* kültürel mirasımız üzerine ( Mehmed Said Hatiboğlu ) |
İlhami
Güler-Ali Dere - İslamiyat&Kitabiyat - Haziran 2002 |
Dere: Sayın Hocam; her kariyerin bir hikayesinden bahsedilebilir. Sizin geride bıraktığınız tarihî çizgi bağlamında, bu anlamda aklınıza ilk gelenler neler oluyor? Hatiboğlu: Bizim hayatımız neredeyse 70 sene evvel başlamış. İslam ilimleriyle meşgul olmuş bir ba- banın evladıyız. İslami hayatın yaşandığı, cemaatle namaz kılınan bir evde büyüdük. Babamdan bize hatıra olarak, camilerde okuduğu meşhur hutbeleri, bütün Burdur halkının kendisine gösterdiği sonsuz hürmet, en büyük hoca olarak takdi- mi ve oturma odamızı dolduran kitaplar kaldı. Merhum, o kitapları o odada okurdu; fakat biz onlardan hiçbir şey nasiplenebilmiş değildik. Kendisi sürekli, şehrin kafası işleyen kimseleriyle meşgul olduğu için, bize ders veremiyordu. İkiz kardeşim Ahmed'le beni, tanıdığı bir mahalle hocasına gönderdi. Kur'an okuınayı, rahmetli Hâfız Ömer Efendi'den öğrendik. Biz on iki yaşındayken, 1945'te babam kısa bir hastalığım ardından vefat etti. Ben o sırada sanat okuluna gidiyordum; mühendis ola- caktım. Fakat babamın bıraktığı ki- taplara sahip çıkabilmek için, ailenin tensibiyle sanat okulu ikinci sınıftan ayrıldım ve ortaokula tekrar birinci sınıftan başladım. Ortaokul bittikten sonra, Burdur'da lise olmadığı için, liseye İzmir Atatürk Lisesi'nde başladım ve Antalya'da bitirdim. Daha liseyi okuyorken Ankara'da İlahiyatFakültesi açılmıştı. 53-54'de İlahiyat'ı bitirdim. O sırada rahmetli Okiç Hocamız; asistan olmamı arzu buyurdular; fakat kadroları yoktu. Kulakları çınlasın, dinler tarihi ho- camız Alman asıllı Annemarie Schimmel, kendi kadrosunu bana verdi de, onun verdiği kadro ile asis- tan oldum. Burada kendisine şükran- larımı arz ederim. 58'in sonunda a- sistan, 42 seneye yakın bir hizmetten sonra emekli oldum. Benim tüm çalışma hayatım Türkiye'de geç- miştir. Her ne kadar Paris'te iki-üç sene kalmış olsam da; orada akademik bir çalışma yapmadım. Kendimi Fransızca yapılmış İslami yayınları tanımaya, ilgilendiğim konuda kitap toplamaya verdim. İs- lam dünyasının muhtelif bölgelerini ziyaretle- rim olduysa da, bu ziyaretlerin süresi beş on günü geçmemiştir. Ben, İslami tedkiklerin Türkiye'de de yapılabileceği kanaatindeyim. Yeter ki, İslam ve Batı dünyasında neşrolunan İslam'la ilgili ki- tapları buraya getirip takip edebilelim. Başka memleketlere gitmenin lüzumsuzluğunu söylüyor değilim katiyetle. Onlara açılmak, on- larla teşrik-i mesaide bulunmak, bizzat görüşmek, fevkalâde lazım bizler için. İşte ben, bu gayeyle kendi kültürünü Türkiye'de oluştur- maya çalışmış ve mütevazi ilmî hayatını devam ettirmekte bulunan bir yaşlı ağabeyinizim. Dere: Yorulmak bilmeyen, aşırı titiz araştırma temponuzla bugün Türkiye genelinde, İslam kültürü sahasında haklı bir bilgi otoritesini tem- sil ediyor; bu yönde yetişmekte olan araştırmacılara yol gösteriyor, ufuk açıyorsunuz. Bu çerçevede, kendi yaşam tarzınızı sorguladığınız ve "keşke" ile başlayan cümleler kurduğunuz oluyor mu? Hatiboğlu: Şimdi; keşke sözüyle başlamak herkes için gayet kolay. Keşke -sizler kadar genç olabil- seydim, diyorum. Bizim zamanı- mızda sizin sahip olduğunuz bu imkanlar; mesela internet, bil- gisayar, hatta fotokopi bulunsun isterdim. Şu