteki tüm araştırmalar bu ger- çeği doğrulamış ve ilerde ortaya çıkarılacck .her buluş bu gerçeği doğrulayacaktır. (XLI:43). Kur'- an, kavrama yeteneği ne olursa olsun, herkese seslenmektedir. O, deliller göstererek, örnekler vererek, benzetmeler yaparak, tabiattaki feno- menlerden söz ederek, muhakemeler kurarak her anlayışa uzanmak ve her seviyedeki insa- na sesini duyurmaya çalışmaktadır. (XVII: 22, 28, 39, 55, 59) (1) Kur'an'ın tabiatı hakkında bazı bilim adam- ları yanlış bir zan içindedirler. Onlara göre, â- yetler, o zamanki Arap toplumunda ortaya çıkan oloylar üzerine indirildiği için, Kur'an'ın büyük bir bölümü sebeplidir. O halde, çeşitli kuralla- rın, Kur'an'ın değişik âyetlerinden türetilmesi gereklidir. Nitekim N.P. Agnides "..İslâmın Finans man Teorisi.." adlı eserinde şu görüşü ileri sü- rer: "Bunun için, ikinci dönemdeki âyetler (Me- dine), esas olarak, zekât, evlenme, ganimet, mi- ras, günahlar, suçlar ve faiz gibi iç teşkilâtlan- ma ve savaş sorunlarıyla ilgilidir. Bu âyetlerin genel niteliği sebepli oluşlarıdır. Çünkü ortam ve şartlar gerektirdiği zaman bu âyetler inzal edilmiştir. Bu âyetler bir hukuk sistemi olması için gönderilmemiştir." Fakat "sebepli" deyimi son derece sakın- calıdır. Çünkü sebepli oluş, Kur'an'ın ebedî olu- şuna ters düşmektedir. Herkes, âyetler ge- nellikle sebeplidir, diye düşünmeye başlarsa, bir konuda herkesin kendi isteğine uygun sayı- sız kurallar ve değer yargıları sürülecektir or- taya. Bu da Kur'an'ın evrenselliğine zarar ve- recektir. Gerçek şudur ki, Kur'an'daki buyruk- lar, olduğu gibi yerine getirilmelidir. Bu, yazılı ve sözlü olarak bize bildirilmeyen sorunlar için, kıyas yoluyla, bazı kurallar çıkarmaktan yok- sun bırakıldığımız anlamına gelmez. O günkü toplumun içinde olunduğu şartlar üzerine ge- len sembolik âyetlerdir. Ayetlerin bir hukuk sistemi olması için gön derilmediğini sanmak ta bu ilim adamlarının ile- riye sürdüğü bir başka yanlıştır. Eğer "kanun" sözcüğü ile, çıkar düşüncesi, ırk ayırımı vb. mo- tiflerle hareket eden, çoğunlukla tek taraflı, in- san yapısı yasaları kastediyorsak, kuşkusuz İslâm, bu anlamda bir yasa getirmemiştir. Ne de bu anlamda bir ahlâk sistemidir. Kur'an, ay- rıntılardan değil, ana ilkelerden sözeder ve ev- rendeki ilâhi yasalara, onların işleyişine ve bun- lardan insanların yararlanmasına dikkati çeker, Gerçekte, gerek teorik ilkelerde, gerekse uygu- lama alanında insan refahının yükselmesini sağ layan esaslar verilmektedir. Kur'an'da hatırla- tılıyor : "Ey insanlar.! Size Rabbinizden, bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (X :' 57) Bu çerçeve içerisinde, kişi, gerçeği kabul edip etmemekte serbesttir. Bu yüzden on dört asır önce gelen Kur'an'ın aklı durgunlaştıra- cağıa varsayımı da yanlıştır. Tam tersine, aklı harekete geçirecek, idraki yükseltecek ve bil- gi ufkumuzu genişletecektir. Kur'an, sürekli o- larak, insanı, bütün tabiî olaylar üzerinde dü- şünmeye itmiş ve düşünmeleri gerektiği konu- sunda sık sık onları uyarmıştır. N. J. Coulson, ön yargıyla, Kur'an'ın kap- samı konusunda doğru olmayan bir görüş ileri sürmektedir. Şöyle diyor Coulson: "..