* İhtiyat, intizam ve inziva dolu bir hayat
      ( Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU )
İslamiyat - Mart  - 2003  - Ömer Özsoy - M. Akif Koç
İsmail Cerrahoğlu
Özsoy: Hocam, Türkiye’de İsmail Cerrahoğlu ismine aşina olan camianın önemli bir kısmı sizi yalnızca eserlerinizle tanıyor. Bu nedenle, kısaca da olsa hayatınız hakkında bilgi almak arzusundayız. İsterseniz, hayat çizginizin sizi İlahiyat tahsiline getiren erken dönemleriyle başlayalım sohbetimize.

Cerrahoğlu: Ben 1929 yılında Adapazarı’nın Hendek kazasında doğmuşum. Hendek’te tanınmış mütedeyyin bir çiftçi ailesinin çocuğuyum. Bizim çocukluk yıllarımız Cumhuriyet’in ilk dönemleri olması hasebiyle, dine karşı antipatik bir dönem özelliği taşıyordu. Bu yüzden, Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmek bile meseleydi. Beni babaannem bu yola sevk etti; tahsili yoktu ama, Kur’an-ı Kerim’i okur ve derkenar tefsirlerden mealini anlamaya çalışırdı; bizi ve mahallenin çocuklarını okuturdu. İlkokula başlamadan önce, 7 yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i hatmettim. İlkokulu Hendek’te okudum, ortaokula Adapazarı’nda devam ettim, lise tahsilimi ise İstanbul Kabataş Lisesi’nde tamamladım. Malum, ailemiz mütedeyyin olduğu için, bizi hep takip altında tutardı. Babaannem Kur’an-ı Kerim okutmanın dışında, bizi sürekli ilmihal bilgileriyle techiz etmeye çalışırdı. Amcam eczacı olduğu için, biraz da aile ismimizin Cerrahoğlu olmasından dolayı olsa gerek, ailem benim de tıp veya eczacılık okumamı arzu ediyordu. O zaman tıbba 80, eczacılığa ise 60 kişi alınıyordu. Ben yedekte kaldım ve memleketime dönüp, amcamın yanında eczanede çalışmaya başladım. Eczaneye İstanbul’dan Cumhuriyet, Ankara’dan Ulus gazeteleri gelirdi. Bir gün Ulus gazetesinde Ankara’da İlahiyat fakültesi açıldığına ve kayıtların başladığına dair bir ilan gördüm. İlahiyat’ın ne olduğunu da tam olarak bilmiyoruz; fakat dinî bir okul olduğu belli. İlahiyat fikri en çok babaannemi sevindirmişti. Ailenin kararı üzerine, kalktık yola koyulduk. Tabii, o zamanlar vesait şimdiki kadar hızlı ve sayı olak da çok değildi. Bir posta arabasına binip Ankara’ya geldim, okula kaydımı yaptırdım ve fakülteye başladım; ama sorunlarla başladım: Herşeyden önce, kalacak yer sorunu vardı; ilk günlerde otelde kaldım; hatırlıyorum, günlüğü 5 liraydı ve babam 75 lira kadar bir harçlık koymuştu cebime. Sonra bir arkadaşla birlikte Fakülte’nin yakınında Erzurum mahallesinde bir ev tuttuk. Havalar çok soğuk olduğu için, elbiselerimizle yatağa girip öyle ders çalışıyor ve o hâlde uyuyakalıyorduk. Öte tarafta müfredatımız çok karışıktı; çoğu derslerimizi Dil-Tarih’ten alıyorduk.

Özsoy: O zaman hangi dersleri görüyordunuz?

