|
“İslâm Dünyasını Cin Çarptı”
Herkes kendine
göre bir meşrulaştırma mekanizması kullanmıştır. Kimisi ‘Ben şu anda çoluk
çocuğumla oturuyorsam Allah’ın rızası budur’ demiştir. Kimisi şu yazdıklarımda,
kimisi şu dinlediğim musikidedir demiştir. Gidip piknik yapıyorsa ‘nefsin
de üzerimizde hakkı var’ diye hadisi şerife dayanmıştır. Hâsılı ihmal edilen
alana sıra gelmeden ömürler geçmiştir.
– Efendim her sene olduğu gibi bu sene de Ramazan’da yoğunlaşan
bir takım tartışmalar oldu. Hâlâ da uzantıları devam ediyor. Bunun fikri
temellerine, gayelerine ulaşalım diye bir sayı hazırlıyoruz. Bu çerçevede
belki modernist çizgi gündeme gelmeli diye düşündük. İsterseniz modernist
çizginin tanımlamasını yaparak başlayalım...
Hayreddin KARAMAN:
İnşaallah. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ben de önce sorunuzdaki mukaddimeye temas etmek isterim. Türkiye’de
şimdilerde meşhur olan tanımla “28 Şubat Süreci”nde ya da sizin belirttiğiniz
gibi son zamanlarda cereyan eden din odaklı tartışmaların temelinde modernizm
veya modernist çizgi gibi nisbi olarak haysiyetli bir konumun olduğunu
kabul edemiyorum. Tartışmalara modernist çizginin dinleştirilmiş bir kopyası,
yozlaştırılmış bir şekli ve bir taklidinin temel teşkil ettiğini düşünüyorum.
Çünkü modernizmin temelinde bir felsefe, bir dünya görüşü bir hayat tarzı
vardır. Temelinde düşünceyle ulaşılmış bir sonuç veya tercih vardır. Bunu
benimsemeyiz ama saygı gösteririz. Eğer katılmıyorsak onu düşünce ile karşılarız.
Fakat Türkiye’de modernist
çizgi Cumhuriyetin kurucusu ile aynılaştırılmış, Mustafa Kemal Atatürk’ün
zamanında modernist çizgi neyi ifade ediyorsa bu, amentüleştirilmiş, ilmihalleştirilmiş
bunu aşma -dikkat buyurursanız çiğneme değil aşma- ihlâl olarak kabul edilmiş
durumdadır. Hem de hangi noktada aşma? Meselâ o zatın ulaşmayı hedeflediği
modernizmin beşiğini yani Batı’yı aşma. Batı’daki insanın mutluluğu, dünya
görüşü, insan hak ve hürriyetleri, demokrasi gibi yükselen değerler etrafında
cereyan eden tartışma ve gelişmeleri nazarı itibâra alarak kullanıyorum
aşma tabirini. Bu istikamette aşma bile sözkonusu olsa bu ihlâl, yozlaştırma
olarak, irtica olarak kabul ediliyor ve irticaa irtica çağrısıyla mukabele
ediliyor. Yani bu, irtica kabul ediliyor ve geriye dönüş çağrısı yapılıyor
demek istiyorum. İrticaa irtica ile mukabele ediliyordan maksadım da bu.
Geriye dönüş çağrısında kasıt nereye dönüş? 1920’lere...
– O zamanlarda getirileni de aşamıyorsunuz. Yani
orada kalacaksınız...
Karaman: Aşamıyorsunuz. En çok 30’lara kadar
geliyorsunuz. Çünkü İsmet Paşa dönemini bile bir yozlaşma, çizgiden sapma
kabul eden pek çok insan var o camia içerisinde.
– Aslında biz de Türkiye’de yaşananları yani yozlaşma
çizgisinin modernizmden nerelerde koptuğunu ve nerelere geldiğini konuşmak
istiyoruz ama aslî anlamda modernist çizgi düşünce planında neler getiriyor
önce bunu bir değerlendirelim.
Karaman: Benim algılayışıma, benim tesbitime,
benim bilgilerime göre modernizmin, (çağdaş batı dünya görüşü - hayat tarzı)
temelinde rönesans, reform ve aydınlanma dönemleri, büyük değişim ve dönüşümleriyle
fikir hareketleri yatıyor. Bu değişim ve dönüşümün omurgası, esası nedir
diyecek olursanız insan aklının her türlü baskı, esaret, kayıt ve sınırdan
kurtarılmasıdır diye cevap verebilirim. O fikriyatın temelinde insanın
kendine yeterliliği vardır. Buradan hareket edilir. Siz insanın üzerinden
beşer üstü, insan dışı yüklendirmeleri kaldırırsanız insan kendi kendine
doğru yolu bulur, mutluluğu yakalar.