İnsanlar a- rasındaki ilişkileri değil de insanın yaratıcısı ile olan münasebetlerini düzenlemektir. Kur'an'ın başlıca amacı..." Burada N. J. Coulson, gerçe- ğin bir yüzünü görmektedir. Kur'an kanusunda- ki bilgisizliği gerçeğin öteki yüzünü görmesine engel olmuştur. Oysa Kur'an, hayatın tüm mad- di ve manevî ihtiyaçları arasında bir denge kur- maktadır. Mekke'de gelen, özellikle ilk gelen âyetler, Mekke'lileri, ölümden sonra dirilişe, mu- hakeme gününe, bu dünyadaki tüm davranış- larından sorguya çekileceklerine inanmaya ça- ğırmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ikinci dönemde gelen âyetler, daha çok, miras, evlenme, boşanma konularıyla, savaş ve barış sorunlarıyla, zina, hırsızlık ve adam öldürmede uygulanacak cezalarla ilgilidir. Böylece. Kur'an, bir yandan Allah'a bağlanmanın ve bu bağı sür- dürmenin önemini belirtmekte, öte yandan sos- yal yaşam için gerekli herşeyi açıklamaktadır. Gerçekten başından sonuna kadar, ahlâkî ve manevî gerilime önem veren bir vesika olarak ortadadır. Kuşkusuz, ahlâkî ve manevî gerilim, yapıcı faaliyetlerin temelidir. Doğrusu, Kur'an'da ki âyetlerin ağırlık merkezi, insan ve insanın iyi- liği üzerinde toplanmaktadır. İnsan, yaratılışın- da var olan bu gerilimlerle iş yapar. İnsan, gön- lüne göre kanunlar kayarak veya kanunlar fes- hederek, gözü kapalı, intihara gidemez. Çünkü bu kanunlar, insanlığın intiharı için değil, onun yaşaması içindir. Bundan dolayı, Allah'ın mut- lak haşmeti ve üstünlüğü, en çarpıcı bir dille, Kur'an'da belirtilmiştir. Peygamber (gerçek mak- sadı Allah bilir) Kur'an'ın öğretisine bir misal olmak ve insanlara fiilen ideal bir hayat örneği sunmak için gönderilmiştir. Bu yüzden, ne sün- net Kur'an'a, ne de Kur'an sünnete aykırıdır. b) Sünnet Lügatta yol, adet, alışkanlık anlamına ge- len sünnet, İslâmî literatürde "..Peygamberde örnekleşen davranış ve hareket.." anlamına dö- nüşmüştür. Sünnet kavramı, daha sonraki ku- şaklarda, ister istemez, "yaşayan bir gelenek" şeklinde anlaşılmıştır. Kimi hukukçular, hadisle sünnet arasında, zaman ve öz bakımından, bir fark olmadığı gö- rüşünü savunurlar. Fakat Sünnetle Hadis ara- sında bir ayırım yapmak gerekir. Hadis, bir an- latımdır. Peygamberin ne yaptığını, ne söyledi- ğini neleri tasvip ettiğini, neleri hoş karşılama- dığını belirten, genellikle çok kısa, sözdür Ha- dis. Bunun için, Hadis, daha çok teoriktir. Oy- sa, aynı anlatım uygulamaya dönük olduğu ve Müslümanlar için pratik bir kural olma niteliği kazandığı zaman, Sünnet daha çok pratiktir. Davranışlarımızda olduğu gibi yansır. Hadis, yal- nız pratik kuralları deği!, dinî inanç ve ilkeleri de kapsamaktadır. Sünnet, neden İslâm hukukunun bir kay- nağı olmaktadır? Bu sorunun cevabı Kur'an'da dır. Kur'an, Müslümanları, Peygamberi izleme- ye çağırmaktadır. Allah, böylece, her müslümn- na Peygamberin izinde gitmeyi farz kılmıştır. Kur'an'da "Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi." is- tenmektedir Peygamberden. (V: 47-48) Öte yan- dan, Peygamber, Kur'an'ın tefsircisidir. Bu hu- sus apaçık belirtilmiştir Kur'an'da. (XIV: 16, 44) Misal: Kur'an, namaz -ve zekâttan söz et- mekte, ama ayrıntılara girmemektedir. Ayrıntı- ları pratik olarak, sahabilere Peygamber açık- lamıştır. Ayrıca Kur'an Müslümanları, Peygam- berde örnekleşen bir hayatı izlemeye çağırmak- tadır. Bu bakımdan, Sünnet, İslâm hukukunun bir kaynağıdır. Sünnet, "Kur'an'ın ayrıntılarda tefsiri" niteliğinde olduğu