Cerrahoğlu: Fransızca’nın yanı sıra, mesleki dersler olarak Yusuf Ziya Yörükân’ın okuttuğu İslam tarihi, Remzi Oğuz Arık’ın girdiği sanat tarihi ve felsefe grubu dersler vardı. Tefsir, hadis şöyle dursun, Kur’an ve Arapça dersleri bile yoktu. Necati Lügal Hoca’dan Arapça dersi almak için Dil-Tarih’e gidiyorduk; fakat Hocamız önce Farsça öğretmeyi uygun gördü –hocalar müfredat konusunda tamamen muhtardı o zaman–; Arapçayı seneye öğreteceğini söyledi. Sene 1949, İlahiyat’ın ilk yılı; biz toplam 40 kişi kadardık. Ben 20 gün dayanabildim; soğuk beni mahvediyordu. Nihayet, kaydımı sildirdim ve doğru Hendek’e gittim. Babaannem çok üzülmüştü. Ben o sırada aynı zamanda evliydim; bu yüzden, “Eşinin ayrılığına dayanamayıp geri geldi” diye dedikodu ettiler. Zamanla kahveye falan takılmaya başladım; babam bunu farketti ve hemen tedbir aldı. Bizim mahallede vaiz İsmail (Baykal) Hoca vardı; onunla görüşmüşler, “Ben onlara ders okutayım,” demiş. Öğle-ikindi arası ders görüyorduk. Emsile’den başladık; Binâ, Izhâr, Merâh derken, Molla Câmî’ye kadar okuduk. Hocaefendi, “Bu öğrendiklerimizi tatbik etmeliyiz,” dedi. İki-üç ay kadar sonra fıkıhtan Halebî okumaya başladık. Yatsı namazından (alaturka) saat dörde kadar da fıkıh okuyorduk; cumartesi pazarı yok. Hoca’nın bir sözü vardı, “Saat dört, yorganı ört.” derdi. Saat dörtte paydos ediyorduk; daha sabah namazına kalkılacak. Bir sene böyle devam ettik. İkinci sene oldu; okullar açıldı. Millet, “Eşinden dolayı gidemiyor.” demeye başladı; bu beni kamçıladı. Atladım, tekrar Ankara’ya gittim. Fakülte sekreteri Şükrü Bey vardı; bana, yeniden kayıt yaptırabilmem için askerlikle ilişiğim olmadığına dair belge getirmem gerektiğini söyledi. Askerlik şubesine gittiğimde beni yaka paça tutup neredeyse askere sevk edeceklerdi. O yıllarda askerlik 10 ay idi; bu yüzden, bir yandan da askere gitsem mi ki, diye düşünüyordum. Her işte bir hayır vardır; o sene askere gitmiş olsaydım, hevesim kalmaz, fakülteye başlamazdım. Neyse, Hendek’e belge almaya gittik. Onlar da bana “Seni askere göndereceğiz.” dediler. O zaman Hendek İzmit’e bağlıydı; Sakarya henüz il değildi, İzmit’in bir kazasıydı. Hendek askerlik şubesinde, camiden tanıdığım sivil bir muamelat memuru vardı; o, askerlikle ilişkim olmadığına dair belgeyi vermek istiyordu; fakat yüzbaşı kabul etmiyordu. Sonuçta, bana “Seni İzmit Askerlik Dairesi’ne soracağız.” dediler. Belgeyi elime verdiler, İzmit’e gittim. Şubede çalışanlar hep tıfıl; bir yüzbaşıya dilimin döndüğünce durumu anlattım; içerde de bir Albay var, “Ne diyor o delikanlı?” diye sordu yüzbaşıya. Yüzbaşı durumu anlatınca, albay “Sevk edin askere!” dedi bağırarak... Ben de “Madem beni askere sevk ediyorsunuz, beni sevk ettiğinize dair belgeyi bana verin de Hendek Askerlik Şubesi’ne kendim götüreyim.” Demiş bulundum; nereden demişim! Bunun üzerine Albay ayağa kalktı, “Bu tür belgeler elden gönderilmez. Devletin bunu gönderecek 7,5 kuruşu vardır.” diye bağırdı; bana “Defol git!” der gibi... Boynum bükük bir şekilde otobüse bindim ve Hendek’e gittim. Otobüsten indikten sonra, yolda askerlik şubesinde çalışan sivil memurla karşılaştım; meseleyi anlattım. “Sana bir kağıt verdiler mi?” diye sordu; “Hayır, vermediler,” dedim. Elimden tutarak Askerlik Şubesi’ne çıkardı beni. Yüzbaşıya bir şeyler anlattı. Sonra bana “İzmit Askerlik Dairesi’nden o belge elimize ancak bir hafta içinde geçer.” dedi. Bir belge hazırlayıp verdi elime ve “Bunu götür okuluna ver, kaydını yaptır ve bize öğrenci olduğuna dair bir belge getir.” dedi. Epey yorulduk ama, sonunda hem kaydımı yaptırdım, hem askerliği tecil ettirmeyi başardım. Kuran-ı Kerim’de de geçer ya: “Sizin hoş görmediğiniz şeyler sizin için hayırlı, hoş gördüğünüz şeyler de hayırsız olabilir.” Kendimi çok incitilmeş hissettim, çok üzüldüm; ama sonuç hayrımıza oldu; çünkü eğer albay beni kovmasaydı da, belgeyi elden alıp şubeye teslim etseydim, askere gidecektim ve büyük ihtimalle de İlâhıyat’a gelemeyecektim. İlk sene devam edemediğim için, yine birinci sınıfa kaydım yapıldı. O zaman Talat (Koçyiğit) Bey, Esat (Kılıçer) Bey ikinci sınıfa geçmişlerdi; biz birinci sınıfta toplam 21 kişiydik. Hani “Elifi görse mertek zanneder,” derler ya; çoğumuz o durumdaydık. Kayseri’den İbrahim Eken vardı bizden daha yaşlıca; mühendislik okuyup gelmiş İlahiyat’a. Onun babası hocaydı (Yusuf Hoca); babasından okumuş; bilgiliydi. Onun dışında, Kadriye Erten, Celalettin Karakılıç, İmdat Şengül de bizim sınıftaydı. İkinci sene, Fakülte’nin karşısında Hukuk Yurdu’nda yer buldum; orada kalıyordum. Namazdan sonra erkenden Fakülte’ye giderdik; sabah benim başıma bir grup, İbrahim’in (Eken) başına bir grup taplanırdı; öğrenci arkadaşlara Kur’an okutur, ders çalışırdık. Birinci sınıfla ikinci sınıfın dersleri pek farklı değildi; müferdat karışıktı; derslerin çoğunu iki sınıf beraber okuyorduk. Günde iki-üç defa İlahiyat’la Dil-Tarih arasında gider gelirdik; yolda rahmetli (Mehmet) Sofuoğlu ve Esat’la ders çalışırdık. Hoca eksiğimiz de vardı; kimden ne öğrenebilirizin gayreti içindeydik. O zaman Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Hüsnü Lostar –kendisi Kâdî’l-Kudât mezunuydu– bize, “Diyanet’e gelirseniz size ders veririm.” dedi –o zaman Diyanet şimdiki Ankara Müftülüğü binasındaydı–; ondan fıkıh ve Arapça okuduk. Sabah namazından sonra gidiyorduk Diyanet’e; bir saat okuyup, doğru Dil-Tarih’e, sonra Cebeci’ye, sonra tekrar Sıhhiye’ye... Hüsnü Lostar bize, “Siz lise mezunusunuz, matematiğiniz iyidir; size ferâiz öğreteyim.” dedi; 6 ay feraiz okuduk ve bütün mesaili öğrendik. Seneler geçtikçe hocalar da çoğaldı, müfredat programımız da değişti. Rahmetli Tayyip (Okiç) Hoca bizden iki sene sonra geldi Fakülte’ye; müfredata tefsir, fıkıh, hadis dersleri kondu ve bir program dahilinde ona bağlandı. Tefsir dersine, Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış Hasan Hüsnü Erdem gelirdi; Celâleyn okuturdu. Tabii, arkadaşların Arapçaları zayıf olduğundan, öğrenmeleri zor oluyordu; bu yüzden, öğleden sonra da ben onlara dersi tekrar ediyordum.