Ortaçağda insan düşüncesi, sonraları ortaya çıkan terimle insan hak
ve hürriyetleri üzerinde en büyük baskı kilise ve din adamları tarafından
icra ediliyordu. Bu sebeple reform, kilise otoritesine karşı bir başkaldırıdır.
Aydınlanma dönemi de, burjuvazi devrimi de, Büyük Fransız ihtilali de onu
takip eden bütün fikir hareketleri, sosyal ve siyasal hareketlerin tamamında
önemli bir cephe kilise hegemonyasını kırmaktır. O zamanların meşhur tabiri;
“Din terakkiye manidir”. Demek ki din için bir “yafta” bulunmuş. İdamlıkların
boynuna yazılı birşeyler asarlar; onun adına mâlumu âliniz “yafta” denir.
Bir anlamda “dinin idamına” karar verilmiş -tamamen dinin ortadan kaldırılması
isteğinden bahsetmiyorum- ve böyle bir yafta asılmış. Burada iri harflerle
“Din terakkiye manidir“ diye yazıyor.
Sonra ortaya Marks çıkıyor. Marks’ın felsefesi,
sistematiği üzerine komünizm ideolojisi siyasal ve sosyal temsile kavuşuyor.
Bu sefer dinin idamına karar veriliyor ama yaftanın yazısı değişiyor. Yaftada
“Din yoksulların (palikarya) afyonudur” yazıyor. Din aşağı sınıfların,
sömürülenlerin afyonudur, o halde din bir sömürü aracıdır, deniyor.
Dikkat buyurulursa Batı’nın doğusunda ve batısında belli bir dönemden
itibaren dine karşı yaftalar farklı da olsa bir cephe alınmış. Dinin insanlık
için zararlı olduğuna kanaat getirilmiş. İnsan aklı serbest kalmış, kilisenin
baskısından kurtulmuş ve insan düşünce, bilgi üretmiş bunları hayata -işe,
alete, üretime- uygulamış, teknoloji doğmuş, arkasından sanayi inkılabı,
endüstri devrimi dediğimiz dönüşüm yaşanmış. Endüstri devrimi sadece teknolojinin
hayata uygulanmasıyla kalmamış aynı zamanda sosyal hayatı da çok derinden
etkilemiş. Devrim kentleşmeyi, kentleşme kendi kültür ve medeniyetini getirmiş,
hakikaten dünyada geçmiş asırlarla mukayese edilemeyecek bir değişim yaşanmış.
İşte bu dönüşümün adı benim nâçiz kanaatime göre modernizmdir. O günden
bugüne bu çizgi takip ediliyor, kendi istikametinde gelişiyor.
Çok kısa olarak şuna da temas edeyim: 17. asırdan 20. asra kadar aklın,
bilimin putlaştırılması ve onun tapıcılarının bu iki kaynağa toz kondurmamalarına
rağmen 20. asırda insanoğlu aklın, bilimin ve teknolojinin insanlığa getirdiğini
sorgulama ihtiiyacı hissetmiş. Konumuz o olmadığı için bunun sebeplerine
fazla girmiyoruz ama en azından iki Dünya harbi yaşanmış. Ve harpler dinden
çıkmamış. Bu savaşlar endüstri devriminin getirdiği ahlaktan ve hümanizmadan
-bütün bunlara rağmen de diyebilirsiniz- çıkmış. Meselâ komünizm 60 milyon
insanın, 1. ve 2. Dünya harbi şu kadar insanın hayatına malolmuş.
Bunları gören yine bir kısım batılı mütefekkirler aydınlanmayı takip
eden çağdaşlığın, modernizmin, rasyonalizmin, pozitivizmin, akılcılığın,
bilimciliğin insanlığa ne getirip ne götürdüğünü sorgulama ihtiyacı hissetmişler.
Bu sorgulamadan da “postmodernizm” dediğimiz bir başka akım doğmuş.
– İslâm dünyasına modernizmin yansıması nasıl
olmuş? En azından düşünce alanında islâmî ilimlere, islâmî bakışa, anlayışa
yansıması nasıl olmuş? Yani islâmî dünyada modernist çizginin oluşumu hangi
çerçevededir?
Karaman: Modernizmin İslâm dünyasını etkileyişi
ve etkileyişin çeşitleri hakkında çeşitli değerlendirmeler var. Çünkü İslâm
dünyasında modernizm bütün münevverleri, halkı, yöneticileri aynı derecede
etkilememiş. O zamana kadar islam dünyası kültür ve medeniyet dağıtan,
karanlıkları aydınlatan bir kaynak iken yoksullaşmış kendisi karanlık içinde
kalmış, ya da kaldığını zannetmiş ve başka ışıklar aramış, neden? Önce
neden etkilenmiş bir değerlendirelim.
