* Minyeli Abdullah’ı çöplükten kâğıt toplayarak yazdım ( Hekimoğlu İSMAİL - Ömer OKÇU ) |
Cemal A. Kalyoncu - Aksiyon - Temmuz 2002 |
Babası Kâzım Karabekir Paşa’nın emrinde dört yıl askerlik yapan Minyeli Abdullah’ın yazarı Ömer Okçu, nam-ı diğer Hekimoğlu İsmail, ölümle hayatı boyunca iki-üç defa burun buruna gelmiş. “Minyeli Abdullah idealimdeki adamdır. İdealimdeki adamı yazdım. Beni tanıyan yakın arkadaşlarıma sorun, herşeyi elimle ittim. Minyeli Abdullah değilim, ama onun gibi yaşadım. Hasır üstünde oturdum, yattım. Ziyafet değil dava adamı oldum. Hem hiç kimsenin hayatı yazılamaz. Gerçekler yazılamaz, hayal yazılır ancak”. Doğrusunu söylemek gerekirse bu son cümleyi, kendime sığınak yapacağım. Hiç kimsenin hayatı yazılamazken, ben onun hayatını sizlere anlatabileceğimi sanmıyorum. Hele onun denizleri taşıracak heyecanı ile duygu ve düşünce dünyasının enginliğini... Birşeyler karalasam bile, onun çektiği ızdırap ve yaşadığı sıkıntıları sizlere aktarmayı başaramayıp, sadece karalamakla kalacağımın farkındayım. Onun hayatı boyunca kaygısını taşıdığı, davası uğruna hayatta herşeyi elinin tersiyle ittiği duygu ve heyecanını anlamak belki Minyeli Abdullah başta olmak üzere, Müslüman ve Para, Derdimi Seviyorum (5 cilt), Bir Deliyle Evlendim gibi 30’u aşan eserini okuyup, onların ruhuna işlemekle mümkün olabilir. Bizim yaptığımız da biraz olsun kronolojik bir biyografi yapmaktan başka birşey değil zaten: “Minyeli Abdullah bir hayaldir. Ben Minyeli Abdullah’ı yazdıktan sonra neler çektiğimi yazamam. Evim aranacak, bana tebliğ ettiler. Eve geldim hanıma dedim ki ‘Üç tane bileziğin var kolunda. Beni tevkif edecekler. Beni tevkif ettiler mi üç gün bekle. Baktın gelmiyorum, hemen bu üç bileziği sat, git, ananda mı babanda mı, kimde oturursan otur. Bu bilezikleri ye bitir, herhalde sana bir ekmek veren bulunur. Gelirsem gelirim, gelmezsem bir Fatiha oku. İstemiyorsan beni, Fatiha’yı da okuma. Ama ben gidiyorum’ dedim”. — Hangi şartlarda yazdınız Minyeli Abdullah’ı? “Ümraniye’nin çöplüğüne gittim. Çöplüğü dolaştım. Bazı evrakların bir yüzü yazılmış bir yüzü yazılmamış. O, bir yüzü kullanılmış kâğıtları topladım. Çöplükte kâğıt topladım. Geldim eve, hanımın ve çocuğun, hiç kimsenin haberi yok. Gizli yazıyorum. O devirde öyle. Bekliyorum ki hanım yatsın da ben yazayım. Hanım ve çocuklar uyuyor ben kalkıyorum. Evvela yazılarımı nerelere saklayacağım oraları hazırlıyorum. Mesela helada su rezervinin kapağının altı. Sonra buzdolabının yan kapağının vidalarını söküyor ve motorun oraya yazıları yerleştirip vidaları yine takıyorum. Bir de bahçedeki kuyuya iple sarkıtıyorum”. Aslında isminden hiç bahsetmesem de Minyeli Abdullah’tan anlamışsınızdır sözlerin sahibinin kim olduğunu. 1967’de yayınlanan Minyeli (Minye, Mısır’da bir şehir) Abdullah romanı Hekimoğlu İsmail’i üne kavuşturmuş, ama romanı asıl yazan Ömer Okçu’ya şöhret namına bir katkı sağlamamıştır. Zaten Ömer Okçu’nun da amacı —bugün olduğu gibi— o zamanlar da ne şan, ne şöhret, ne de paradır. Onun derdi İslam’ın derdidir. İslam’ın dertleri sona erdiğinde o da sorunsuz bir insan olabilecektir. Minyeli Abdullah, Erzincanlı Ömer ‘Erzincanlı Ömer’ nam—ı diğer Hekimoğlu İsmail, Hekimoğlu İsmail’in torunudur. Yani Ömer Okçu (ailede