Özsoy: Öğrenciliğiniz boyunca eşiniz yanınızda mıydı? Yoksa hep yalnız mı kaldınız?

Cerrahoğlu: Tabii, eşimi getirmedim; bekar olarak okudum. Harçlığımı ailem gönderiyordu; 100 Lira harçlıktan biriktirdiğim 10-20 lirayla da Denizciler Caddesi’ndeki sahaflardan ikinci el kitap alırdım. İslam Ansiklopedisi’ni oradan tamamladım mesela.

Koç: Hocam, ben ismi anılmışken Tayyip Hoca’yla devam etmek istiyorum. Kendisiyle tanışmanızı, beraberliğinizi, Tayyip Hocamızın İlahiyat camiası için önemini dikkate alarak anlatır mısınız?

Cerrahoğlu: Rahmetli Hoca 1951 senesinde Fakülte’ye geldi. Onun Fakülte’ye gelmesinin de ayrı bir hikayesi var. Babası İstanbul’da okumuş, orada yetişmiş. Bu yüzden, Hoca, “Ben rahmetli babama hizmet etmiş bir ülkeye hizmet etmeyi vecibe bildim.” derdi. Tayyip Hoca, memleketinde komünizm hakim olunca, canını kurtarmak için memleketinden kaçmış. Cihan Harbi bittikten sonra, Türkçe bildiği için, Almanya’da Türk Elçiliği’nde tercümanlık yapmış 1945’li yıllarda. Oradan İsveç’e geçiyor. O tehlikeli dönemlerde Cebeli Tarık Boğazı’ndan Akdeniz’e inerek 1945’teTürkiye’ye geliyor. Hoca’nın bir geliri yokmuş ilk geldiğinde. O zamanlar Bulgar göçmenleri İstanbul kütüphanelerinde falan çalışıyormuş. Hoca da başlangıçta hem gelirini temin etmek için hem de sahası için çalışmalar yapmış. Tarihçilere Sırp kaynaklarını incelemede yardımcı oluyormuş ücret mukabilinde. İstanbul’dayken Beyazıt Meydanı’ndaki Marmara Oteli’nde kalırmış. Henüz Türkeçesi de iyi değilmiş; anlatırdı, bir gün bakkala gitmiş, eve birşeyler alacak; ama evin ihtiyaçlarını nasıl isteyeceğini bilmiyormuş. Bakkala, ‘levazım’ diyeceğine ‘lazımlıklar’ demiş; bakkal gülmüş tabii. Bize Türkçenin azizlikleriyle ilgili şöyle bir hikaye anlatırdı: Adam lokantaya gitmiş, garsona “Pilav üzeri et getir,” demiş; diğeri de, “Bana da pilâv getir, ama üstüne etme,” demiş. Hasılı, 1951 yılında Fakülte’ye geldi Tayyip Bey; profesör olarak tayin edildi. Memleketinde İlahiyat tahsili görmüş, Fransa’da, Tunus’ta kalmış; anadilinin yanında Fransızca, Türkçe, Farsça, Almanca, Arapça ve Slav dillerine vâkıf bir kişiydi. Kendisinden azami derecede faydalanmaya çalıştık. Fakülte, yeni kurulduğu için, binasıyla, hocalarıyla, müfredatıyla müstakil bir fakülte statüsünde değildi. Kurul toplantıları Dil-Tarih’ten, Hukuk’tan hocalarla yapılıyordu: Hukuk Fakültesi’nden Sabri Şakir Ansay –bizim İslam hukuku dersine girerdi–, Dil-Tarih’ten Hamdi Rağıp Atademir, Bedi Ziya Egemen, Suut Kemal Yetkin. Dekanlar da onlardan olurdu.

Koç: Hocam, o zaman şunu diyebilir miyiz: O dönemde tefsir, fıkıh, hadis, kelam konularında akademik anlamda yetkin kişiler yoktu.

Cerrahoğlu: Yoktu tabii; yani üniversite zemininde akademik bir üslûpla ders verebilecek, akademik titr sahibi yetkin kimseler yoktu. İlahiyat eğitimi almış tek akademisyen Tayyip Hoca’ydı. Hoca hem efendiliğiyle hem insanlığıyla hem de bilgisiyle talebelerinin kalbini fethetti. Daha sonra fakültemize Muhammed Tanci geldi; ondan da istifade ettik. Maalesef sonradan gelen bazı zevât ve genç elemanlar Hoca’yı çekemediler. Hoca’yı buradan uzaklaştırmak için ellerinden geleni yaptılar. Hoca’yı Atatürk düşmanlığıyla itham ettiler. Sonunda Hoca’yı görevden aldırmayı başardılar ve Hoca 5 sene maaşsız kaldı. Allah’tan, bakmakla yükümlü olduğu pek kimsesi yoktu. Yalnız kardeşleri vardı memlekette; bazen yazın buraya gelirlerdi. Vatandaş olmadığı için, sosyal güvenliği yoktu; sağlık harcamalarını maaşından yapıyordu. Bu yüzden, öyle birikim falan yapmazdı. Hocanın eli açıktı. Biz aynı odada beş kişi beraber otururduk; ben, Talat, Esat, (Mehmed Said) Hatiboğlu ve Süleyman Ateş –oda o kadar dardı ki, elbiselerimiz masalara sürtünmekten yırtılırdı–; çay-kahve tahsisatı olarak her ay 50 lira bırakırdı bizim odaya. O zaman bizim maaşımız 195 liraydı, ona göre hesaplayın –Hoca’nın maaşı 1500 liraydı. Allah razı olsun, Hoca’nın maddi yönden sıkıntılı günlerinde Hatiboğlu çok yardımcı oldu; öğrencileri olarak bizler de yardımcı olmaya çalışırdık ama bizimkisi devede kulak misali kalır. Bir ara Konya’da görev yaptı; orada da rahat vermediler. Hoca 3-4 sene aç bî-ilaç yaşadı. Onun için iş aradık. Nihayet, Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nde iş bulduk. Çok cüz’i bir ücretle çalıştı; ben dekan olduğumdan 11 bin lira alırken o 5-6 bin lira alıyordu; utanırdım. Erzurum’da birlikte çalıştık yani. Ahir-i ömründe, arkadaş bildiği hocalar onu Atatürk düşmanı ilan ettiler; dostları da bu durumdan çekindikleri için Hoca’dan ellerini çektiler ve onu yalnız bıraktılar. Onu Ankara’ya izin için gönderdiğimizde Ankara’da vefat etti. Allah gani gani rahmet eylesin.