Bunun nedenine eğilirken onu da öncesiyle değerlendirmek gerekir. İslâm
dünyası dünyaya medeniyetinin ışığını yayarken kaynağını nereden alıyordu?
Rahmetli Cemil Meriç’in tabiriyle “Işık doğudan mı batıdan mı geliyor”du.
Bu ışık, Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle “nur”, Allah’ın yaktığı bir nurdu.
İslâm dı, Kuran’dı, Rasûlullah’dı. Çünkü Allah Teâlâ Rasûlü için “sîrac-ı
münîr” tabirini, kitabı için ise “hüden ve nur” tabirlerini kullanıyor
ki bunlar rehber, ışık, nur anlamlarına gelir.
Mecazen değil hakikaten kitabın kendisini tanımlayışından da hareket
ettiğimizde ışığın kaynağı İslâm’dı, Kitabullah’dı. Lakin Kitabullah kendi
kendine elbise, kendi kendine silâh, kendi kendine insan olmuyor. Siz Kitabullah’ı
Rasûlullah’ın örnekliğinde almak, yorumlamak ve hayata uygulamak durumundasınız.
Bunu yaparsanız Kitabullah size nur oluyor. Bunu yapmazsanız olmuyor bu
bir. İkincisi yanlış yaparsanız da olmuyor. Doğru anlamak gerekiyor. O
halde kitapla insan, toplum, medeniyet arasına anlama engeli giriyor.
Benim edindiğim bilgilere göre müslümanlar başlangıçta
anlama ve uygulamayı doğru yapmışlardır. Müslümanların Emeviler’den itibaren
ilk karşılaştıkları kültür çatışması bir yandan Hind ve İran’dan bir yandan
eski Yunan’dan, Helen’den gelen fikir ve buna dayalı hayat tarzı ile olmuştur.
Çeşitli sosyal ve siyasal sebeplerle de gelişmiştir. Ama bu kültür çatışmasına
iyi mukabele edebilmişlerdir. İmtihanı güzel vermişlerdir. Çünkü Rasûlullah’ın
önderliğinde Kur’an’ı doğru anlamaya ve doğru uygulamaya devam ediyorlardı.
Çatışmadan bir duraklama veya gerileme dönemi zuhur etmedi. Bünye güçlü
olduğu için karşılaştıkları hastalık âmîlini aldı, antikor oluşturdu, vücuduna
yerleştirdi, zararsız hale getirdi. Ondan sonra alacağı mikroplara karşı
kendisinde bir bağışıklık gelişti. “Atlattı” ama hiç etkilenmeden bu dönemi
geçirdi anlamında değil, müsbet etkilenerek geçirdi.
İşte yakın tarihin İslâm dünyası ise modernizmle
karşılaştığı zaman bu imtihanı iyi veremedi. Neden bu imtihanda sınıfta
kaldı? Yorumlama ve yaşama hedefinden sapmıştı, bünye zayıflamıştı. Zayıflamanın
detayı, hangi alanlarda nasıl tezahür ediyordu, bunlar tarihte okunabilir.
Zayıf olduğundan ayakta durabilmek için vücudun
dışında dayanak aradı. Hele bu çatışma sadece medeniyet çatışması değil
menfaatler çatışması olarak da tezahür edince kendi varlığını korumak için
içgüdesel olarak güçlüye yöneldi. Böyle bir zaaf içindeydi. Sonrasının
da uzun hikayesini şöyle özetlemek istiyorum:
İslâm dünyası; “Bu güçlü dünya nasıl güçlendi, onu güçlendiren âmilleri,
geçmişini ve güçlenme seyrini öğreneyim, kendi dinamiklerimi güçlenmek
için kullanayım” noktasından hareket etmedi. Güçlüde görülen âlametleri,
sonuçları (silâh, kılık-kıyafet, ulaşım araçları gibi) almaya yöneldi.
Araç alışverişiyle başlayan ilişkiden fikir alışverişi, kurum alışverişi
geldi. Tabiî bu alışverişler hep almak şeklinde tezahür etti.
– Hocam ben de bunu sormak istiyorum. O dönemde bizde
bir alış psikolojisi var. Şurada bir yükselti var onu ithal edelim gibi.
Bu arada modernizmin sonuçlarını yaşayan Batı dünyasında “İslâm dünyasına
şu tarz bir şeyler verelim” şeklinde çalışmalar oldu mu? O dönem sömürgeciliğin
geliştiği bir dönem olduğu için maddi sömürgeciliğin yanında fikri anlamda
istenilen bir ortam hasıl etme politikası da sözkonusu muydu? Meselâ müsteşrik
hareketin o yönde bir çabası...
Karaman: Ben şahsen hareketli ve hareketçi
bir fakirâne adam olduğum için öncelikle kendimi sorgulamayı yeğliyorum.