ok atan olmadığı halde, dedesi bu soyadı tercih etmiştir), kitaplarında kullandığı Hekimoğlu İsmail ismini dedesinden almıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, Ömer Okçu’nun dedesinin babası hekimdir ve Erzincan ve Dersim taraflarında doktorluk yapmıştır. Onun döneminde hayat, özellikle erkekler için Yemen’den Rus cephelerine kadar savaşlarla geçen askeri bir hayattır. Ermeni Olayları ve isyanları da cabası...: “Millet o gürültüde gitmiş. Benim dedelerimi de Ermeniler vurmuş. Bunu babam bizzat söylemişti. ‘Biz’ dedi ‘Sabah kalktık, Ermeniler her köşe başına gizlenmiş, köşeden çıkınca bıçaklamış veya kurşunlamışlar.’ Ömer Okçu’nun dedesinin babası, bu gibi hadiselerden dolayı hayatını kaybettiğinde oğlu İsmail de yedi yaşındadır. Bu şartlar altında büyüyen dede Hekimoğlu İsmail, tahsilini yapar ve Erzincan, Gümüşhane ve Tunceli gibi yerlerde vali muavinliği görevlerinde bulunur. Hekimoğlu İsmail’in, biri ikinci eşinden İbrahim, diğeri de Fahri adında iki erkek çocuğu gelir dünyaya. Ömer Okçu’nun da babası olan Fahri Bey, İstiklal Savaşı’nda Kâzım Karabekir Paşa’nın emrinde dört yıl boyunca görev yapmıştır: “Babam ümmi idi, fakat fıtri bir acaip hali vardı. Bir misal vereyim. Sene 1958 falan. Babamı sıtma tutmuş, ikindi oldu mu tir tir titriyor. Şifası yok. Babamı yine böyle sıtma tuttuğu bir anda birisi ona bir şişe veriyor ve diyor ki, ‘Yıllanmış içkiyi iç geçer.’ Üzümden, duttan, karpuzdan yapıyorlar. Babam köyde at arabasına binmiş şehire inecek. Mezarlığın yanına gelince arabadan inip kıbleye dönüyor ve ‘Ya Rabbi, sıtmayı da içkiyi de veren sensin. Ve içkiyi haram eden de sensin. Şu ölülerin yüzüsuyu hürmetine ya şifa ver ya canımı al. İçirme bana şu içkiyi.’ Ve babam şehire sağlam indi. Çok itikadlı bir adamdı.” Savaşlardan sonra köyüne dönen Fahri Bey’e devlet bir İstiklal Madalyası vermiştir. Ama o zamanlar yokluk yıllarıdır. Elde avuçta birşey yoktur. Fahri Okçu da çareyi İstiklal Madalyası’nı satmakta bulur: “Ben İstiklal Madalyası’nı gördüm. Fakat çok fakir düştük. Babam onu 15 liraya bir zengine sattı ve biz kerpiçten bir ev yaptık, içine girip oturduk. Zelzelede ben onun altında kaldım.” ‘Büyük adama büyük mezar yakışır’ Fahri—Mahbube çiftinin üçüncü çocuğu olarak 1932 yılında Erzincan’da doğan Ömer Okçu, 40 bin kişinin hayatını kaybettiği Erzincan depremi olduğunda 7—8 yaşındadır: “Ağabeyim, ablam ve kardeşim depremde öldü. Babam, annem ve ben yaralı çıktık.” Bu deprem henüz çok küçük olan Ömer’in hayata bakış açısında çok büyük değişikliklere yol açacaktır: “Depremden sonra bana şöyle bir psikolojik hal geldi. Halbuki çocuğum daha. 40 bin kişinin öldüğü depremde mal mülk hep gitti ve don, gömlek çıktık enkazın altından. Allah beni öldürmedi. Demek ki bu iş başka. Bizim elimizde değil. ‘Beleşten yaşıyorum, bundan sonra tehlikeli işlere gireyim’ dedim. Ben o günden beri hep tehlikeli işlere yürüdüm. Allah beni birkaç yerde öldürürdü, öldürmedi. Birincisi deprem. İkincisi, 1958 senesinde New York’tan İstanbul’a geliyoruz. Atlas Okyanusu üzerinde iken 4 motorlu uçağın 3 motoru stop etti. Yerden 10 bin metre mesafede idik. Uçak düşmedi ama 500 metre mesafeye kadar alçaldı. Hatta ‘Şu boyayı dökerseniz köpek balıkları saldırmaz, şu boyayı dökerseniz sizi havadan görürler’ de diyorlar. Atlas Okyanusu’na atlayacağız. Bayılanlar oldu, pilot ‘Geri dönüyoruz’ dedi. Bir keresinde Sezar da gemiyle mi ne denizde iken fırtınaya tutulmuş. Herkes telaş içinde. Sezar ayağa fırlıyor ve ‘Korkmayın, bu gemi Sezar’ın talihini taşıyor’ diyor. Burada da öyle. Arkadaşlar telaş içinde. ‘Korkmayın’ dedim, ‘bu uçak Ömer Okçu’nun talihini taşıyor.’ Defter kapandı ise zaten uçağın düşmesine gerek yok. Allah kalbinizin damarını sıkar yine gidersiniz. Allah bana bir program çizmiş. O programı takip edeceğim, kimse o programı bozamaz. Atlas Okyanusu mezarım olsun. Kocaman bir mezar, büyük adama da büyük mezar lâzım”. Ömer Okçu’nun yaşadığı sıkıntılar bunlarla da sınırlı değildir. Okçu, yazılarından dolayı zaman zaman meşhur 163. maddenin de mağdurlarından biri olur, Minyeli Abdullah’tan dolayı da yargılanır. Mahkemelerde ‘gerici ve yobazlıkla’ suçlanır. Devletin temellerini değiştirmekle itham edilir: “Hakime dedim ki, ‘Hakim Bey, ben mesleğimi değiştiremedim, devletin temellerini nasıl değiştireyim? Sonra hâlâ iptidai bir evde oturuyorum. Evimi değiştiremedim, devletin temellerini nasıl değiştireyim? Hem benim gibi bir insandan devletin temellerinin değiştirme hesabı niye soruluyor. Ben kimim? Cumhurbaşkanı mıyım, başbakan mıyım? Başbakan bile kaç sene bağırdı ‘Bu düzen değişmelidir’ diye de değiştiremedi...’ O zaman Ecevit İnönü’ye değişmelidir’ diyordu. ‘Hem devletin temellerini niye soruyorsunuz, mahkûm edecekseniz ediniz o başka”. Hekimoğlu Ömer Okçu, ilk, orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra 1950 yılında Erzincan’dan kalkıp İstanbul’a gelir: “Söyledim tabii babama. Ama anama babama az itaat ettim, az hizmet ettim. Bununla beraber onların geçimini hep ben sağladım. Benim onlara isyanım hiç yok, en ufak bir kötü söz söylememişim”. Ömer Okçu, İstanbul’da ruhuna hitap etmeyen bir arkadaş çevresinin içinde bulur kendini önce: “İstanbul’a geldim. Babam kasap, anam ev hanımı, dayılarım hep öyle fakir, iptidai insanlar. Çevreme baktım içki, kumar, fuhuş... ‘Hayır’ dedim, ‘Ben böyle olmayacağım, farklı olacağım.’ Hayata isyan ettim. O zamanlar Edirnekapı mezarlıklarında ikindiden sonra oturur açıkça esrar içerlerdi. 1958’lerde Aksaray’dan Topkapı’ya gidemezdik. 25 kuruş için bile adam vururlardı. ‘...Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı/Aradım bir ömür, arkadaşımı/Ölsem dikecek yok mezar taşımı/Halime ben bile hayret ederim/Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar/Ne kendisine yar, ne de kimseye yar/Bir rüya uğrunda ben diyar diyar/Gölgemin peşinden yürür giderim...’ (N.F. Kısakürek’in Serseri şiirinden. C.K.) Ben gençlik yıllarımda gölgemin peşinde yürüdüm gittim.” Asi ruhu onu sürüklemektedir bu yıllarda. — 1950’de 18 yaşında idiniz. Neyle ilgilendiniz, dinî yaşantı nasıldı o zamanlar? “O zaman dinle alakam yok ki. Futbol oynuyordum Davutpaşa takımında.” Orta saha ve forvette görev alan Hekimoğlu İsmail, bugünün bazı tanınmış futbol adamları ile birlikte Duvatpaşa’da 1953’lere kadar futbol oynar. İyi de bir futbolcudur o zamanlar: “Ben futbolda yükselebilirdim ama sağ ayağımda lif koptu. Futbolu bıraktım.” — Futbola olan merakınız nereden geliyor? “İçki yok, kumar yok, kız arkadaş yok. Ne