hatıramı hâlâ unut- muyorum: Eskiden yazma hâlde olan İbn Arrâk'ın Tenzîhu'ş- Şerî'ati'l-merfû'a ani'l-ah- bâri'ş-şerî'ati'l-mevdü'a adlı e- serinin mukaddimesini -bu, Ka- nuni'ye ithaf edilmiş bir eserdir- Ayasofya Kütüphanesi'ndeki nüshasından on günde istinsah edebilmiştim; şimdi ise beş-on dakikalık bir iştir bu. Misalleri çoğaltabiliriz; bizim şartlarımız içinde çok zaman kaybımız oldu. Keşke deyince bunlar geliyor aklıma; zi- ra benim hâlâ yapılmasını gerekli gördüğüm husus, kitap olarak Kur'an'ı birinci sıraya alır- sak, Resulullah' ın devrinden itibaren yazılmaya başlayan İslam kültürüne hakkıyla vâkıf ola- bilmektir. İnsanın havsalası almayacak dere- cede zengin bir kültür hazinesi var. Güler: Ben bu arada siyasi muhtevası olan bir soru sormak istiyorum. Bana öyle geliyor ki, Cumhuriyet döneminde İslam; ahlaki, manevi, motive edici, kimlik kurucu özelliklerinden isti- fade edilecek bir temel olarak görüleceği ve bunun için de bakımı ve beslenmesi yapılacağı yerde; şer- rinden korkulacak, sürekli gözetim altında tutula- cak, bırakıldığı zaman nerede duracağı veya ken- disinden nelerin doğacağı belli olmayan bir şey o- larak görülmüş. Öyle sanıyorum ki, 28 Şubat süre- ci de bu bakış açısınm bir devamı mahiyetinde. Cumhuriyet döneminde İslam'a yaklaşım tarzının doğruluğu ve yanlışlığı noktasında en genel an- lamda neler söylemek isterdiniz? Hatiboğlu: Ben Cumhuriyet'in onuncu yılında doğmuş birisiyim. Babam rahmetli, Burdur'da, İstiklal Harbi'nin hazırlanmasında rol almış kimselerden birisi; Burdur'da Müdâfaa-i Mil- liye İâne Komisyonu Reisliği, Müdâfaa-i Hukûk Cemiyeti Reisliği yapmış; epeyce hizmeti var. Cumhuriyet'i kuran Büyük Millet Meclisi'ne, çoğunluğa yakını sarıklı hocalar gelmiş ve Anadolu Müslümanının milli mücadelesinde birinci kuvvet kaynağını, dini temsil eden adamlar teşkil etmiş. Şimdi bunların gayesi ney- di? "Kafirlerin idaresi altında müslümanca yaşa- mak mümkün değildir." fikrindeydiler. Bu kanaatleri sebebiyle, bütün varlıklarını ortaya koyarak mücadele ettiler. Fakat bir devlet kur- ma durumuna geldiğiniz zaman, bu hocaefendi- lerin, yeni, modern bir devletin kuruluşuna sağlayabilecekleri fazla bir katkıları yoktu bence. Peşinen belirteyim ki, siyaset İslam'ın dışında değil içindedir. İslam siyasi bir dindir. Müslüman, bu dünyada yaşadığına göre, bu dünyasinın idaresini mükemmel yapmakla mükelleftir. Kur'an'ın pek çok ölçüleri, insanı bu noktada siyasi olmaya sevkeder. Dolayısıy- la, herhangi bir müslüman, kendi yaşadığı muhitte İslami akideye, İslami prensiplere uy- gun bir hayatın devam etmesi arzusundadır. Türkiye'de yeni devlet icraata başladığı ândan itibaren, vatandaşlar, idarecilerde kendilerine benzer bazı şeylerin bulunmadığını farkettiler. Mesela, çok anlatırlar, Said Nursî merhumu Atatürk çağırmış, fikirlerinden istifade etmek için. Fakat Üstad'ın Ankara'dan çekip gitmesinin, yahut idarecilerle alâkasını kesmesinin sebebi olarak, onların namazdan niyazdan uzak olmaları imiş: "Namaz kıl- mayanın hükmü merduttur." dediği şeklinde i- fadeler naklederler. Bizim zamanımızda bile bunların tezahürlerini gördük. Mesala Ürdün Kralı Abdullâh Ankara'yı ziyaret ettiği zaman, Hacı Bayram Camii'nde cuma namazına git- mişti; İsmet Paşa onu camiye kadar getirdi, son- ra