|
|
Prof.Dr. Hayrettin KARAMAN | |
HUKUKUN KAYNAKLARI -6 Sedd-i zerai': Zerâi kelimesinin müfredi olan zeria " yol, va- sıta, vesile " demektir. Sedd ise tıkama, kapama mânasına gelmektedir. Terkip halinde bu terimin mânası - haram, yasak ve zararlı olana vasıta olan davranışı menetmek, harama giden yolu tıkamak- demektir. Aslında fayda esasını kabul etmek demek, za- rarına giden yolu da tıkamak demektir; yani za- rarlı olanı önlemek, zarara uğramamak, harama düşmemek için gerekli tedbirleri almak da masla- hat gereğidir. Bu sebeple sedd-i zeria prensibini kabul eden, buna hüküm bina eden müctehidler, aym zamanda mürsel maslahat prensibini de be- nimseyen müctehidlerdir. Dinin ve hukukun bir şeyi yasakladıktan ve zararlı telakki ettikten sonra ona götüren, ona ulaştıran davranışı serbest bırakması makul de- ğildir; bu sebeple sedd-i zeria prensibi saglam bir zemine oturmaktadır. Ancak bir takım davranışlar vardır ki, bunların zarar ve haram sınırına götür- mesi şüpheli veya nadirdir. Buna göre -bazen kö- tüye vesile oluyor diye- aslında serbest olan bir davranışı yasaklamak da ulu orta uygulanabile- cek bir prensip olamaz. Evlenecek kimselerin birbirini görmeleri, ni- kah ve benzerine şahit olacak kimsenin tarafları veya vekillerini görmeleri, üzüm yetiştirmek gibi hususlar bazen zararlı neticeler doğurabilir; mese- la birbirine bakan karşı cinsten kimseler şehvet duyabilirler, üzümden şarap yapılabilir. Ancak bu davranış ve fiillerin mezkür kötü neticeleri doğur- ması nadirdir, bu yüzden de yasaklanmaları düşü- nülemez. Ancak mesleği şarap imali olan bir kim- seye üzüm satmak, savaş zamanında veya anarşi döneminde silâh satışı yapmak, mukabele edeceği- ni bile bile putperestin putuna hakaret etmek -bu fiiller aslında meşru ve serbest olduğu halde- kö- tülüklere ve haramlara sebep olacağı, yol açacağı için, yasaklandıkları ve haram telâkki edildikleri takdirde, işlediğimiz prensibin uygulaması yapıl- mış olur. Örf: Örf ve âdet kelimeleri başka disiplinlerde fark- lı manalarda da kullanılmış olmakla beraber fıkıh da aynı manada kullanılmakta ve bundan toplu- mun hayatında benimsediği, alışkanlık haline ge- tirdiği davranışlar, kastedilmektedir. Tarif üze- rinde düşünülünce örfün söz ve fiil, genel ve -hiç değilse bir yönden- özel, muteber (sahih) ve fa- sid olabileceği anlaşılmaktadır. Çoğu defa alış-verişlerde sözlü irade beyanın- da bulunmadan bedelin verilip malın alınması, ha- mama girerken kalınacak müddetin ve harcanacak suyun -miktar olarak- belirlenmemesi, nikah ya- parken mehrin peşin ve veresiye şeklinde iki kısma ayrılması... fiili (ameli) örfe örnektir. Arapçada veled kelimesi hem kız, hem de erkek çocuğa şamil olduğu (kapsadığı) halde erkek çocuk için kullanılması, et denilince balığın buna dahil olma- ması sözlü (kavli) örfün örnekleridir. Gerek sözlü ve gerekse ameli örf bir ülkenin bütün bölgelerinde veya ülkeler arasında yaygın ise genel (âmm), bazı yerleşim bölgelerine mahsus ise özel (hâss) adını alır. Sahih ve muteber örfe örnek olarak evlenme- den önce ve sonra karşılıklı olarak verilen bazı şey- lerin mehir değil de hediye kabul edilmesi, düğün ve bayramlarda yakınları ve bildikleri çağırıp ye- mek ve özellikle tatlı ikram edilmesi, bazı iş ve mesleklerde çalıştırılan kimselere belli zamanlarda işverenin yemek vermesi... gösterilebilir. Bankalarla yapılan faizli işlemler, piyango. sportoto ve atyarışı gibi şans oyunları da muteber olamayan (fâsid) örfe örnektir. .. Örfün bir hukuk kaynağı olduğunu isbat için ileri sürülen ayet ve hadisler varsa da bunların doğrudan örfe delaletleri kesin değildir. Ancak Ki- tab ve Sünnet'in bir kısım -eskiden yerleşmiş örf ve âdetlere- riayet etmesi, bunları değiştirmeme- si, yahut küçük değişikliklerle alıkoyması ve fuka- hanın (hukuçuların) başlangıçtan beri örf ve âdete riayet etmeleri bu kaynağın dini dayanağı olmaktadır. Esasen örf ve âdet icma; mesâlih ve sedd-i zerâi' gibi bir başka kaynağa daha dayanmakta, gücünü bura- dan almaktadır. Naslara aykırı olmamak, genellikle benimsen- miş bulunmak gibi şartları gerçekleştiğinde hük- me esas olan örf ve âdet bilhassa nasların uygula- masında önem arzetmektedir. Mesela şâhitlerin adâletinin tesbiti, yeterli ve makul ölçüde nafaka temini, emsal mehrin takdiri gibi konularda örf ve âdet uygulamanın en önemli dayanağıdır. Ayrıca, nasların da örf ve adete dayalı olduğu, örfün de- ğişmesi ile değişebilir nitelikte bulunduğu sâbit olursa, örfün değişmesiyle bu hükmün değişmesi -dinin ve nasların- ruhuna aykırı olmayacaktır. |