Koç: Bu zıtlaşmanın temelinde sizce hangi faktör yatıyordu?

Cerrahoğlu: Ben kıskınçlık olduğunu düşünüyorum. Hoca’nın kimsenin arkasından dedikodu ettiğini duymadık; söylemek istediği şeyi açık ve net bir biçimde hiç çekinmeden insanların yüzüne söylerdi. Bu kişiliğinden dolayı da hep sevmeyenleri olmuştur. Biz onun asistanlığını yaptık; hiçbirimize heçbir zaman emir vermemiş ve çanta-kitap taşıtmamıştır. Her yönüyle bize örneklik yapmış bir insandır.

Koç: Tayyip Hoca Fransa’da ne üzerine eğitim almıştı? Doktorası ne üzerine idi?

Cerrahoğlu: İlahiyatı Saraybosna’da tamamlamış. Sonra Fransa’ya gitmiş; orada da klasik Şark dillerini okumuş: Arapça, Farsça ve Türkçe okumuş. Oralardan da mezun olmuş. Hoca’nın doktorası ise kaybolmuş, tescil edilmemiş. Hatırladığım kadarıyla, Hoca doktorasını Fransa’da yapmış; çalışmasını tamamlamış, imtihan için basılması gerekiyormuş. Bastırmak için Mısır’a göndermiş tezini; tabii, 2. Cihan Harbi’nin karışıklıkları içerisinde tez orada kaybolmuş.

Özsoy: Hocam, tekrar sizin maceranıza dönecek olusak, mezuniyet sonrasını anlatabilir misiniz.

Cerrahoğlu: Mezun oldum. 1,5 sene askerlik görevini yaptım. Askerlik dönüşü Rahmetli Hoca’yla görüştüm; bana “Seni asistan alacağım.” dedi. 6 ay sonra asistanlık sınavına girdik. İmtihanda Tayyip Hoca’nın yanı sıra, Anne Marie Schimmel ve Tanci de vardı. Schimmel, benim hattımı çok beğenmiş; beni görmek istemiş. 1956 Kasımı, imtihan sonucunda Hüseyin Atay kelam, ben de tefsir bölümüne asistan olduk. 1961’de doktoramı tamamladım. Doktoradan sonra, 1963 Eylülünde, Talat Bey, (Mehmet) Maksudoğlu ve bir de Bulgaristan muhaciri askerî öğrenci arkadaşımız Selim Biçer’le birlikte Tunus’a gittik. 1965 Mayısında döndük. 1967 yılında doçentlik imtihanını verdim. Doçent olduktan sonra, Kayseri İslam Enstütüsü’nde ders vermeye başladım. İki sene boyunca ayda bir gün ders vermeye gittim; gittiğim gün akşama kadar tefsir dersi yapıyorduk. 1975 yılında profesör oldum. Profesör olur olmaz, Arap âleminde okuyan Türk talebelerin denkliğinin mümkün olup olmadığını tespit etmek üzere bizi çeşitli ülkelere gönderdiler: Irak, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan. Libya ile aramız iyi olmadığı için Libya’ya gidemedik. Ziya Karamuk adında bir maarif müfettişi, Mısır’daki öğrenciler hakkında çok menfi bir rapor yazmış; buna istinaden hükümet denklik işini kabul etmiyordu. Biz de oradaki müfredat ve denklik konularıyla ilgili rapor sunduk; kulliyyetu’ş-şerî’a’nın hukuk fakültesine, kulliyyetu usûli’d-dîn’in ise İlahiyat fakültesine denk olduğunu ve müfredat programlarının genel olarak ötüştüğünü –‘örtüşme’ diyordunuz değil mi?–; buralardan mezun olanlara bazı ilave dersler okutmak suretiyle denklik verilebileceğini söyledik. Yaklaşık 2 sene öğrencilerin diplomalarının denkliği kabul edildi; sonra tekrar değişti herhâlde.

Koç: Hocam, biz hatırlıyoruz, Tunus’ta geçen çok güzel anılarınız var; ayrıca, maddi bakımdan çok sıkıntılı günler geçirdiğinizi anlatırdınız. Biraz bahsedebilir misiniz.