Herkesin vazifesi vardır. Batı güçlenmek istiyorsa, Batı’ya pazar, ucuz
hammadde, kolgücü, stratejik mekanlar lazımsa bunu almak için gerekli politikaları
uygulayacaktır.
– Şu yönden soruyorum hocam. Alış psikolojinizle
onların veriş politikaları tetabuk etmiş, oturmuş olabilir. Bu da alış
psikolojisindeki bir zaafı ortaya koyar.
Karaman: Doğru. Ben de sözü oraya getireceğim.
Batı toplulukları sizdeki alış psikolojisini güçlendirmek için tedbirler
oluşturmuştur. İçinize müsteşrikler, misyonerler göndermiştir. Mektepler
açmış, bâzı bölgelerde müslüman mekteplerinden çok misyoner mektepleri
olmuştur. Ama ben bu çalışmaya “Vay namussuz kafirler, bizi böyle yaptılar”
demiyorum “Aferin adamlara vazifelerini iyi yapıyorlar” diyorum.
Saffat sûresinde bir âyet var: “Kötü mekr (plan, komplo) etkilemez,
ancak ona lâyık olanı etkiler.” Niye biz buna ehiliz? Burayı sorgulamayı
tercih ediyorum. Neden Emevi dönemindeki müslümanlar ehil olmadılar, Rasûlullah
(s.a.v) efendimizin Mekke’deki bir avuç müslümanı etrafını ihâta etmiş
küfr kültür ve medeniyetine esir olmadılar, hasta olmadılar da bizi etkiliyor?
Bana bazen mecnun olmuş kişiler getiriyorlar. Biz hoca olunca hocalar
aynı zamanda cincidir, üfürükçüdür zannediyorlar. Şahsen cinler nasıl kovulur
bilmiyorum. Yukarıda okuduğum ayet gibi ayetlerden yola çıkarak dua etmeyi,
herşeye şifa olduğuna inandığım Kuran‘ı okumayı tavsiye ediyorum. Lakin
bir de şunu söylüyorum: “O senin cinlerin erkekse, gücü yetiyorsa, kendilerine
güveniyorlarsa gelsinler beni etkilesinler. Ben buradayım dünyanın bütün
cinlerine meydan okuyorum” diyorum. Niye bana birşey yapamıyorlar? Çünkü
ben güçlüyüm. Gücümü de imanımdan ve ibadetimden alıyorum. Sen de iman
et, ibadet et; sana da hiçbir şey yapamazlar. Sana bu iman ve ibadet kuvve-i
maneviyye de verir. O zaman cin mikrobu -yalnız cinler mikrop demiyorum-
seni etkilemez. İşte islam dünyasını cin çarptı. Siz çarpılası oldunuz
da onun için çarptı.
Hepimiz o dönem kültür alışverişiyle alâkalı manzum, mensur pek çok
kitap okumuşuzdur.
“Alınız ilmini garbın, alınız sanatını
Veriniz bir de mesainize son sür’atini” gibi Akif
merhumun şiirleştirdiği... Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak gibi kitaplarda
Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu’nun farklı açıdan yaklaşımları... Kültür değişmesi
konusunda Mümtaz Turhan’ın “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” kitabıyla Peyami
Safa’nın Doğu Batı Sentezi... Malik bin Nebi’nin düşünceleri... Yani sayınca
az zannederler diye saymak istemiyorum. Bu kültür çatışmasından tez, antitez
ve sentezlerden zengin bir kütüphane oluşmuş.
Buradaki tenkit ve değerlendirmelerden hareket ederseniz üç yaklaşımı
birbirinden ayırabilirsiniz: Birisi tam teslimiyetçi, diğeri tam içine
kapanmış savunmacı ve muhafazakâr, bir diğeri de bunların ortasında yeralıyor.
Ortada durana da ıslahatçı, tecditci diyelim. Reformcuyu teslimiyetçilerin
içinde kullanmayı tercih ediyorum.
Ortadaki erbabı tecdit bizi daha çok ilgilendiriyor.
Türkiye’de Cumhuriyetten sonra birinci söylediğim tez uygulanmıştır. Yani
Batı’ya teslimiyet, onu örnek alıp onun gibi olma, batılılaşma tercih edilmiştir.
O günlerin sloganı “muasır mederiyet” (çağdaş uygarlık)tır ama çağdaş uygarlığın
prototipi Batı uygarlığıdır. Onun için bu sloganı “batılılaşma” diye tercüme
edebiliriz.
2. Mahmut’tan başlayalım, 3. Selim’den başlayalım ve 2. Meşrutiyete
kadar gelelim. Buraya kadar geldiğinizde hakikaten bir ıslahattan sözedebilirsiniz.
Bu dönem mütefekkirlerinden Sait Halim Paşa’nın Buhranlarımız’ı alıp okuyun.