dönüp gitti, camiye girmedi. Mesela asırlardır ölüsüne cenaze namazı kılan bu millet, Atatürk'ün cenaze namazının resmî olarak kılın- madığına şahit oldu. Devlet resmen Atatürk'ün cenaze namazını kılmamıştır. Dolmabahçe sarayında kılınan cenaze namazı, devletin işti- rak ettiği bir namaz değildir. Bu sebeplerle, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimselere karşı, sanki onlar dinsizlermiş gibi bir kanaat teşekkül etmeye başladı. İşin aslını ortaya çıkarmak, bugün için hayli zordur. Çünkü pek çok kanun vardır ki, bu kanunlar muvacehesinde, serbestçe konuşabilmek, serbestçe araştırma yapmak pek mümkün değildir. Atatürk'ün İslamiyet yahut İs- lami hayat hakkındaki düşüncelerinin bazı taraflarını biliyoruz. Bunlara katılmak bugün pek çok müslüman için mümkün değildir. Mesela, benim öğrenebildiğim kadarıyla, Atatürk, Merhum Saadettin Kaynak'a Türkçe namaz kıldırtmış; ancak, kendisi iştirak et- memiştir. Kendisi camide yok; kendisi Dolmabahçe sarayından takip etmiştir. Bir müs- lümanın kendi ibadet hayatına, dışarıdan müda- halelerle katkıda bulunmanın doğru olduğu kanaatinde değilim. Eğer inanıyorsanız, iştirak edip kendiniz yaparsınız. Başkasının namazı sizi ilgilendirmez. Siz eğer Türkçe namaz kılacak- sanız kılınız. Buna kimsenin müdahale hakkı yoktur derim. Ama ben iştirak etmem; bu ayrı meseledir. Bu gibi müdahaleler, Cumhuriyet devri boyunca 1950'lere kadar idare başında olanlara karşı müslüman halkın soğuk durması- na sebep oldu. Ben gençliğimde minarelerde "Tanrı uludur, Tanrı uludur!" diye ezan okudum; birader de okudu. Ama 1950'lerde, demokrat- lar, -iktidara gelmelerinin ilk aylarında ezanı serbest bıraktılar. Bazıları, cebren Arapçaya çevrildi, derler; böyle bir şey yoktur. Serbest bırakıldı. İsteyen Türkçe okuyacaktı, isteyen Arapça. Buna rağmen, bir tek kimse Türkçe oku- madı. Demek ki, devletin burada cebrî bir mü- dahalesi vardı. Milletin namazına niyazına karışılmıştı. Bunu inkar etmek mümkün değildir. Güler: Peki, 28 Şubat sürecinin bununla bağlantısı? Hatiboğlu: Bu çerçevede mütalaa ediyorum. 28 Şubat'ı ilan eden askerlerimizin içinde de son derece dindar kimselerin olduğu kanaatindeyim. Ama asker, mesleği icabı toplumun içine fazla girmeyen bir zümredir. Tanımıyor toplumu, ken- di bilgileriyle kendisine yön vermesi, yanlışlara sebep olabiliyor. Toplumdaki masum dinî teza- hürleri, sanki devlete, millete karşı tehditmiş, tehlikeymiş gibi mütalaa ediyorlar. Üç beş mec- zup adamı görüp de, bütün Müslümanları onlar gibi telakki etmek son derece yanlıştır. İşin başında bu memleketi kuranlar bizzat müslüman inâncına sahip kimselerdi. Hepimizin dedeleri, babaları kurdu bu memleketi. Bugün bunları safdışı etme hareketi gibi bir tehlike görüyor; fakat hiç inanmak istemiyordum. Senelerdir İnkılap dersi vermekte olan bir profesörümüzün işine son vermişler. Niçin? İmam-Hatip menşeli olduğu için. Bunu öğrenmiş olmakla son derece üzüntü içindeyim. Bu misalleri daha da çoğalt- mak mümkün. Güler: Hocam! Buna bağlı olarak, bir siyasi soru daha soracağım. Bu son on yılın içinde ekonomik hayatta mafya, çete, yolsuzluk türünden şeyler ortaya çıktı. Son zamanlarda kap-kaç olayları ve intiharlar arttı. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, acaba Türkiye'de şu ânda bir ahlaki kriz yaşadığımız teşhisinde bulunabilir miyiz? Bir taraftan da, Müslümanlık en iyi Türkiye'de yaşanıyor, deniyor. Hatiboğlu: Gülerek söylüyorum: Müslüman olmak kolay bir iş değil, zor bir iş. Ben, Aleyhi's-salâtu ve's- selâm'ın bu dünyadan ayrıldığı senenin üze- rinden daha çeyrek asır geçmeden, Müslüman- ların birbirlerini vurduklarını, en kıymetli varlık dediğimiz sahabilerin kılıç çekerek birbirleriyle harbettiklerini hatırladığım zaman, demek ki, Müslümanlık kolay bir şey değil, diyorum: Resu- lullah'ın gerçekleştirmek. istediği, ilahi arzuya uygun bir dünyevi hayat, ancak o Peygamber zih- niyetine sahip olan kimselerle yaşanabilecek bir hayattır. Şimdi, Peygamber'in getirdiği Kûr'an'ı, onun hayatını hakkıyla hazmedememiş kim- selerin Müslümanlığı gerçekleştirmeleri pek mümkün değildir. Biz İslam'ın ilk asrında dahi Resulullah'ın devrindeki hayatın devam ettirile- mediğini görüyoruz. Şimdi Türkiye'deki duru- ma gelecek olursak; bu durum, layık olduğumuz bir durumdur. Başınızdaki adam çalıyorsa, o adamı başa getiren millet de çalıyor demektir. Millet bir buçuk milyar dolarlık elektrik çalıyor. O çalan vatandaş kendi kendine izahını buluyor. Diyor ki, bu adamlar bu dünyada beni insanlık vasfına layık bir şekilde yaşatmıyorlar, bana bu imkanları vermiyorlar. Ben hakkıyla maaş alamıyorum, çocuğumu okutamıyorum, hanımı- ma imkan sunamıyorum. Öyleyse bunları ya- panlardan çalmak benim hakkımdır. Baştaki adamın çaldığını görmüşse, vatandaş çalmayı mübah addetmez de ne yapar! Bizde hırsızlık ya- panın erkek kadın fark etmez elini kesin, diyen ayet var. Daha Peygamber'in vefatının üzerinden on beş-yirmi sene geçmeden, öyle bir devir geli- yor ki, hırsızın eli kesilmiyor. Eğer bu adam çaldıysa, zaruretten dolayı çalmıştır; devlet vazi- fesini hakkıyla yerine getirmiş olsaydı, bu vatan- daşını muhtaç duruma düşür- memiş olsaydı; bu adam çalmazdı, deniyor. Türkiye'deki durum da böyle. Şimdi biz Meclisimize iti- mat etmiyoruz. O Meclis'teki adamlan kim seçti? Yani ortada, bir "adam bulma" meselesi var. Adamı nereden bulacaksın? Ame- rika'dan mı Avrupa'dan mı getire- ceksin? Hayır; kendinden çıkara- caksın. Kendin adam olmadıkça, kendin adam yetiştirmedikçe, hakkıyla idare edilebilmen müm- kün değildir. Bunun için, müslü- manın birinci vazifesi, bizzat mükellefiyetine sahip olup, en az kendi sahasında birinci sınıf adam olmaktır. Biz böyle olamadığımız için, ne sanayiniz sanayidir, ne basınınız basındır, ne üniversiteleriniz üniversitedir. Dere: Dilerseniz, biraz da düşünce dünyanızı be- lirlemiş olması muhtemel zeminler üzerinde du- ralım. İslam kültür ve düşünce tarihini, süreç içerisinde ele aldığımızda, ister felsefi düşünceye, isterse pratiğe ilişkin olsun, hayatın ana açılım- ları üzerinde konuşan değişik ekollerle karşılaşıyoruz. Bugün için İslam dünyasında ve Türkiye'de canlılığını sürdüren benzer düşünce ekollerinden bahsedilebilir mi? Bu anlamda ken- dinizi nasıl bir duruş ve ilim geleneğine yakın görüyorsunuz? Hatiboğlu: İslam dünyasında veya daha yaki- nen tanıyabildiğim Türkiye'deki müslüman çevrelere baktığımız zaman neyi görüyoruz? Mesela Saâdet-i Ebediye gibi kitapların temsil ettiği, "Bizim yeni olarak söyleyebileceğimiz bir şey yoktur. Her şey söylenmiştir, her şey izah edilmiştir. Bize