yapacaksın? Top oynayacaksın tabii.” ‘Dünyaya tekrar gelsem yine asker olurdum’ Hekimoğlu İsmail, ‘hoyrat başını’ dolaştırıp ‘gölgesinin peşinden yürüdüğü’, İstanbul’a geldiği bu ilk yılda kendisini askeri okulda bulur: “Askerlik çok iyi bir meslek. Ben kültürümü orada artırdım, orada tahsil yaptım. Orada dinimi, imanımı öğrendim. Dünyaya tekrar gelsem, herhalde yine asker olurdum. Askerlik tabii ters gidene de çok kötü bir meslek.” Okulu 1952’de bitirip Kartal Maltepe’deki 1. Zırhlı Birlikler Tugayı’nda görev alan Hekimoğlu İsmail, önce tankçı olur. Bir süre Erzurum/Kandilli’de görev yaptıktan sonra havacı sınıfına geçer. İmtihana girer, kazanır ve füzeci olur. Amerika’da elektronik üzerine ihtisas yapar ve emekli olacağı 1972 yılına kadar 10’dan fazla kez Amerika’da eğitimlere katılır: “Dünyayı dolaştım, devlet dolaştırdı beni. Dünyayı görme fırsatı olunca yahu dedim biz çok iptidai bir hayat yaşıyormuşuz. Biz burada merkebi bulunca ayağımız yerden kesildi diye seviniyorken millet füze atıyor. Eğitimlerde hiç bir zaman Amerikalılardan daha düşük puan almadım. ‘Olmaz’ dedim, ‘Milli onur bu”. Hekimoğlu İsmail, soğuk savaş dönemi olan bu zamanlarda bir iki defa da atmak üzere füzenin başına geçer. Bunlardan birisi Amerika’nın Rusya ile yaşadığı Küba krizi sırasındadır. Ancak füze atmaya kadar varmaz iş. Hekimoğlu İsmail’i, gerçek ismiyle Ömer Okçu’yu, askeriyede tanımayan yoktur. Askeriyede ne olursa olsun ismi akla ilk gelen odur. Bu yüzden bir çok defa da mahkeme kararı ile değil ama komutan emri ile hapis cezası bile alır: “Orduda en ufak bir hadise olduğunda ‘Ömer Okçu’yu çağırın’ derlerdi. Komutan bir gün dedi ki ‘Senin işin gücün din. Başka birşey bildiğin yok.’ Ben de ‘İstemiyorsanız beni atın’ dedim. O da ‘Peki ordudan atarsak ne yapacaksın?’ dedi. ‘Hamallık’ cevabını verdim. ‘Tamam’ dedi, ‘Sen muvaffak olursun.’ Ama atmıyorlar da. Çünkü ben mesleğimi cok iyi biliyorum. Komutanlar da benden çok memnun.” ‘Kur’an’ı görmeden büyüdüm’ Bu arada ruhundaki açlığı fark eden Hekimoğlu İsmail hayatında manevi bir tatmin arar; din ve ilim, onun için önem kazanmaya başlar geçen sürede. Bunun neticesinde Kur’an—ı Kerim’i öğrenmek ister. Kur’an’ı hayatında ilk gördüğünde de takvimler 1950’lerin ikinci yarısını göstermektedir: “Kur’an okumasını bilmiyorum. Din adına hiç bir şey bilmiyorum. Ben Kur’an—ı Kerim’i ilk 1957 olacak, o tarihte gördüm. Yani Kur’an—ı Kerim’in yüzünü görmeden büyüdüm. Kur’an okumasını, Arapçayı, İngilizceyi ve eskimez yazıyı da (Osmanlıca) kendi kendime öğrendim. Bediüzzaman buyuruyor ki —o cümle beni kurtarmıştır— ‘Der tarîk—i acz—mendî lâzım âmed çâr çîz. Fakr—ı mutlak, acz—i mutlak, şükr—i mutlak, şevk—i mutlak ey aziz.” İşte Üstad orada beni yakaladı. ‘Acz—ı mutlak, yani aczini bil.’ İşte Allah vurdu yatırdı beni. Bir hücreyi sıkmış, beynim kanamış. Gittim gürültüye. Hayat dediğin nedir? Adam dediğin ne ki? Toplu iğne deliği kadar küçük bir tek hücreyi kanatmış. Bu el benim mi ya? Hani hükmedeyim. Allah’a sığındım. Veren sensin, alan da sensin. Ne yapacaksan yap Ya Rabbi. (Hekimoğlu İsmail, ilki 3 Şubat 2002 tarihinde olmak üzere bir iki defa yoğun bakıma alınır. TDV 29 Mayıs Hastanesi doktorlarından Bekir Kayhan ile Hastane Başhekimi Mustafa Hasbahçeci, ilk önce onun kurtulma ümidini yüzde 5 olarak açıklar ve rahatsızlığın tıbben izah edilemediğini söylerler. Sol eli ve bacağına henüz hükmedemeyen Hekimoğlu İsmail, ‘okurlarının dualarıyla’ giderek daha da düzelmektedir.) Sonra ‘fakr—ı mutlak’, asgari geçim şartları içinde geçin. Ekmek, peynir... Yemeğe paydos. 