Sahâbi kavli: Sahâbi, Hz. Peygamber (s.a)'i mümin olarak gören ve imanı ile ölen kimsedir. Kavl de söz de- mektir. Sahâbi'nin Rasulullah'tan naklettiği sözle- ri sünnet ile ilgilidir. Hz. Peygambere âit olarak söylememiş. oldugu halde ictihad sâhasına girme- yen, karine ile nakil mâhiyetinde olduğu anlaşılan sözleri de yine sünnet içinde mutâlâa edilir. Bura- da bahis mevzuu olan sahabi kavli, bütün sahabe- nin ittifak etmediği, farklı görüşler ileri sürdükle- ri meselelerdeki ictihada dayanan sözleridir. Bazı müctehidler sahabenin müstesna mevkiini göz önüne alarak bunların da bağlayıcı birer kaynak mahiyetinde olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak •bunların da birer ictihad olarak kabul edilmeleri daha uygundur.• diyenler isabet etmiş olsalar ge- rektir. Eski dinlerden intikal eden hükümler: •Şer'u-men kablena• şeklinde ifade edilen bu hükümler ancak Kitab ve Sünnet'te nakledilmiş ve bize şamil olmadığı da ifade edilmemiş bulunduğu takdirde muteber olacağına göre bunları müstakil hüküm kaynağı olarak kabul etmemek gerekecek- tir. İstıshab: Beraberliği ve bunun devâmını istemek mana- sına gelen istishabın terim olarak manasını veya tarifini şöyle yapabiliriz. Aksine bir delil bulunma- dıkça halihazırda var olanı öteden beri var, yok olanı da yok kabûl etmektir. Örnekleri istishabın çeşitleri içinde vermek tekrarı da önleyecektir: a) Nesnelerin mübah (serbest, helal) olmaları prensibi ile ilgili istıshab: Dünyadaki her nesnenin insanlar için yaratıldığı, onların istifadesine sunul- duğunu ifade eden naslar; aksine bir delil bulun- madıkça yiyecek, içecek, giyecek, canlı, cansız nes- nelerin kullanılmalarının ve bunlardan istifade edilmesinin serbest olduğuna, haram ve yasak ol- madığına delalet etmektedir. Başka bir ifade ile nesnelerin helal ve mübah olduklarını anlamak için değil, haram ve yasak olduklarını tesbit etmek için ayrıca delil aramaya ihtiyaç vardır. Böyle bir delil bulunmadıgı takdirde nesne helaldir, mübah- tır. b) Borçsuzluk ve yokluğun esas olması ile il- gili istıshab: İnsanlar borçsuz doğdukları, borçsuz- luk esas ve prensip olduğu için, bir kimseden ala- cağı olduğunu iddia eden şahsın bunu isbat etmesi gerekecektir. Borçsuzum diyen bunu isbat için de- lil getirmeye muhtaç değildir; çünkü borçsuzluk esastır. Ortak iş yapan kar etmediğini iddiâ ederse -yokluk esasına göre, işin başında kar mevcut ol- madığından- aksi sabit olmadıkça veya isbat edil- medikçe onun sözü kabul edilecektir. c) Hukuki hükme esas teşkil eden vasfın ve durumun -aksi sabit olmadıkça- var sayılmasıyla ilgili istıshab: Bir menkul veya gayr-i menkül mala sahip olduğu bilinen kimsenin mülkiyet hakkı -satım, vakfetme, bağışlama gibi bir tasarruf ile- aksi sabit olmadıkça devam eder, var sayılır. Borcu sabit olan bir kimse, ödeme veya ibra (temize çıkarma) gibi bir yoldan aksi sabit olmadıkça borçlu sayılır, borçlu olarak kabul edilir... Hanefiler, istıshabın yalnızca defide delil ola- bileceğini ileri sürerken şafii ve hanbeliler hem defide ve hem de hakkın isbatında geçerli bir delil olduğunu iddia etmişlerdir. Mesela kaybolmuş bir kimse (mefkud), <ölümüne hükmedilmedikçe> sağ kabul edildiği için, malı ve zevcesi üzerinde hak iddia edenlere karşı istıshab yoluyla hayatta sa- yılması delil olarak kullanılır ve malı taksim edi- lemez, eşi serbest kalmış olmaz. Teknik tabiri ile hak iddiasını defide istıshab delil olarak kullanı- lır. Bu noktada mezhebler arasında ittifak vardır. Aynı şahsın bir yakını vefat etse ve varis olması gerekse hânefilere göre varis olmak yeni bir hak sahibi olmak mahiyetinde olduğu ve istıshab hak isbatında (yeni bir hakkın iktisabında - kazanılmasında) delil olmadığı için varis olamaz. Şafii ve hanbelilere göre varis de olur. Misallerden de anlaşılacağı üzere istishab yeni bir hüküm getiren, hüküm doğuran kaynak olmak- tan ziyade mevcut hükmün devamına mesned (dayanak) ol- maktadır. Bir kısmı gerçek manada müsbet hukuk kay- nağı, bir kısmı ise kaynaklardan hüküm çıkarma metodu mâhiyetinde olan asli ve tali deliller bah- sinden bunların netice ve semeresi olan •hüküm- ler• bahsine geçersek, ikisi arasındaki ilişkiyi, sı- caklığında yakalamış oluruz. . . |