Cerrahoğlu: Tunus’ta bilgi görgü arttırmak amacıyla çeşitli kurslara gittik. Tunuslu zevâtın derslerine girdik. Ben Burgiba Enstitüsü’nde Fransızca ve Arapça derslerine devam ettim. Arap Dili ve Edebiyatı Enstütü’sünü bitirdik ve oradan diploma aldık. Tunuslu bir çok alimden istifade ettik. Fâdıl b. Âşûr’un derslerine katıldık; babası (Tâhir b. Âşûr) ile de tanıştık –o babasından önce ölmüştü. Tunuslu Maliki alimler olduğu gibi, Hanefi alimler de vardı; onların da derslerine girdik. Geceleri Burgiba Enstitüsü’nde Arapça derslerine girerdik, gündüzleri de fakülteye devam ederdik. Maliki Ahmed b. Mîlâd hadis ve tefsir okuturdu; Muhtâr b. Mahmûd vardı, Hanefi idi, ondan kelam okuduk; Arab el-Mâcirî’den tefsir okuduk. Burada bir hatıramı anlatayım: Muhtâr b. Mahmûd’un dersine girdik; bizi Türk olduğumuz için ön sıralarda oturttu; uzun uzun Türkleri ve Osmanlıyı methetti. Hocalar derste ammice –‘dârîce’ de diyorlar–konuşuyordu. Hocalar arasında en fasih konuşanı Fâdıl b. Âşûr’du; bütün dersleri fasih bir dille anlatırdı. Fakat öğrencilerden biri soru sorduğunda, hemen ammice cevaplardı. Ne soruyu ne cevabı anlardık. Ayrıca, fakültenin sekreteri bize haftada iki saat hususi Arap Edebiyatı dersi verirdi; daha sonra kendisi milletvekili oldu. Onun bir sözü vardı –bir darb-ı meseldir–; çok tekrar ederdi, şimdi onu hatırladım: ismetuhû en lâ yecidehâ. Tunusluların burs uygulamaları biraz farklıydı. Bursu 8 ay veriyorlardı. Yani sadece tedrisatın devam ettiği dönemlerde burs alabiliyorduk; yılın dört ayı burssuz geçiyordu; bu süre zarfında Türkiye’den de para nakli imkansızdı. O zamanlar Türk parası da onların parası da sadece yurt içinde geçiyordu; yurt dışında sadece Dolar geçiyordu. Ben gitmeden 200 Dolar almıştım; 50 Doları bozdurdum, 150 Doları çıkarana kadar akla karayı seçtim. Döviz alırken de yurtdışına çıkarırken de bankaya kaydetmek gerekiyordu. 1964-1965 dönemi yaz tatilinde parasız kaldık. Alî el-Aslî adında, tanıdığımız bir kitapçı vardı; o bize borç verdi. Bu böyle olmaz, dedik ve gidip yetkililere derdimizi anlattık; onlar da 4 aylık bursumuzu peşin verdiler. Böylece biz de borcumuzu ödeyebildik. O kadar parasız kalmıştık ki, otobüse verecek paramız bile yoktu. Bayramdan bir gün önce Fâdıl b. Âşûr’la karşılaştık; bize “Yarın gelin, size bir hediye vereceğim.” Dedi. Biz de kendi kendimize, “Bunlar bizim parasız olduğumuzu duydular, herhâlde para verecekler,” diye konuşuyorduk. Dördümüzün yol parasını karşılayacak kadar paramız olmadığı için dördümüz birden gidemiyorduk. Talat Bey’le ben ikimiz gittik. Bayramlaştık; selam-kelam ettikten sonra, bize dört tane paket verdiler. Geldik açtık ki, içinde hurma var. 4 ay burs alamayacağımız için, burs süresinin bitmesini beklemeyip, 1965 Mayısında yola çıktık. Vapurla Napoli’ye oradan da trenle Münih’e, oradan da İstanbul’a intikal ettik. Fakat, Fakülte kurulu erken geldiğimiz için bize ihtar verdi. Suut Kemal Hoca dekandı; durumu anlattıysak da kâr etmedi.

Koç: Hocam, bildiğimiz kadarıyla, profesör olmadan önce bir yıl da İngiltere’de kaldınız. Türkiye’de yüksek öğretimin kalitesinin ve akademik yükselmede aranan kriterlerin nereden nereye geldiği konusunda fikir vermesi bakımından, İngiltere’ye gidiş sebebinizi de belirtebilir misiniz.

Cerrahoğlu: Profesör olabilmek için, ikinci bir Batı dili daha öğrenmek gerekiyordu. Ben Batı dili olarak Fransızca biliyordum; ikinci dil olarak İngilizceyi öğrenmek istedim. İngiltere’ye bu amaçla gitmiştim. Şimdi sadece Arapçayla profesör olunabiliyor. Kem âletle kemâlât olmaz. Şu ân fakültemiz 53. yılında; maddi yönden bir gelişme maalesef görmedik. Ben her zaman, özellikle doktora ve yüksek lisans öğrencilerime, kendi ögrencilerine birer anahtar verebilmeleri için birer anahtar vermeye çalıştım; idealim buydu. Özellikle maddi sıkıntılardan dolayı, istediğimiz projeleri, programları hayata geçiremedik. Türkiye’de bir İslam Araştırmaları Merkezinin kurulması gerekirdi. Bu merkezin kurulması için gereken vasıtaları maalesef elde edemedik. İmkanlar o günün şartlarında ne idiyse şimdi de maalesef aynı. Hatta bazı şeyler geriye gitti. Mesela, bizim zamanımızda Fakülte içinde hocaların yurtdışına gönderilmesi için bir bütçe vardı; hocalar sırayla istedikleri ülkeye giderlerdi. İngiltere’ye bu kanalla gittim. Profesör olduktan sonra, 1986’da ikinci kez sıram geldiğini; fakat bir aylık para verebileceklerini söylediler. Ben de düşündüm taşındım bir aylığına nereye gidebilirim diye. Kalktım, Medine’ye gittim.

Özsoy: Erzurum’da hangi yıllarda bulunmuştunuz Hocam? Sanırım orada idari görev de üstlenmiştiniz.