düşen, sadece onları okuyup öğrenmek ve uygulamaktır." şeklinde bir zih- niyet var. Buna göre, dördüncü asırdan sonra ic- tihad kapısı da kapanmıştır; üstelik, müctehid de yoktur. Bizim bütün vazifemiz, ilk dört mezhep imamının anlattığı İslamiyet'i uygulamaktır. Bu arada eskilerin kültürünü yenileme sevdasında olanlarda da gördüğümüz bir eksiklik var. Onlar da, eğer kelamla uğraşıyorsa başka bir sahayı bilmiyor; hadisle uğraşıyorsa fıkhı bilmiyor; ke- lamı, felsefeyi bilmiyor. Bizim bütün derdimiz, kolektif bir İslam kültürünü ortaya çıkarabile- cek, İslam'ı yüksek seviyede temsil edecek adamlar yeliştirmek. Eğer İslam, bütünüyle bir kültür dünyası ise, bir kültür manzumesi ise, bunu her çeşidiyle bilen otoriteler yetiştir- medikçe, İslam budur demek mümkün olmuyor. Bugün Mısır'da, Suudi Arabistan'da, Libya'da, Mağrib'de olsun, İslam'ı bu adam temsil ediyor diyebileceğim hiçbir zat göstermek benim için mümkün değildir. Bunun hiçbir fiziki imkanı da yoktur. Ben bugün fizikle, astronomiyle, mate- matikle ilgili bir şey söyleyemiyorsam, hadisle uğraşan birisi sıfatıyla benim o sahada eksik- liğimdendir. Ama o saha İslam'ın içinde bir sa- hadır. Bugün hadis alimi çıksa, hadisleri temel alan bir İslam anlatıyor. Fıkıhçı çıksa, fıkhı temel alan bir İslam anlatıyor. Siyasetçi siyasetine göre bir İslam anlatıyor. Peki İslam bunların hangisi? Ne zaman bu adamlar kültürün tamamına daya- narak kendi mevzuunda konuşursa, o zaman İs- lam'ın bîr veçhesini anlatmış olur. Bu yapıla- madığı için, bugün İslam dünyası büyük bir kar- gaşa içinde. Afganistan'daki Tâlibân kendisine göre bir müslüman; İhvân-ı Müslimîn kendi çerçevesinde bir müslüman. İslam dünyasında ne kadar adam varsa, o kadar İslam anlayışı or- taya çıkıyor. Yani global bir vizyonumuz yoktur. O vizyonumuz ne zaman olacak? Ne zaman biz -hani her zaman söylüyorum ya- on dört asırlık bu kültür malzememizi toptan bir kritiğe tâbi tu- tar da, ortaya değişmez sabiteler koyarsak, işte o zaman global İslam ortaya çıkar. Böyle olun- ca, bizim Türkiyemizde, şu zatın gittiği yol tam İslam'dır, demenin imkan ve ihtimali yoktur. Said Nursî merhumu iki defa ziyaret ettim, eli- ni öptüm. Bugün Said Nursî merhumun bu Türkiye'de gerçekleştirdiği bir hizmet vardır. Ama o hizmeti İslam'ın bizatihi kendisiymiş gibi idrak etmek, algılamak, doğru değildir. Ben bugün kendi aklımla Said Nursî'yi birçok yönüyle tenkit ederim; mesela, onun kullandığı ebcet hesabının İslam'da bir yeri yoktur. Başkaları da beni tenkit eder. Tabiatıyla edecek- tir. Niye etmesin? Bu çerçevede, bizim gibi mo- dern mekteplerde okumuşlara bakan adamlar, bizi böyle kravatlı ceketli falan görünce; bunlar İslamiyet'i deforme etmek için, bozmak için va- zifelendirilmiş adamlar, bunlar yabancı diller biliyorlar, Batıdan birtakım adamların piyonu bunlar, diyorlar. Böyle bir telakki var ki, bu son derece yanlış. Şimdi Batı'dan biz İslami sahada hiç istifade etmedik mi? Ettik ve hâlâ ediyoruz. Dere: Hocam, gelecekle ilgili perspektifınizi, İslam ilimlerinin, Türkiye'nin ve İslam dün- yasının geleceği olmak üzere üç açıdan öğren- mek istediğimizde bizlere neler söylersiniz? Hatiboğlu: Şimdi; benim, sizlerin ve her müs- lümanın inancı odur ki, İslamiyet âhir zamana kadar yaşayacak olan bir dindir: Bu dinin men- supları da bu dünyada âhir zamana kadar mev- cut olacaktır. Öyleyse, bu müslümanın bu diniyle nasıl yaşayabileceğini kendisinin halletmesi lazımdır. Tabii, her asrın Müslümanlığı, o asrın kültürü nispetinde farklı olacaktır. Şimdi biz bugün, Resulullah devrindeki bir İslam toplumunu mu yaşıyoruz? Hayır; çok farklıyız: Bugün Peygamber'in zamanında temelleri atılmış bir İslam devletini dünyada kurmak mümkün müdür? Bence hayır. Bugün kendi yaşadığımız Türkiye'de bile İslamiyet'i birinci asrın, dördüncü asrın İslamiyetinden farklı bir şekilde yaşıyoruz. Böyle olunca, biz bugünkü farklı İslamiyetimizle gerçekten Peygamberimi- zin arzuladığı müslüman olmakta devam ediyor muyuz, etmiyor muyuz? Biz farklı bir müslüman mıyız yahut bizim Müslümanlığımız bizi ne dere- ceye kadar kurtuluşa eriştirecektir? Bugün biz- zat Kur'an'ın ve hadis ahkamının tatbik edilemediği bir devlette yaşıyoruz biz ve buna müdahale etme hakkına sahip değiliz. Mesela, Kur'an-ı Kerim içkiyi yasakladıysa, içki içen bir idarecinin başta olmasını müslüman istemez. Temelinde bu böyledir. Ama bugün öyle midir? Senin bunu istememe hakkın yoktur Peki, aca- ba bu benim vazifem midir? Burada ihtilaflar doğuyor. O zaman biz nasıl bir müslüman devlet kuracağız? Bugünkü çoğulcu anlayış içinde böyle bir devlet kurmak mümkün müdür? Bütün bun- lar, sual olarak bugün İslam'ın karşısında duruy- or. Bunlar bizim problemlerimiz. Fıkhın anlattığı bir müslüman ailesi ile bugünkü müslüman aile- si birbirinden çok farklı. Mesela Kur'an-ı Ke- rim'in "er-ricâlu kavvâmüne alâ'n-nisâ" ayetini ele alalım. Bunu birinci asırda anlayan Müslü- manlar artık yok. Bugünün müslüman ailesi, bu kanaati tamamıyla benimsiyor değil. Bugün öyle aileler var ki, bizzat kadınları, kızları, o aileyi i- dare ediyor; erkekleri yatıyor, oturuyor veya çalışmıyor. Bugün emrinde binlerce erkek işçi, mühendis çalıştıran idareci kadınlar var. Bunların hiçbiri Peygamberimizin devrinde yoktu. Böyle bir toplumda nasıl bir Müslümanlık olacak? Bugünün İslam alimleri bu çözümleri bulmakla, buna cevap vermekle mükelleftirler. Dere: Buna bağlı olarak, İslam dünyasının geleceği hakkındaki öngörüleriniz, sezgileriniz nedir? Hatiboğlu: Buna bağlı olarak, ben şu kanaatteyim: Madem Allah Teala, "huve'llezî ersele rasûlehû bi'l-hudâ ve dîni'l-hak-' ki li yuzhirahû `alâ'd-dîni kullihi" buyurmuş; ben bir müslüman olarak, âhir zamana kadar bu İslam'ın baki kalacağına ve herkesin eninde sonunda müslüman olacağına inanıyorum. Bu on asırda olur, yirmi asırda olur. Bu Cenab-ı Hakk'ın bildiği bir şeydir. Bu inancımda hiçbir tereddüdüm yok. Böyle olunca, biz, Müslümanlar olarak bu neticeye ulaştıra- cak çabayı göstermekle mükellefiz. Bunu ya- pacağız; bunu yapmamız gerekir. Bunu yapa- bilmek için de, önce kendi İslamiyetimizi her dalıyla, bütün teferruatıyla tespit etmek zaruretindeyiz. İslam dünyasında ne söylenmiş şimdiye kadar; bunu bilmiyoruz. Kitaplarımız bunlarla dolu, ama biz bilmiyoruz. Bunları bir defa tespit edeceğiz; bu tespit ettiğimiz şeylerin arasında ayıklama yapacağız; hangisi isabetli, hangisi hatalı; hangisi düzeltilebilir, hangisi terk edilebilir? Bu ayıklamayı yaptıktan sonradır ki, yeni bir şey ortaya koyabiliriz. Ben inancımı tekrar belirtiyorum: İstikbal İslam'ındır. |