Buhranlarımız mensuru, Safahat bunun manzumudur. Adeta, o kadar örtüşürler.
Buralarda bir sentezden, alışverişten sözedildiğini görürsünüz. Yani “Batı’dan
bir şeyler alınmalıdır” derler. Henüz “Batı’ya birşey verilmelidir” diyemezler.
Çünkü aşağılık duygusu vardır. Kendilerine güven azdır. Ama daha çok şunları
alalım, şunları da kendimizde muhafaza edelim, derler. Bu liste üç aşağı
beş yukarı değişiyor. Yine de ben bu ortadaki çizgiye sağlıklı diye bakıyorum
ama “o gün için.” Bugünden oraya bakıp onları mahkum eden radikal kardeşlerimiz
var ama orayı geçersek o çizgiyi sağlıklı bir çizgi olarak değerlendiriyorum.
Biz biraz da o mesailerin bereketiyle bugünlere geldik.
– Yani Akif günleri yapa yapa...
Karaman: Akif’i, Peyami Safa’yı okuya okuya,
Sırat-ı Müstakim erbabını okuya okuya. İslâm dünyasında Abdülhamid bin
Bâdis’ten Muhammed Tahir bin Aşur’dan tutun İkbal’e (Şah Veliyyullah biraz
geride kalıyor) kadar birçok müceddit mütefekkiri okuyarak geldik. Sonra
Batıyı da iyi görerek, öğrenerek, batının “marifetlerini” yani modernizmin
insanlığa getirdiği ve götürdüklerini yüz sene önceki ecdadımızdan daha
iyi görerek biz farklı bir noktaya gelmiş olabiliriz. Biz (derken bir kısım
münevver müslüman demek istiyorum) Batıyı daha sağlıklı değerlendiriyor
olabiliriz. Batıdan alacağımızdan oraya vereceğimizin daha çok olduğunu,
hem de kendimize güvene güvene söylüyor olabiliriz.
Hatta almaktan çok kendi dinamiklerimizi harekete
geçirerek insanlığa aradıkları fakat bulamadıkları bir medeniyeti sunmaktan
söz edebiliriz. Bu biraz büyük bir iddiadır. O kadar güçlü müyüz bilemiyorum
ama -insanların himmeti dağları devirirmiş- böyle bir himmet, hedef, ufuk
üzerinde olmayı da güzel görüyorum. Ham hayal değil. İşte bu geldiğimiz
noktadan yüz sene öncesine bakıp da tu-kaka demeyi de uygun bulmuyorum.
Sohbetin başında dedim ki; Cumhuriyet Türkiye’sinde
Batı uygarlığının belli bir çizgisi Cumhuriyetin kurucusu veya kurucuları
tarafından alındığı, millete tavsiye edildiği için sonra kendilerine kemalist
ismini koyan insanlar o günkü konuşmaları, fikirleri, atılımları, inkılâpları
ilmihalleştirmişler, dinleştirmişler ve skolastikler gibi “O üstatlar ne
demişse doğrudur, oradan sapma olursa yine oraya dönmek lâzım” yaklaşımını
benimsemişler. Bunun sağlıklı olmadığını söylüyorum ama bütün islâmi kesimde
olmayan Cumhuriyet aydınlarının da aynı düşündüklerini söylemiyorum. Çünkü
en azından son 15 yıldan beri tezahür eden meselâ 2. Cumhuriyetçiler yahut
Cedidciler var. Onlar da yeni bir sentezden sözediyorlar. Bu sentezin Batı
ayağı 1923 -30 arasındaki Batı değil, çağdaş Batı’dır. Doğu ayağı da bizim
öz kültürümüzdür. Orada İslâm çok vurgulanmıyor ama öz kültürümüze dayanan
bir sentezden bahsediliyor. Öyleyse Cumhuriyet aydınlarının tamamı da aynı
çizgide değil.
Bir de şimdi “İslâmcı” denilen bence müslüman münevver kesim, İslâm’ı
hem hayatında hem tefekküründe rehber edinenler vardır. O kesimin de hangi
çizgiye geldiğini biraz önce arzetmiş oldum.
– Mehmet Akif, İkbâl gibi o dönemin müslüman mütefekkirleri
dertli insanları bir özeleştiri de yapıyorlar. Yani İslâm’ın kendi düşünce
akımı içerisinde duraklama, kendini yenileyememe problemini ortaya koyuyorlar.
Fakat bunlar gene çözümü İslâm’da buluyorlar. Kemalist çizginin de dinle
bir ilişkisi var. Hatta “Kemalizm bir din reformudur” deniliyor. O da dine
yönelik bir sorgulama geliştiriyor. Akif’lerin çizgisi ile Kemalist çizgi
arasındaki dine yaklaşım açısından önemli bir fark var. İksinde de dine
yönelik sorgulama var ama bu farkı isterseniz tebellür ettirelim. Çünkü
onun uzantısı bugünlere geliyor. 28 Şubat sürecinde yaşadığımız olaylar
içerisinde onların yansımaları var zannediyorum.