78 kilodan 72 kiloya düştüm. Ondan sonra ‘şükr—i mutlak.’ ‘Her hale elhamdülillah, küfür ve dalâlet hariç.’ Üstad’ın bu sözünü de ezberledik. Her hale elhamdülillah. Açlığa, sürünmeye, üşütmeye elhamdülillah, hastalığa elhamdülillah...” Hekimoğlu, Bediüzzaman’la da yine aynı dönemlerde tanışır; önce eserlerini tanır, sonra da bizzat kendisiyle görüşme imkanı bulur: “Üstad’ı ilk tanıdığımda sene 1955’ler olacak. Dediler ki Said—i Nursi isminde bir adam var. Evlenmemiş. İşte şöyle dinî kitaplar yazmış, şöyle talebeleri var. Ömrü hapislerde geçiyor. İsyan ettim. O zaman ben asiyim. Ben de dedim ona hizmet edeceğim. Hemen kalktım Emirdağ’a gittim. Otobüsten indik, birisi geldi, ‘Sen, sen’ diyerek birkaç kişiyi seçti. ‘Allah Allah’ dedim, ‘Gelir gelmez bizi tevkif ettiler.” “Biz Hz. İsa’nın hayatını mı yaşıyoruz?” Geçen haftaki bölümde hayatı boyunca birkaç defa ölümle burun buruna gelen, 1950—53 arası futbol oynayan ve 1950’de girdiği askeriyeden 1972 yılında füzeci olarak emekli olan Minyeli Abdullah’ın yazarı Hekimoğlu İsmail’in, 1957’lerde Said—i Nursi’yi görmek için Emirdağ’a doğru yola çıktığını anlatmış ve orada otobüsten iner inmez yanlarına gelen bir kişinin, aralarında Hekimoğlu’nun da bulunduğu bir kaç kişiyi eliyle işaret edip yanına çağırdığında kalmıştık: “Gidiyoruz, bizi Üstad’ın evine götürdüler. Sonradan öğreniyoruz ki bizi almaya gelen Sungur Ağabey’miş meğer. Üstad’ın evine giderken de içimden söylüyorum ‘Madem Üstad’ın kerameti var, bana keramet göstermesin Ya Rab. Üstad çok keramet gösterirdi. Çünkü başka türlü yaşayamaz. Akraba yok, mevki yok, makam, para, ev bark yok, yalnız keramet... Şimdi ben... bir keramet görsem bayılır düşerim ‘Ya ne oluyorum? Böyle şey olur mu?’ diye. Aman keramet göstermesin. Keramet göstermedi. Ama kerametsiz de olmuyor. Bizi kapıda yakaladı, o 10—15 kişi içinden beni de seçti, yanına oturttu. Elini öpmek istedik, öptürmedi. ‘Bu ellerde ne var kardeşlerim?’ dedi. Sonra kendi Türkçesiyle ders yaptı bize. Ardından da ‘Kardeşlerim’ dedi ‘Şimdi siz gidin, çünkü çerçeve daralıyor.’ Biz de kalktık, Eskişehir’in Çifteler kazasına gittik. Kendi kendime o zaman dedim ki ‘Ya biz havari miyiz? Neyiz böyle? Herkes bize düşman. Biz böyle geziyoruz gariban. Tevkif olduk, olacağız. Sen kimsin ya? Biz Hz. İsa’nın hayatını mı yaşıyoruz? Neyse, bana bunları düşünmememi söylediler.” “Ayrıca seneler sonra (1960) biz Ceylan (Çalışkan) Ağabeyle arabacılık yapacağız. Birkaç kişi daha ortak oldu. 40 bin liraya 1946 model bir minibüs aldık. Zeytinburnu hattında yolcu taşıyacağız. Ve bir gece rüyamda, Üstad beyaz bir elbise giymiş, general rütbesinde, elinde bir değnek, beni dövmeye götürüyor. Dedim ‘Üstadım beni niye döveceksin?’ O da dedi ki ‘Arabayı Ceylan’a ver.’ ‘Başüstüne’ dedim. Arabayı Ceylan Ağabeye verdik. O araba 5—6 defa çarptı, sonra yandı. Üstad böyle rüyada müdahale etti.” Bir keresinde de, Hekimoğlu İsmail’in Amerika’ya gideceği söylenir Bediüzzaman’a. Bunun üzerine Bediüzzaman da Hekimoğlu’ndan Amerika’ya Risale—i Nur götürmesini ister. Fakat havaalanlarından risaleleri geçirmenin imkanı yoktur. Neyse, Hekimoğlu İsmail de, cezaevine atılmayı göze alarak bavullarından bir tanesini Risale ile doldurur. Havaalanına gelindiğinde bütün bavullar tek tek aranır, bir tanesi hariç. Sıra Amerika’dan giriş yapmaya gelmiştir. Amerika’ya ulaşıldığında yine bütün bavullar tek tek elden geçirilirken Risalelerin içinde olduğu bavulu aramayı kimse aklına getirmez. Hekimoğlu İsmail de böylece, yanında getirdiği Risaleleri Kongre Kütüphanesi’ne hediye eder. Yıllar sonra orayı ziyarete gidenler, Hekimoğlu’nun kütüphaneye bıraktığı Risalelerin ilk baskılarına ait o nüshaları görme imkanı bulur. Hekimoğlu, Erzurum’da bulunduğu bir dönemde de Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’nin sohbetlerine devam eder: “Erzurum şivesiyle konuşan bir adam. Risale—i Nur’u bir anlattı, şahane. Kimdir dedim ya bu. Konuşmasını bilmiyor, Risale—i Nur’u nasıl biliyor böyle. Dediler ki bu meşhur Kırkıncı Hoca. O günden itibaren Kırkıncı Hocaefendi’ye de talebe oldum. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye de talebe oldum. Yakaladıklarıma talebe oldum. Hiç hoca olmadım. Kırkıncı Hoca, geçen sene mi neydi, bir gün dedi ki bana; ‘O zaman benim dersime gelen çok kimse vardı. Bu Ömer’den hiç birşey beklemiyordum. Ömer bir kenarda oturur sesi çıkmazdı. O adam oldu, öbürleri hep dağıldı.’ ‘Bundan birşey olmaz’ diyormuş. Konuşmazdım kimse ile. Köşede oturup derdime yanıyordum.” Hekimoğlu İsmail’in kendisini hizmet ehli olarak ortaya koyduğu aşikardır. O, ilk yıllarından beri bu özelliğinden hiç taviz vermemiş birisidir. Kabul etmese de Minyeli Abdullah’ın ta kendisidir o: “1959 senesinde Said Özdemir’e, ilk Sözlerin baskısında kullanılmak üzere kendi çapımda yardımda bulundum. Ben hep verdim, hâlâ da vermeye devam ediyorum.” Herkes Hekimoğlu İsmail olarak bildiğinden, kendisi için aynı ismi kullandığım Ömer Okçu, evliliğini ise 1959 senesinde gerçekleştirir, Sermin Hanım’la evlenir. Bu evliliğinden ilki 1960’da doğan Osman (TİMAŞ’ın başında bulunmaktadır) olmak üzere bir de Ayşe adlı bir kızı dünyaya gelen Hekimoğlu İsmail’in döneminde Türkiye, bir 27 Mayıs 1960 darbesi, iki ihtilal girişimi ve bir de 12 Mart Muhtırası yaşar. 1972 yılı ise —her an tevkif edilmeyi bekleyerek geçirdiyse de— onun için sevdiği askerlik mesleğinden emekli edildiği yıl olacaktır. Hekimoğlu İsmail, emekli olduğu o yıl itibariyle Minyeli Abdullah gibi bir romanı yayınlanalı beş yıl olmuş bir yazardır artık. Minyeli Abdullah, ilk olarak o zaman sahibi de farklı olan Sabah gazetesinde tefrika edilir. — Roman yazma fikri nereden doğdu? Sizi yazmaya iten sebepler nelerdi? “Önce meseleye baştan başlayalım. 1960’lı yıllarda üç büyük fikir hareketi vardı. Bir Türkçüler, iki dindarlar, üç dine karşı olanlar. Herkes kitap yoluyla davasını anlatıyordu o dönemde. İşte komünistler, Türkçüler vs. Dindarların kitapları ise sadece ilmihallerden oluşuyordu. Durmadan ilmihal basılıyordu. Halbuki ilmihal ancak İslamı kabul etmiş insanların okuyacağı bir kitaptır. Önemli olan insanlara İslamı nasıl kabul ettireceğiz? Yani usül yanlış. Yoksa ilmihal başımızın tacı. İslamda fıkıh birinci sıradadır. Diğer ilimler sonradan gelmeli. Sokaktaki adama hitap etmemiz lazım. Nasıl olacak bu? Türkçülükte Nihal Atsız liderimizdi. Nihal Atsız’ın bir sözü vardı ‘Bir kemik için 49 günlük yola giden köpekler bile bizim yalnızlığımıza gülecek.’ Türkçüler de öyle yalnızdı. Halka birşey anlatılmıyor sadece ‘Yaşasın Türkler’ deniyordu. Yahu Türkleri yaşatacak olan kim? Allah de ya. Yok. Öyle deyince irticai faaliyet... Yahu Müslümanım demek irtica ise elhamdülillah mürteciyim. Ne güzel söylüyordu Necip Fazıl; ‘Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana/Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.’ Türkçülüğü ve komünizmi anlatan kitaplar var, İslamiyeti anlatanlar ise başka. ‘Tut orucu, kıl namazı, gidersin cennete.’ Bırak şimdi kardeşim. Tamam, Allah cenneti nasip eder inşaallah ama biz şu dünyayı nasıl cennet edeceğiz. Bunun üzerine ‘Ben’ dedim ‘roman yazacağım”. Fakat Hekimoğlu’nun romana başlaması o kadar kolay olmayacaktır. Bazı sıkıntılara göğüs germek durumunda kalacaktır o: “Gizli gizli roman yazıyorum. Beni futbol topuna çevirdiler. Birisi bir tekme vuruyor, Nurcu oluyorum. Oradan bir tekme vuruyorlar komünistlerin içine düşüyorum. Meslek arkadaşlarımın yüzde 90’ı komünistti. Komünistler edebi zevki fazla olan adamlardı. Ben de elime geçenleri okuyordum. Mesela Nazım Hikmeti çok dikkatli okudum. ‘Nasıl yazıyor, insanlara niye tesir etmiş?’ diye. Ben komünist olurdum. Ama hayatlarını beğenmedim.” ‘Bediüzzamanlar’dan, Necip Fazıllar’dan beslendik’ — Nasıl bir ortamda idiniz komünist arkadaşlarınızla? “Oturup karşılıklı şiir okuyorduk. Onlar Nazım Hikmet’ten okur, ben de Necip Fazıl’dan okurdum. ‘...Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem/Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem/Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları/Alt kat: kızkardeşimin (Tamtamda) çığlıkları...’ Yine ‘.. Yeryüzünde yalnız benim serseri/Yeryüzünde yalnız ben derbederim/Herkesin dünyada varsa bir yeri/Ben de bütün dünya benimdir derim.’ Ve ‘Yağız atlı süvari/Koştur atını koştur/Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları/Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur/Ne senin anladığın kadar kaldırımları.’ Biz böyle Bediüzzamanlar’dan, Nihal Atsızlar’dan, Necip Fazıllar’dan beslenerek büyüdük, bunları ezberledik. Gıdamız bunlardı. Bir yemek yediysek on tane şiir okuduk. Böyle girdik edebiyat dünyasına.” O dönemde Hekimoğlu’nu etkileyenlerden biri de Victor Hugo’dur. Onun özellikle Sefilleri’nden çok etkilenir Hekimoğlu: “Victor Hugo’yu gözyaşlarıyla okudum. Bir Victor Hugo olmak için çıktım yola.” Hekimoğlu İsmail böylece, derdini, tamamlandığında çok büyük ilgiyle karşılanacak ve 1980’lerde filme alındığında yine olay olacak Minyeli Abdullah’la anlatmaya başlar: “Romanın geçtiği Mısır Türkiye’ye çok benziyor. Minyeli Abdullah da benim gibi Hababam sınıfından bir adam. Tam bana benziyor. Onun için ‘Tamam, bu şema iyi’ dedim. Bir de romanda Sevde var, herkes onu bizim hanım zannediyor. Halbuki değil.” Romanı yazım aşamasında, gazeteci Mustafa Polat başta olmak üzere desteklerini esirgemeyenler de olur tabii ki. Bunların sonucunda Hekimoğlu romanı, davası için o kadar yürekten