için, Kur'an'la Sünne- tin çelişir gibi göründüğü hususlarda "Sünnetin esas alınacağı" görüşünü savunanlar vardır. Bu iddia üzerinde fazlaca durmayı gereksiz sayıyo- ruz. Çünkü bu iddia ile İslâm yasalarının ağır- lık merkezi Kur'an'dan Sünnete kaydırılmak is- tenmektedir. Sünnetin dinamik bir gücü vardır. Bu bakım dan hayatın gittikçe artan sorunlarını çözebile- cek güç ve yetenektedir. Gelişen bir toplumda her zaman, yeni manevî gerilimler, idarî ve ya- sal sorunlar ortaya çıkacaktır. Gerçekten, İslâm toplumunun teknolojik ufku genişlerken, bir çok sorunlar ortaya çıkmıştır. Fakat "ideal sün- net" kavramı değişmemiştir. Yeni maddeler or- taya konmuş ve benzetmeler yapılmış, fakat ideal Sünnet kavramı değişmemiştir: Çünkü; tef- sir, Sahabilerle başlamış ve o zaman, Kur'an'ın temel ilkeleri göz önüne alınarak, bir çok pra- tik kurallar çıkarılmıştır. Hadislerin tefsirinden çıkarılan sonuçlara, her dönemde, "Sünnet" de- nilmesi ilgi çekici ve anlamlıdır. Bu yüzden, Ebu Davud, bir hadisi sonuca bağladıktan sonra "Bu hadiste beş sünnet vardır." diye ilâve eder. Yani Ebu Davud, müslümanlar için, bu hadisten, pra- tik beş kural çıkarabileceğini ifade etmek iste- mektedir. Bugün hadisleri kendi ruhu içerisinde ele almak ve yorumlamak zorundayız. Hadis ve sünnetin yorumunu yaparken, meseleyi tarihî açıdan ele almak ve incelemek, tarihî gelişim içerisinde kazandığı anlamları yakalamak ge- rekir. Çünkü hızla gelişen ve genişleyen bir top- lumda, kişinin iç hayatına ve dıştaki davranışla rına ışık tutabilmelidir. Kur'an ve Sünnetin tef- siri... O, katı bir şekilciliğe mahkûm edilmeme- lidir. Tarih incelenirse, bu konuda, yani Sünnetin tefsiri kanusunda, çak zengin kaynakların oldu- ğu görülecektir. Genellikle yorumlar aynıdır. Yal- nız Hariciler ve kimi tarikatçılar ayrıntılarda fark lı yorumlar getirmektedir. Bu, "oy çoğunluğu" veya "görüş birliğine varılan uygulama" kavra- mını ortaya çıkarmıştır ki, buna "İcma" denil- mektedir. c) İcma İslâm yasalarının üçüncü kaynağı İcmadır İcma, ya din bilginleri veya toplumun, bir konu hakkında, görüş birliğine_ varmasıdır. Sünnet'- le İcma arasında kavram farkı vardır. Sünnet, Peygamberin öğretileriyle sınırlanmıştır. Buna karşılık İcma, hızla gelişen toplum karşısında selim akıl ve mantığa dayanarak ortaya sürü- len kurallardır. İcma, Sahabilerle başlamış ve sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Dinamik bir hukuk kaynağı olarak, İcmanın gerekçeleri hem Kur'an'da hem de Sünnet'de yer almaktadır. Kur'an "Biz sizi vasat bir millet yaptık." diye bu- yurmaktadır. Peygamber "Benim ümmetim ha- ta üzerinde fikir birliğine varmayacaktır." demek tedir. Gerçek şudur ki, İcmanın amacı, sadece şimdi ve gelecekteki sorunların doğru çözümü- rıü bulmak değil, aynı zamanda geçmişi de yer- li yerine oturtmaktır. Sünnetin ne olduğunu a- çıklayan ve Kur'an'ın en doğru yorumunu yapan İcmaydı. Son incelemelerde, Kur'an ve Sünnet İcma kanalıyla doğrulanmaktadır. Bu bakımdan öyle görünüyor ki, ibadet ve inanca ilişkin bazı karanlık noktaların çözümün- de en güçlü faktör İcmadır. Belirli bir süre için geçerlidir. icmanın kararı son kararsa, bu, iza- fî anlamda son karardır. Çünkü İcmanın hayatın ihtiyaçlarına göre özümseme, benzetme, red- detme ve değiştirme yeteneği vardır. İcmanın