Cerrahoğlu: 1976 yılının Mayıs ayında Erzurum’a görevlendirildim; 1978 Mayısına kadar görevim sürdü. Oraya gittiğim hafta beni dekan seçtiler; 20 ay dekanlık yaptım. Asistan alımında yanlı davranıp Atatürk düşmanlarını asistan olarak göreve aldığım iddiasıyla birkaç müfsit ortalığı karıştırdı. Oysa Nurcu olduğunu söyledikleri kişiler benden önce orada görev yapan arkadaşlardı. Benimle ilgili olan hadise ise şöyle: İslam tarihi ve İslam medeniyeti tarihi bölümlerine asistan alınacaktı. Ben de başvuran iki kişiye –biri Asri Çubukçu’ydu herhâlde– dedim ki, ayrı ayrı bölümlere başvurun ki, kazanırsanız ikiniz de başlayabilesiniz. Bu benim için suç oldu. Senatoda hakkımda atıp tutmuşlar. Rektör (Hurşit Ertuğrul) bana “Hakkınızda suçlama var.” dedi; ben de onlara dedim ki, “O zaman, hakkımda tahkikat açın. Hem ben kendimi aklayayım, hem de şikayet edenler yalancı durumuna düşsünler.” Böyle deyince tabii kimseden ses seda çıkmadı; bir buçuk ay geçti, tahkikat açmadılar. Bunun üzerine Hurşit Bey’e, “Ya tahkikat açarsın ya da istifa ederim.” dedim. Onlar da zaten istifa etmemi bekliyorlarmış; hiç üstelemedi. Dekanlıktan ayrıldıktan sonra 3 ay sürem daha vardı; Erzurum’un tadını çıkarttım. Dekanlık yaparken pek vaktim olmadığı için Erzurum’u gezme fırsatım olmamıştı. Sürtüşme her camianin içinde olur. Bu ahval ve şerait altında sürtüşme her yerde olur. Bizde olmaması gereken sürtüşmeler maalesef bizde de olmuştur. Hâlen de devam ediyor olabilir, bilmiyorum. Yalnız, şunu da belirtmeliyim ki, Erzurum’da yüzüme gülüp, öbür taraftan istifama sebep oldular; ama Ankara’da böyle bir şey hiç görmedim. Herşey açıktı burada; herkes muhalifse muhalif olduğunu belli ederdi; ama kimsenin ekmeğiyle oynamazdı –Rahmetli Hoca hariç. Mesela kurullar, muhalif oldukları biriyle ilgili de bîtaraf kalıp, lehte karar alabiliyordu. Benim gerek doktora, gerek doçentlik jürilerimde benimle muvafık olanların dışında muhalif olan insanlar da yer aldılar; ama kimse buna bakmadı. Bu gibi konularda herkes ehliyete bakıyordu. Böyle olması, fakültemize, diğer fakültelere göre daha olgun, daha objektif olma imkanı sağlamıştır.

Koç: Hocam İlahiyat camiasının kendi sürtüşmeleri dışında, İlhan Arsel’le aranızda cereyan eden bir polemik vardı.

Cerrahoğlu: Cemiyetin bakış açısıyla baktığınız zaman, İlahiyatçı dedin mi, biz gerici olarak zikredilirdik. Gerici olduğumuz için bizi yazılarımızdan dolayı zemmedenler olmuştur. 1974 yılında, Ebussuûd Efendi’nin vefatının 400. yıldönümü münasebetiyle Diyanet Dergisi’nde bir yazı yazmıştım. Bir gün bir baktım ki, İlhan Arsel Varlık dergisinde çıkan bir yazısında Ebussuûd’u o kadar küçültüyor ki, anlatamam. Güya biz yeni ilim ehli Ebussuûd Efendi’yi yüceltiyormuşuz. Ebussuûd Fetvaları adlı bir kitap neşredilmişti. O kitapta geçen fetvalardan birisi şöyle: “Bir erkek bir kadını üç talakla boşarsa, kadın başka bir pîre gitmedikçe kocasına dönemez.” İlhan Arsel, yaşlı adam anlamındaki ‘pîr’i, bildiğiniz ‘pire’ anlamış ve bu fetvayı dayanaklarına örnek olarak göstererek, “Koskoca alim dedikleri adam, kadını pireyle evlendiriyor,” demiş. Yazısında Ebussuûd’u övenlerden bir kaç şahıs zikretmiş; tabii Diyanet Dergisi’ndeki yazımdan dolayı benden de bahsetmiş. O zaman Ankara Hukuk’ta profesördü. Daha sonra Edebiyat Fakültesi’nden bir hoca, İlhan Arsel’in ‘pîr’ kelimesini ‘pire’ olarak anlamasını eleştirdi. Ben şuyuundan hoşlanmadığım için, susmayı tercih ettim. Ben Erzurum’a gittiğimde Süleyman (Ateş) Diyanet İşleri Başkanı olmuştu. Bana, “Abi buna lütfen cevap yaz; bu tip adamlar susmazlar, şurada burada konuşup dururlar. Yazacağın yazıyı da Diyanet Dergisi’nin orta sayfasında yayımlatırım.” dedi. Bunun üzerine bir cevap yazmıştım. Sonra beni, Şemsettin Günaltay, Bahriye Üçok, Coşkun Üçok’la birlikte anarak Biz Profesörler kitabında da zemmetti. Tabii, benim hem asabım bozuldu hem de beni o isimlerle aynı kefeye koymasına anlam veremedim. Sonra öğrendim ki, Bahriye Üçok’un eşiyle İlhan Arsel’in arası açıkmış. O zaman dekandım; bütçe için Ankara'ya geldim, üç-dört defa Meclis’e gittim. Meclis komisyonlarında müzakere edilirken, baktım ki, karşıda Bahriye (Üçok) oturuyor, bana eliyle selam veriyor; şaşırdım. Müzakereye ara verilince yanıma geldi; “Coşkun ve ben, yazından dolayı seni tebrik ediyoruz; çok güzel cevap vermişsin İlhan Arsel’e.” dedi. Arsel, üniversiteden 6 aylık izin alıp Amerika’ya gitmiş iki sene Fakülte’ye uğramamış. Tabii kimse üstüne gidemiyormuş; Koç’un damadıydı. Sadece Çoşkun üstüne gitmiş; bu yüzden de araları açılmış. Bunları duyunca, Arsel’in benim adımı niye onlarla beraber zikrettiğini de anladım, Bahriye’nin beni niye tebrik ettiğini de... Tabii, bu yazımın yüzünden adam rezil olduydu.