Karaman: Yansımaları var. Aynen devam edeni
var, biraz değiştirilmiş olanı var. Daha evvel Batı’nın doğusu ve Batı’nın
batısına ait yaftalardan bahsetmiştim. Bu yaftalardan biri “Din terakkiye
manidir” yaftası, diğeri de “Din yoksulların afyonudur” yaftasıydı. Cumhuriyet
Türkiyesinde bunların her ikisini de devam ettiren okumuşlar olmuş. Fakat
28 Şubat sürecinden itibaren ortaya konanı gözönüne alırsak onlar bu iki
yaftadan birisini kullanmıyorlar. Üçüncü bir yafta veya bir yaftanın ta’dil
edilmiş şekliyle şöyle söylüyorlar: “Şu şekilde İslâm terakkiye manidir
ve böyle olmayan bir İslâm’a müsâmaha edilebilir. Biz bile böyle müslümanız”
diyorlar
– Cumhuriyetin çizgisi de bu değil mi?
Karaman: Evet tabiî. Mutlak olarak din terakkiye
manidir, o halde dini atalım, böyle demiyorlar. Din afyondur, insanları
uyuşturulmaktan kurtaralım, dini kaldıralım da demiyorlar. Ya sahabeden
günümüze kadar gelen klasik, geleneksel İslâm yanlış anlaşılmış, uygulanmış
bir İslâmdır. Şimdi biz bugünkü tefekkürün ve bilimin bize kazandırdığı
imkânlar açısından Kur’an’a bakarak, gerekirse Rasûlü de dışlayarak -çünkü
o belli bir coğrafyanın, kültürün, tarihin insanıdır, onun örnekliği bizim
için geçerli değildir- Kur’an’ı esas alır onu da yorumlarsak- bu yorumlama
işi de meselâ Şemseddin Günaltay’a göre Mekke âyetlerini alıp Medine ayetlerini
almamak gibi olabilir veya şimdikilerin tarihî olan ayetlerle olmayan ayetler
ayrımı gibi olabilir- bu iş olur diyorlar.
Ama sonuçta klasik olmayan bir metodoloji ile, bir anlama ve yorumlama
metodu ile Kur’an’a baktığımızda biz İslâm’ı doğru anlayabiliriz, diyorlar.
– Hocam afedersiniz, sözünüzü kesiyorum ama sanıyorum
burada iki irade var; birisi hâkim siyasi irade ama bu siyasi irade yetmiyor
buna, ilim adamı iradesinin katkısı gerekiyor. Cumhuriyet döneminde bu
iki irade birbirini hep aramış. Dönemimizde de istekler ilim adamlarına
söyletilmeye çalışılıyor diyebilir miyiz?
Karaman: Tabiî. Din kullanışlı birşeydir.
Kitleleri etkilemek için dine denk bir araç bulamazsınız. Eğer akıllı bir
yönetici iseniz işinizi dinle çatışmadan halledebilmelisiniz. Aslında dinle
çatışıyorsanız, insanları götürmek istediğiniz yer dinin insanları götürmek
istediği yerin tersi ise bu çatışmayı görüntüde çatışma olarak tanımlarsınız
ve hakikatte çatışmanın olmadığını insanlara ispat etmek için yeni bir
yorumlama metodolojisi geliştirirsiniz. Bu çatışma görüntüsünü ortadan
kaldırmak hayatınızı dine değil dini hayatınıza uydurmak için politikacı
iradesi yetmez; aynı zamanda dini otoriteyi kullanmanız gerekir. Zaten
tarih boyunca da böyle olmuştur. Bir zamanlar Hilafet saltanata dönüşmüş,
saltanat sisteminin yerleştirilmesi için de ulema kullanılmıştır. Onlar
da saltanatın meşruiyyetini ispat etmek için epey kağıt kalem harcayıp
nefes tüketmişlerdir. Bu çok tabiîdir. İslâm dünyasında her yerde böyle
oluyor.
Uluslararası politikada da bu böyledir. Malum-u
âliniz Yeni Dünya Düzeni’nde çağdaş uygarlığın potansiyel hatta aktüel
düşmanı ilân edilmiştir bir nevi İslâm. Köktenci, temelci, fundemental
İslâm dedikleri İslâm. Bu ilânla İslâm’ı ikiye ayırıyorlar, onun üzerine
yeni düzenin patronları İslâm dünyasında kendilerinin işine gelen İslam’ı
gerçek İslâm, kendilerinin işine gelmeyen İslâm’ı yanlış İslâm olarak takdim
etmek istiyorlar. Bir kısım cahillerin, mutaasıpların, din istismarcılarının,
samimi olmayanların, kasten Kur’an’ı, Sünneti, sîreti saptırarak ortaya
koydukları İslâm’ı İslâm olarak takdim etmekte insanları buna inandırmak
için de bir çok tedbire girişmişlerdir. Uluslararası politikada böyledir,
ulusal politikada da böyledir.