di namizmi buradan gelmektedir. N.P. Agnides, haklı olarak, bu konuya şöylece değinmektedir: "...islâm hukukunda İcmanın çok büyük bir yeri vardır. Bunun değeri takdir edilemez. Onun a- racılığıyla geçmişteki bir çok sorunlar çözüm- lendiği gibi kıyası ve analojiyi gerektiren husus- larda, müslümanların, İslâmın özünden ayrı- lıp sapıkların sürükklenmeleri önlenmiştir. İcma- nın bu birleştirici gücüne rağmen bazı önem- siz konularda görüş ayrılıkları olmuştur. Fıkıh bilginleri, buna, Allah'ın lutfunun bir belirtisi o- larak bakarlar. Çünkü bu hususta da bir İcma yani görüş birliği vardır. Bu konudaki İcma, kay- nağını şu hadisten almaktadır: "Ümmetim ara- sındaki görüş ayrılığı, Allah'ın rahmetinin bir i- şaretidir."..... " Yazı, bütün toplum tarafından kabul edil- miş ve görüş birliğine varılmış konular olduğu- nu belirterek devam etmektedir. Tabiatıyla bu tür İcmalar "ümmetin icma'ı" veya "tüm toplu- mun icma'ı" olmaktadır. Öte yandan, tüm top lumun değil de yalnız bilginlerin üzerinde birleş- tiği konular da vardır. Bu durum "bilginlerin ic- ma'ı" olarak bilinmektedir. Bu icma, bilginlerin kişisel ve meşru çalışmaları sonunda ortaya çı- kan farklı görüşleri birleştiren bir araç olarak kullanılabilir. Kimi bilginler, toplumun görüşlerini tesbit etmenin güçlüğünden ötürü, icmanın olamıya- cağını ileri sürmektedir. Hindistan, İngiltere, A- merika ğibi demokratik ülkelerde halkın görüş- lerini tesbit mümkün olduğuna göre, İcmanın olmaması için bir sebep yoktur. İcmanın varol- ması için herhangi bir makamın tasdiki gerek- mez. Aksi halde, hukukun bağımsız bir kayna- ğı olarak, icmanın varlığı bir fayda sağlamaya- caktır. Kıyas, kişisel bir görüş Kur'an ve Sün- . net gibi kesin deliller icmayı meydana getiren görüşler için dayanak olabilirler. Öyle görünü- yor ki, yanlış görüşleri ortadan kaldıran icma, yaşayan toplum için dinamik bir güç kaynağı- dır. Müslüman toplumlar, gelişen şartlara ayak uydurmak için icmaya önem vermek zorundadır. Çünkü İcma, bazı ilkeleri meydana çıkarmamıza veya içtihat kanalıyla davranışlara ilişkin bazı kurallar edinmemize yardım eder. Çünkü içtihat kanalıyla ortaya çıkan bazı görüşlerin kişisel- likten çıkıp tüm topluma ilişkin bir kural olma- sını sağlamaktadır İcma. d) İctihat Bir meselede, belirli bir ihtimalle, karara varmak için harcanan her türlü çabadır İçtihat. Hukuk açısından, İçtihadî görüşlerde hata payı olsa da, büyük bir ihtimalle, doğru kabul edi- lir. Allah'ın birliği, Peygamberin gönderilmesi vs. gibi, İslâm dininin temel ilkeleri İçtihad ko- nusuna girmez. AI Mavardî'ye göre, İçtihat se- kiz bölüme ayrılır. Yedi bölümü Kur'an'ın yo- rumunu yapmaktan ibarettir. Sekizincisi ise Kur'an ve Sünnetin dışındaki kaynaklara, me- selâ mantığa dayanarak manâlar çıkarmaktır. Burada şu sonuç çıkmaktadır: İçtihat, kısmen yazılı kaynakların yorumuna, kısmen mantık ku- rallârına dayanır. Zaman ilerlerken sosyal hayat, günden güne, daha bir girift olmakta ve çözüm bekleyen yeni yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, bilgilerimiz artarken düşünce uf- kumuz da genişlemektedir. Peygamberden gü- nümüze dek, yeni yeni problemler ortaya çık- mış ve bu problemleri çözmek için yeni yeni yo- rumlarla İslâm hukuku inkişaf etmiştir. Bu yüz- den, İçtihadın her zaman doğru