Özsoy: Hocam, izniniz olursa, yirmi yılı aşan muarefemize dayanarak, sizi vasfettiğini düşündüğüm üç kelime zikredeceğim: İhtiyat, teenni, inziva... Bunun yansımalarını pek çok olayda gördük. Size sizi anlattırmanın zorluğu da buradan kaynaklanıyor sanırım. Fakat yine de, özellikle bazı olaylar karşısındaki tutumunuzun nedenlerini sizden duymak istiyoruz. Bildiğimiz kadarıyla, zat-ı alinize Diyanet İşleri Başkanlığı teklif edildi, kabul etmediniz; Din İşleri Yüksek Kurulu’na seçildiniz, gitmediniz; Erzurum tecrübesi dışında idari görevlerden de içtinap ettiniz; hatta sempozyum, konferans türü etkinliklerde de hep geri durdunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?

Cerrahoğlu: Doğru söylüyorsunuz. Benim geriye çekilmemde, şöyle bir düşüncenin rolü var: Zamana ve zemine göre, girilen işten bir netice almak lazım gelir. Ama bu zamanda netice alma imkanı yok. Diyanet’te olsun, Fakülte’de olsun, o görevleri alsam bile mevcut mevzuat dahilinde bir hizmet yapmam mümkün değildi. Bir gün bana Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın imzasıyla bir evrak geldi; Din İşleri Yüksek Kurulu'na seçildiğim için beni tebrik ediyordu. Herşeyden önce, benim bu işten haberim bile yoktu; aday gösterildiğimi bile bilmiyordum. Bir de, daha önce orada çalışan arkadaşlarım oldu: Esat (Kılıçer), A. Arslan Aydın, İsmail Ezherli, (Osman) Keskioğlu... Onlar sanki ne yaptı? Yapmak istedikleriyle yapabildikleri çok farklı. Kimileri de menfaatleri doğrultusunda işler yaptılar sadece; umumi bir mevkide umumi bir hizmet vermek gerekirken, şahsi menfaatlerini yerine getirmiş oldular. Kısacası, oradan faydalandılar. Bir de mevzuat diyorum. Biliyorsunuz, Diyanet İşleri Başkanlığı bir genel müdürlük statüsünde; dolayısıyla, Başbakanlığa bağlı bir kurum. Başbakanlık’tan bir emir geliyor; tabii, “Başüstüne!” deyip yapıyorlar. Bu durumda nasıl başkanlık yapılabilir. O zamanın Selamet Partisi’ndendi herhâlde, bir adam ikide bir bize geliyor, gecenin ikisine kadar beni ikna etmeye çalışıyordu. Erbakan'ın danışmanıydı; ismini hatırlamıyorum. “Biz size yardımcı olacağız,” falan deyip, bana evet dedirtmek istiyorlardı. “Ben bu şartlar altında yapamam,” dedim. Sonunda bana dedi ki, "Sen bir şey yapma; sadece sarığı giyecek, oturacaksın." Ben de sinirlendim; dedim ki, “Ben kukla mı olacağım; otur sen yap öyleyse.” Öylece adamı yollayabildik. Erzurum'a kaçışımın sebebi biraz da bu meseleden sıkılmam idi. Benden hemen sonra Süleyman'ı başkan yaptılar. Bu durum, Din İşleri Yüksek Kurulu için de aynı. Görüyorsunuz; yok kızların saçı açılacak mı açılmıyacak mı, bununla ilgileniyorlar. Öbür taraftan kanun çıktıktan sonra benim ünvanıma, kararıma zaten gerek kalmıyor ki. Ne anladım ben bu işten. Diğer bir husus, yapım itibarıyla cevval değilim. Bir netice çıkmayacaksa, ben bunun mesuliyetini üstlenemem; öyle netice almak için koşturamam da yapım gereği. Milletvekillerinin durumu da böyledir. Tunus'tan geldikten sonra Hendek'e gitmiştim; bana dediler ki, “Seni mebus yapacağız.” Ben “Milletvekili olup ne yapacağım?” dedim. İşte “Memlekete yatırım yaparsın,” filan dediler. Ben “Burda yatırım yapılmaz; haksız yere imkan kullanmaya da ben razı olmam,” dedim. “Ankara'ya geldiğimizde işlerimizi halledersin,” dediler. Dedim ki, “Ya makul değilse talebiniz ne yapacağız. Ben hem yapmam hem de seni kovarım oradan,” dedim. İhtiyat, teenni ve inziva neticede böyle ortaya çıkıyor demek ki. Belki böyle davranmakta haklı değilim, bilmiyorum. Ben girgin biri değilim, ya girişken olacaksın, ya arkanda birilerinin durması gerekiyor ya da maddi bir gücün olması lazım ki sonuç alabilesin. Benim güvenecek bir dayanağım, sebebim yok; günlük kazanıp, günlük yiyoruz. Şahsi kusurlarım da olabilir. Mesela şunu itiraf edeyim: Ben idareci olamam. İdareci, icabında kırıcı olacaktır, icabında hislerini katmayacak işine, otoriter olacak. Böyle yapamayacaksan, görevi reddeceksin; bu işleri ehline vermek lazım; ehli değilsen yapamazsın.

Özsoy: Sizi yakından tanıyanların bildiği bir diğer özelliğiniz de, mizahi bir tabiata sahip olmanız. Hatırlıyorum, en acılı günlerinizde bile, olayın gülümseten bir yanını mutlaka bulur ve bizlerle paylaşmaktan geri durmazdınız. Biraz önce konuştuğumuz çekingen tutumunuzla mizahi yanınız arasında, çoğu kimsenin zannettiğinin aksine, bir çelişki değil, ortak bir yön olduğunu düşünüyorum: Sanki hayatı hafife alıyorsunuz; içine dalmaya değmeyen, gülüp geçilesi bir şey olarak algılıyorsunuz. Yanılıyor muyum?

Cerrahoğlu: Doğru; bu hayatı takmamak, belki de bana Rahmetli Tayyip Hoca'dan geçmiş olabilir. Tayyip Hoca da hem çok ön plana çıkmaya çalışmazdı; hem de hoş sohbetti; taşı gediğine koyardı.