– Bu sohbet 28 Şubat’ın da yıldönümüne yaklaşıyor.
Genelde İslâm dünyasında da benzeri hadiseler yaşanıyor. Yani siyasi yönetimlerle
İslâm arasında İslâm’ı biçimlendirmeye yönelik bir ilişki var. Buna sizin
de buyurduğunuz gibi uyum sağlayan fetva makamları var. Bunu resmi anlamda
söylemiyorum. Sivil anlamda fetva makamları var. “Nereye gidiyor İslâm
Dünyası, nerede durulacak ?” gibi bir soruyla bitirelim.
Karaman: Bünyemiz sağlamsa bu gelişmelerden
daha sağlam çıkarız. Bizim için bir idman olur. O halde bünyemiz sağlam
mı diye sormamız lâzım. Bünyemiz sağlam değilse nasıl sağlamlaştırılabilir
diye düşünmemiz gerekir.
Karşımıza ya samimi, ya istismarcı ya da angaje, satılmış olarak bir
takım insanlar çıkıyor. Fetvalar veriyorlar. Yeni birtakım yorumlar ileri
sürüyorlar. Geçmişi sorguluyorlar, geleneği kısmen veya küll halinde silip
ortadan kaldırıyorlar. Bize göre veya birilerine göre yanlış işler yapıyorlar.
Ortayolculara, ehli sünnete, sahih İslâm mensuplarına, bunun ulemasına,
halkına göre yanlış şeyler yapıyorlar. E bunların varlığını ortadan kaldıralım
mı? Hayır. Bunların ağızlarını dikelim mi? Hayır. Çünkü Kur’an-ı Kerim,
Resulullah efendimiz, Hulefa-i Raşidin bunların ağzını dikmemiş. Bu muhalif
sesler diyebilirim ki Hulefa-i Raşidin devrinden, özellikle Hz. Osman zamanından
itibaren giderek çoğalmış ve devam etmiş. Yani bugün karşımıza çıkmış değiller.
Felsefe, kelam ve tasavvuf okulları var. Bu üç okulun da içinde -bu
kelimeyi kendi adıma kullanıyorum- sapık çizgiler var. Tasavvuf okulunda
yetişip sapanlar var. Kelam ve felsefe sahasında çalışıp sapanlar var.
Bu eskiden beri olmuş. Ayrıca bu çıkışlar İslâm’a zenginlik getirmiş. Ulemayı
o alanlarda düşünmeye sevketmiş. Kur’an’ın yeniden okunup bu fikirleri
de nazar-ı itabara alarak yeniden tefsirine vesile olmuş. Hadisler yeni
baştan okunup şerhedilmiş. Müteahhirin, hayattan marifete dönüşen sahih
tasavvuf, fıkıh, fıkıh usülü, kelam işte böyle doğmuş. Mesela İslâm felsefesinin
İbn-i Rüşd çizgisinde gelişmesi gibi. Bunlar bizler için zenginlik ve kazanım
olmuştur.
Onun için ben hep kendimize yönelmek gerektiğini
düşünüyorum. Çok büyük ihmallerimiz var. İslâm alemini bırakalım. Neden?
Çünkü her yere koşamıyoruz. Kuran’ın da emrine göre önce ailenden başlayacaksın
işe. Sonra konu komşundan, akrabandan, uzağına doğru gideceksin. Biz Türkiye’de
yaşıyoruz. Türkiye’de yaşarken bizim ihmallerimiz, kusurlarımız var mı?
Bana göre var. Hangi alanda var?
Israrla iki kelimenin altını çiziyorum; “örgütlenme”
ve “eğitim” -sivil anlamda kullanıyorum- Bu iki alanda büyük ihmallerimizin
olduğunu söylüyorum.
Bu din fahrî, hasbî olarak fedakarlıklara katlanıp
eline demir asa alıp, ayağına demir çarık giyip birebir insanlarla meşgul
olanlar tarafından tebliğ edilmiş ve yayılmıştır. Buna, hepimiz biliyoruz,
tarih de şahididir. Öyle elinize silah alıp gidip bir ferdi veya topluluğu
İslâm’a getirdiğiniz olmaz. Savaş zaten bunun için olmaz. Savaş bu birebir
temasların hürriyet içerisinde yapılabilmesi için, fikir, din ve vicdan
hürriyeti alanını açmak için olur. Zulmü ortadan kaldırmak için olur. İster
kafirleştirme, ister İslâmlaştırma birebir temaslarla ve eğitimle olur.