olduğunu savu- nan Mutezilenin görüşünü kabul etmeğe imkân yoktur. İçtihat, toplumda, zaman zaman orta- ya çıkan bir şer'i mesele ile uğraştığı için, o- nun hükmü, her zaman geçerli değildir. Zaman- la sosyal ihtiyaçlar kavramı değişmektedir. Bu nedenle Kur'an ve sünnetin temel ilkelerini muhafaza ederek yeni yorumlar yapılabilir. İslâmın ilk yıllarında kişisel görüş, içtihat'ın esas aracıydı. Hukukî ilkeler yerli yerine kon- duktan sonra, İçtihat yerini kıyasa bıraktı. Hiç şüphesiz Kur'an ve Sünnet, müslümanların kişisel ve sosyal hayatları ile ilgili kanunî ku- rallar vermektedir. Fakaf toplum dinamiktir ve değişen şartlara göre kanunların da, biçimsel olarak, değişmesi`gerekir. Bu bakımdan.İçtihat gereklidir. Bununla birlikte, İslâmî yasaların ev- rim süreci içerisinde, Muhaddislerle Müctehit- ler arasında çok acı mücadeleler olmuştur. N.P. Aghnides'in bu iki gurubun ortaya çıkış neden- leri hakkındaki görüşü aşağıya alınmıştır: "....Mekke ve Medine gibi büyük kentlerde yaşayan hu- kukçular, Hadislerin korunmasına ve Hadis bi- limine ağırlık vermişlerdir. Her hangi bir yasal sorun ortâya çıktığı zaman, bu hukukçular, he- men, hadislere başvururlardı. Bunu kolaylıkla yapabiliyorlardı. Zirâ Peygamberin hadislerine uygun bir kültürel ve sosyal hayat bu kentler- de varlığını sürdürüyordu, ve gerek hadisler, ge- rekse o bölgenin gelenekleri (Hadis ve sünnet hayata girmiştir) ortaya çıkan yasal sorunları kıyasa başvurmadan çözmek için yeterliydi, Fakat bu durum, Arabistan dışındaki fethedi- len ülkeler için geçerli değildi. Özellikle Irak'- ta şartlar tamamen farklıydı ve oradaki hukuk- çular, Medine ve Mekke'den uzakta oldukları i- çin, ister istemez, Hadis biliminden de uzak ka- lıyorlardı. Bu bakımdan, burada yaşayan hukuk- çular, yeni sorunların çözümünde, daha çok kişisel görüşlerini kullanıyorlardı ve kullanmak zorundaydılar da. Bu yüzden, onlara, Hicazda oturan ve "Hadis halkı" diye bilinen hukukçu lardan ayırmak için "rey hâlkı" denirdi..." Bu tartışmalar, daha çok, demoğojiye yö- nelmiş tartışmalardır. Her ne kadar, bir çok e- kollerde, Kıyas kabul edilmiş ise de, yine her iki taraf, serbestçe, kişisel görüşlerini ileri sü- rüyordu. Hukukçuların çoğu, gerek aklî gerekse şer'i meselelerde, kıyası kabul etmişti. Bunu ispatlı- yacak tutanaklarımız vardır. Bu konuda biz de aynı görüşü paylaşıyoruz. Kıyasın rolü, Kur'an'ın ve Sünnet'in oluş- turduğu gerçek mantık sınırına kadar genişletil- melidir. Hukukçulara göre, analoji ile kanunla- rı çoğaltmak, yeni bir hukuk kuralı ortaya koy- mak değildir. Bir eylem, Kur'an ve sünnetle ya- saklanmışsa, buna ortak olan başka bir eylem- de, aynı şekilde, yasaklanmış demektir. Bunun la birlikte, açık veya kapalı olarak yasaklar içe- risine katılmamalıdır, hakkında zorlanarak hü- küm çıkarılan eylemler. Aksi halde, kıyasa da- yanarak değil de naslara dayanarak yasaklan- mış olacaktır. Kanunu ortaya çıkaran neden, bir şeyin ay- rılmaz veya geçici niteliği olabilir. Açık veya gizli olabilir. Bu genelizim veya hukuk kuralı o- labilir. Bu nedenler, bazan, bilginlerin oy birliği ile olabilir. Hz. Ömer dönemi İslâmi yasaların dinamiz- mini belgeleyen örneklerle doludur. Onun, Ze- kâtın toplanma tarzında getirdiği usuller, Hz. Peygamber ve Ebubekir zamanında uygulan- makta