Özsoy: Biz sizin hem kitaplarınızı okuduk, hem de rahle-i tedrisinizde bulunma şansına sahip olduk ve en az kitaplarınızdan faydalandığımız kadar, derslerde veya sohbetlerimizde serdettiğiniz mülahazalarınızdan da çok faydalandık. Sizin birçok görüş ve değerlendirmenizin, sizi kitaplarınızdan tanıyan geniş kitlenin meçhulü olduğunu düşünür ve üzülürüm hep. Zira âdeta yazma konusunda, kendinizi, ulûm-ı Kur’an ve tefsir sahasıyla ilgili bilgi mirasını yeni nesle aktarmakla sınırladınız şimdiye kadar.

Cerrahoğlu: O konuda haklısın. Fakat, elbette benim de yazdıklarımın dışında, yılların getirdiği bir birikimim olmuştur. Hep, emekli olduktan sonra bunları değerlendirmeyi düşünürdüm. Fakat biliyorsunuz, Cenab-ı Allah tarafından sanki bu planlarımı iptal ettirici bir ahval içine sürüklendim. 1996 yılında emekli olduktan iki ay sonra biraderimi kaybettim. Bu beni yıktı âdeta. Ondan sonra aile içinde yüklerim arttı; ailenin işleri üzerime kaldı. Bu işlerden ve yakınlarımın sağlık problemleriyle, dertleriyle uğraşmaktan kendime fırsat ayıracak, kitaplarımla, notlarımla ilgilenecek vaktim olmadı. Şimdi ise ben de çok iyi durumda değilim; biliyorsunuz,bazı sağlık problemlerim var; cemaatin önüne geçip imamlık yapamıyorum, çünkü derin nefes alamıyorum. Bu ve çeşitli sebeplerden dolayı, kütüphaneyi bile dağıttım; Sakarya Üniversitesi’ne bağışladım. Şimdi ders vermeye kalkışsam hazırlık yapacak bir kitabım bile yok. Fişlerim, notlarım dağınık vaziyette; çoğu kaybolmuş. Biraz da menevi yönden yıkılmış, yorulmuş durumdayım. Bilmiyorum ne olacak.

Özsoy: Kendinizi yorgun hissettiğiniz için böyle düşünüyor olmalısınız; ama inşaallah projelerinizi gerçekleştirmeniz müyesser olur. Sizi bu denli yoran hayatınızın büyük kısmı burada, Ankara İlahiyat’ta geçti. Dolayısıyla, Fakülte sizin için çok şey ifade ediyor olmalı.

Cerrahoğlu: Biz burada yaşadık. Burası benim hayatımın bir parçası oldu. Ne diyebilirim ki. Hatta, hiç unutmam, emekli olduktan sonra, Fakülte’ye gitmeyeceğimi biliyorum ama, evden çıktığım zaman çarşıya veya camiye doğru gideceğim yerde, ayaklarım hep Fakülte’ye doğru yürüyordu. O kadar bütünleşmişim. Ben gençliğimden beri, sabah namazlarından sonra ders için hazırlık yapar; her sabah erkenden Fakülte’ye gelir ve bütün derslerimi sabahtan öğleye kadar bitirirdim. Tatil günlerinde bile Fakülte’yi özlerdim.

Koç: Lütfederseniz, İlahiyat sahasındaki yeni çalışmalar hakkındaki değerlendirmenizi ve genç ilim yolcularına tavsiyelerinizi almak bizi memnun edecek.

Cerrahoğlu: Sağolun, güzel dergiler çıkarıyorsunuz. Gücüm nispetinde takip ediyorum. Çok yayın yapıldığını, bu mânâda da bir gelişme olduğunu müşahede ediyorum. Bunlar sevindirici tabii. Fakat, yeni nesille dil konusunda anlaşamıyoruz. Bir de doktora çalışmalarında herkes kocaman konuları seçiyor. Ama kendimizle ilgili, tarihî birikimimizle, özümüzle ilgili araştırmalar yapmıyoruz ve bu konularda yoğunlaşamıyoruz. İstanbul’da da bu yönde bir çaba maalesef görmedim. Oysa, anahtar sayılabilecek o kadar çok klasik kaynaklarımız var ki, maalesef bunlar üzerine yeteri kadar araştırma yapmadık ve yapılmıyor. Ben hep Anadolu insanının birikimini gün ışığına çıkarmaya yönelik tezler vermeye gayret ettim. Hâlâ da bunun teşvik edilmesinin lüzumuna kaniyim. Bu hem bir değerlendirmem hem de bir tavsiyem olmuş olsun. Bilgisayar teknolojisi hakkında bilgim olmadığı için, yeni çalışma tarzları hakkında pek bir şey söyleyemeyeceğim. Bizim dönemde kitaplar, fişler vardı; çalışma tarzımız ona göreydi. Sanırım, şimdi bilgisayar birçok işinizi kolaylaştırıyor. Sizlere bir tavsiyem de şu: Bir İslam Araştırmaları Merkezinin kurulması gerekiyor. Ama bu hâlâ yapılmadı; önemi idrak edilmedi. Buna ihtiyacımız var. İstanbul’daki ve Anadolu’daki kütüphanelerdeki eserlerin çoğunun muhtevasını daha bilmiyoruz. Mesela bizim Fakülte Kütüphanesi’nin listesi daha yeni yapılıyor. 5000’e yakın yazma eser var; bunların en az yarısı tefsir ve Kur’an ilimleriyle ilgili. Keşke bunları tertip edip, muhteviyatı gözden geçirip, içinde neler olduğunu ehlinin bilgisine sunabilsek. Bunlar anahtardır. Bu konuda elbirliği yapmak lazım. Bunu mümkün kılacak şekilde teşkilatlanmak lazım. Bir kütüphanenin içinde neler olduğunu bilmeden kütüphane bir işe yaramaz. Hasılı: Çalışın, çalışın, çalışın!

mico_tasarım