çalışarak yazar ki, tamamladığında kendisine teklif edilen telif ücretlerini bile kabul etmez: “Roman kapışılıyor. Bir kitapçı o zamanın parası ile üç tane daire alabilecek bir para teklif etti. ‘Hayır’ dedim ‘Biz bu davanın ekmeğini yemek, saltanat sürmek için girmedik bu yola. Siz başlayın beni açlıktan öldürmeye. Said—i Nursi bize ‘Kardeşlerim öyle yaşayın ki, hapishanede evi aramayasınız’ diye buyurdu. Üstad bize mevki, makamın, ziyafetlerin yolunu göstermedi ki.” — Fethullah Gülen Hocaefendi ile ne zaman tanıştınız peki? “Ne yapacağım diye şaşkın olduğum sıralarda Fethullah Hoca çıktı karşıma. Hocaefendi’yi 1970’lerde bir dersanede gördüm. O zaman da tanıyordum ama bugünkü gibi değil. Bu iş, talebe yetiştirmekle yürür. Öyle biz toplanacağız, Risale—i Nur okuyacağız, çay içip yemek yiyeceğiz. ‘İslama hizmet ediyoruz.’ Laf, laf onlar. Baktım Hocaefendi talebe yetiştiriyor. Tamam dedik şimdi kurtulduk. Haddimi aşarak bunları Hocama da söyledim. ‘Ne yapayım? Eldeki malzeme bu’ dedi ve ağladı.” Adnan Kahveci Hekimoğlu’nu arıyor Ahmet Günbay Yıldız’la birlikte Türdav’ı, ardından 1982’de bir çok ortakla beraber de Timaş’ı kuran Hekimoğlu İsmail, yazı yazmaya başladığından beri ‘düşünce ile ilgilenenlerin’ kapsama alanında bulunur hep. Zaman gazetesinde yayınlanan, ‘Demek ki öyle...’ yazısı nedeniyle 1992 yılında Şile Kapalı Ceza ve Tevkifevi’nde 9 ay hapis yatan Hekimoğlu İsmail’in, Bir Deliyle Evlendim adlı eserinin dışında en az Minyeli Abdullah kadar önemli bir çalışması da Müslüman ve Para’dır: “İdealist, Müslümanları ayağa kaldırmak için yazılmış bir kitaptır. Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek, bir gün bir konferansta dedi ki ‘Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya dedik, bir adam kalktı ayağa, o da amuda kalktı.’ Bizde de öyle oldu. Çok şükür (!) beni hiç kimse dinlemedi. Peşimden gelen bir kişi olmadı. ‘Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı...’ Bir başımı aldım gittim”. Müslüman ve Para, Turgut Özal’ın önemli ekonomi kurmaylarından Adnan Kahveci’nin de ilgisini çekmiş bir eserdir: “Kahveci telefon açtı. ‘Kitabı okudum, çok hoşuma gitti’ dedi. Bir iki soru sordu, cevap verdim. Sonra ‘Ben seninle mutlaka tanışmak istiyorum’ dedi. Ben de ‘Sayın Bakanım ben gariban bir adamım, viranede oturuyorum. Benim eve bakan sığmaz. Lütfedin ben sizin eve geleyim’ dedim. O da ‘Ben’ dedi ‘gecekondulara da gidiyorum.’ ‘Tenezzül ederseniz buyurun gelin’ dedim. Fakat nasip olmadı, konuşmamızdan 15 gün sonra trafik kazasında vefat etti.” Yıllarını hizmetine vermiş bir kalem ve dava adamı olan, hasta haliyle bile ‘dinime daha çok nasıl hizmet ederim’in yollarını arayan ve sevenleri için de ‘Hepsinin dertlerini ben çekmiş olayım’ diyen Hekimoğlu İsmail/Ömer Okçu’nun şu söyledikleri sizce de, onun hâlâ davasının ızdıraplarını derinden yaşadığının delili değil midir? “Biz Müslümanız, sürünüyoruz. İslamiyet güçlü bir din. Peki biz niye sürünüyoruz? Din mi süründürüyor bizi, haşa. O zaman bu din yaşanmıyor. Gençliğimde bunları söylediler bize. Ben silkelendim. Bir Amerikalı adam bana sordu, ‘Neden Müslümanlar hep böyle fakir fukara. Sizin dininiz bir işe yaramıyor mu? Ben de ‘Bizim dinimiz işe yarıyor da biz işe yanamıyoruz’ dedim.” |