olan, fethedilen toprakların askerler a- rasında dağıtılmasının yasaklanması ve aldığı öteki tedbirler, İçtihad yaparken ortam ve şart- ların değişikliklerini gözönünde tutmak gerek- tiği gerçeğine işaret etmektedir. Bu, İçtihat yoluyla bir karar verirken, göz önünde tutul- ması gereken en önemli bir faktördür. Orta çağda, İçtihad kapısının kapandığı ve müslümanların kurulu ekolleri izlemesi gerekti- ği söylenmiştir. Çünkü o dönemde "başkasının görüşlerini körükörüne kabul" anlamına gelen "taklit" eğilimi, halkın içine tamamen sinmişti. Bu bakımdan, halk, belirli ekollere mensup hu- kukçuları izlemeye başladı. Bu, bir bakıma. mez- hep kurucularının çok güçlü olmasından ve nasların bıraktığı sınırlar içerisinde her türlü mantık alternatiflerini kullanmış olmalarından ileri gelmektedir. Kur'an ve Sünnet'den, doğru- dan doğruya, kural çıkarma yeteneğinde olma- yan halk kesiminin bu mezhepleri izlemeleri ta- biidir. Bu, İçtihat kapısının kapandığı anlamına gelmez. İçtihat vetiresi, hukuki niteliğine göre, her kanunun köküne inmeyi ve bunlara öncelik vermeyi gerektirir. Bir Şeriat sorununu çözmek için, Müctehidin, ilk önce, Kur'an ve Sünnete baş vurması zorunludur. Bu kaynaklarda, soru- na açık bir çözüm bulunmazsa İcmaya başvu- rulabilir. Bütün bunlardan sonra, ancak, kişi, içtihat yapabilir. İçtihatta mutlaka doğru kara- ra varmak zorunlu değildir. Kişi, gerçeği bulmak için, bütün çabalarını harcar da sonuç doğru olmazsa, yine sevabını alacaktır. Peygamberin bir Hadisine göre. İçtihadında hatâlı olan kişi bir sevap kazanırken, doğru İçtihat yapan iki misli sevap kazanacaktır. Bu hadis, her zaman İçtihat kapısını açık tutmaktadır. Ancak bir şart vardır burada; o da, müctehidin, Kur'an ve Sün- neti tam anlamıyla bilmiş olması ve İslâmın ah- lâkî disiplini içerisinde yaşaması gereğidir. e) Sonuç Yukarıdaki kısa incelememizden şu sonuç- ları çıkarabiliriz: Kur'an'ın kendine has bir kim- liği vardır. Fakat Sünnet, İcma ve İçtihat, bir- birine çok yakın ilişki içerisinde bulunmaktadır. Özellikle Sünnet ve İcma, farklı olmalarına rağ- men, birbirinden ayrılması güç iki kaynaktır. İç- tihat veya Kıyas da vazgeçilmez bir kaynaktır. Bu sonuncusu, sadece, Sünneti yorumlayarak ba- zı yasalar çıkarmakla kalmamış, yeni idarî ve sosyal kurumları da tamamlamış ve Sünneti ya- şayan bir gelenek olarak uygulamıştır. Öte yandan, İçtihat gide gide, maddî ve manevî hayatımızın birbirine ters düşen sorunlarının çözümünde çok önemli bir rol oynayan İcma- ya dönüşmüştür. İslâmın çok önemli bir geçitten geçtiğini söylemek belki fazla olacaktır. Geçmiş, gele- ceğin bir müjdecisi olmak zorundadır. Şimdiki yaşantının bir anlam kazanması için, geçmiş, geleceğe doğru mutlaka akmalıdır. Daha can- lı, daha dinamik, daha hızlı bir atılıma dönüş- melidir yakın geçmişin durgunluğu. Kuşkusuz, gerçek tek ve bölünmez olduğu için mutlak il- keler yolumuzu aydınlatan bir ışık olarak ka- lacaktır. İslâmın adalet, eşitlik, hakikat, doğ- ruluk ilkeleri öylesine dinamik, öylesine evren- seldir ki, onlarla bu günkü hayatın, sosyo-eko- nomik problemler de dahil, tüm sorunlarını ku- caklamak mümkündür. -------------------------------------------- (1) İslâm. Thp Moaning for Modern man, p. 86. Prof. M.A.Mannan (Tercüme- Bahri Zengin , Tevfik Ömeroğlu ) |