Bizim bu alanda ihmalimizin olduğunu düşünüyorum. Siyasi, gayri siyasi
faaliyetler Türkiye’de hep belli çerçeve içerisine hapsolunmuştur. Birbirleri
ile irtibatları ya zayıf ya olumsuz olmuştur. Örgütlenmemizin zaafı budur.
Eğitim de genel, topyekün ve İslâm adına olmak yerine
özel, mevzii ve belli bir okul, hizip, cemaat adına olmuştur. Bu olmuştur
da kötü olmuştur anlamında söylemiyorum. Belki kötü olanı da vardır iyi
olanı da. Lakin kapalı olması mahzurludur. Bir yerel alan olacak, bir taban.
Bu eğitim tabanını oluşturmak için hepimiz seferber olacağız. Bu öyle bir
taban olacak ki insanlarda aynı zamanda bir miyar, bir mihenk, bir ölçüt
oluşturacak. Ondan sonra dar okul, cemaat eğitimleri bu baz, temel üzerine
bina edilecek. Bu temel sıhhatin, sağlıklı İslâm’ın garantisi olacak. İşte
biz bu taban eğitimini vermekte büyük ihmalde bulunduk.
Bizler evimizde oturmayı, üç buçuk satır birşeyler yapmayı, yüz sene
sonra lazım olur, bilimsel olanı budur diye altına elli tane kaynak yazmak
için elli tane kitap açıp bol dipnotlu birşeyler yazmayı tercih etmişizdir.
Bu konuşmamı okuyanlar “vay ilim karşıtı” diyebilirler. Desinler.
– Bunları ilmi yapan birisi olarak Hayrettin Karaman’ın
söylemesi önemli. Allah razı olsun.
Karaman: Yani herkes kendine göre bir meşrulaştırma
mekanizması kullanmıştır. Kimisi ‘Ben şu anda çoluk çocuğumla oturuyorsam
Allah’ın rızası budur’ demiştir. Kimisi şu yazdıklarımda, kimisi şu dinlediğim
musikidedir demiştir. Gidip piknik yapıyorsa ‘nefsin de üzerimizde hakkı
var’ diye hadisi şerife dayanmıştır. Hâsılı ihmal edilen alana sıra gelmeden
ömürler geçmiştir.
Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama Hindistan’daki
Cemaat üt Tebliğ’in zihniyeti bizde olsaydı çok şey değişirdi. Kimse eğlenmesin,
ailesiyle ilgilenmesin demiyorum. Ama siz günlük hayatınızdan haftalık,
yıllık hayatınızdan bölümler ayırsaydınız... Bunu Allah rızası için, imanınızın
gereği olarak bir köyde, bir fakir mahalesinde, Türkiye’nin bir ucunda
size muhtaç olan insanlarla birlikte geçirseydiniz biz bugün bu tartışmalardan
korkmazdık. Bize güç verirdi. Oturur, hokkabaz seyreder gibi seyrederdik.
Ama şimdi acaba adamlar insanımızı etkiler mi, bizde aşınma meydana getirir
mi diye korkuyoruz. Niye korkuyoruz?
Cinden kim korkar? Bu soruyla bitirmek istiyorum.
– Hocam gazeteci gibi bir soru ilâve etmek istiyorum.
Vaktiyle Hayrettin Karaman için modernist şeklinde yazılar yazıldı, kitaplara
geçti v.s. Hakikaten Karaman o zaman modernistti de değişti mi, yoksa Karaman’ı
tanımayanlar bir önyargıyla mı böyle değerlendirdiler?
Karaman: Modern oldum, bu anlamda siz de
modernsiniz. Fakat hiç modernist olmadım.
Kökü mazide olan âti, kökü mazide olan hal olmanın lüzumuna kanîyim.
Maziden kopmayacağım ama 7. y.y. da da yaşamayacağım. İlmimle, fikriyatımla,
ürünlerimle de orada yaşamayacağım. Ama oradan alacağım çok şey var. İslâm
ilminin değişmezleri var. İslâm kültür ve medeniyetinin değişmezleri var.
Onlar benim canım gibi değerlidir, onları koruyacağım. Fakat bir tecdit
mükellefiyeti de var. Bendeniz modernizmin İslâm Dünyasını etkilemeye başladığında
alem-i İslâm’da okur yazarların bundan etkilenerek ortaya koydukları gruplaşmadan
bahsetmiştim. Orada bir orta çizgi vardı. Ben bu, ortanın mukallidi değil
devamı olmaya çalıştım. Onu da değerlendirip aşmaya çalıştım.
– Efendim bu sohbetin mesajları için teşekkür ediyoruz.
|