Dücane CÜNDİOĞLU'nun Görüşleri...
"Sorun Meşruiyet Sorunu"
– Devlet-Din ilişkileri Türkiye’de problemli bir alan olarak görülüyor.
Sizce de öyle mi? Problem sizin açınızdan hangi boyutlarda?
Dücane CÜNDİOĞLU:
Halkının tamamına yakını müslüman olan bir ülkede, devlet, mevcûdiyetini
borçlu olduğu müslüman halkın dinine ve dinî değerlerine sahip çıkmıyor
ve üstelik bu tutumu, kendisinin lâzım-ı gayr-ı mufarık bir şartı olarak
ilân ediyorsa, o ülkede din-devlet ilişkileri alanında köklü problemlerin,
hatta çatışmaların varolması kaçınılmazdır. Bu bakımdan sorun, açıkça bir
meşrûiyyet sorunudur.
– Devletin bu alanı düzenlemek için benimsediği ilke laiklik ilkesi
olarak belirdi. Bu ilkeyi getirirken İslâm’dan ve İslâm’ı üstün bir değer
yargısı olarak benimseyen halktan ne bekliyordu? Problem nerede çıktı?
CÜNDİOĞLU: Türkiye’de din-devlet ilişkilerini sadece bir iç
problem(miş) gibi ele almak yanıltıcıdır; zira nasıl ‘hilafet’ sorunu Türkiye’nin
kendi iç problemi olarak ortaya çıkmadıysa, devlet’in dinle arasındaki
mesafe de sadece iç hesaplaşmalara (iç dengelere) binâen açılmış değildir.
İşte bu sebepledir ki Cumhuriyet yöneticileri, sıcak bir sorun olarak “devletin
kurtarılması” adına, halkın geleneksel değerlerini fedâ etmekten çekinmemişler,
ne yapacaklarını halka sormaya ihtiyaç duymamışlar, işin doğrusu, halkın
ne düşündüğünü de pek umursamamışlardır. Türkiye’nin sorunlarının temelinde,
işte bu çarpık tutum yatmaktadır.
– Aradan 70 yıl geçti. Türkiye’de Devlet-Din ilişkileri problem olmaya
devam ediyor. Bu arada devletin hâlâ İslâm’dan beklentileri var; İslâm’ın
reforme edilmesi, müslümanların bunu kabul etmesi gibi. Gelinen noktayı
nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu bir çıkış yolu olarak görüyor musunuz?
CÜNDİOĞLU: “Devlet’in İslâm’dan beklentileri olduğu” şeklindeki
tesbitle, şayet “kısa vadeli politikalarda din fenomeninden yararlanmak”
kastediliyorsa, o zaman devletin İslâm’a ilişkin beklentilerinden söz edilebilir.
Çünkü Türkiye’de İslâm, ancak devletin dış sorunları muvâcehesinde ‘yükselen
değer’ haline gelmekte ya da tersi olmaktadır. Yoksa, iç politika oyunları
ile seçim hesapları dışarıda tutulacak olursa siyasî merkezin bizâtihi
dinin kendisiyle alâkalı bir hesabının, hele hele ‘müsbet’ mânâda bir hesabının
olduğunu söylemek bugün için mümkün değildir. Bu bakımdan “İslâm’ın reforme
edilmesi” yönündeki devlet destekli çabalar, devletin din politikalarındaki
köklü ve ciddi bir değişikliğin işaretleri olarak görülemez.
– Sizin için devletin İslâm’la barışması sözü anlamlı mı? Anlamlıysa
bunun içi nasıl doldurulabilir? Toplumsal barış için de öyle bir girişimi
gerekli bulur musunuz?
CÜNDİOĞLU: “Devlet’in İslâm’la barışması” sözü —barış sözcüğünün
bütün muğlaklığına rağmen— ancak bir temenni ise anlamlıdır ve takdir edileceği
üzere, temennilerin içini doldurmak çok kolaydır. Şayet reel politik nazar-ı
itibara alınarak böyle bir ihtimalden söz ediliyorsa, devleti bugün için
böyle bir barışa zorlayan köklü bir toplumsal baskının ya da ciddi bir
siyasî iradenin bulunması, eğer varsa gösterilmesi gerekir. Binaenaleyh
siyasî merkezin, kendiliğinden bu yönde adımlar atmasını beklemek yerine,
önce halkın iradesi güçlendirilir ve bu güç, bir biçimde karşı tarafı barışa
zorlayacak bir seviyeye gelirse, belki o zaman gerçek bir barıştan ve gerçek
taraflardan söz edilebilir. Edilemiyorsa, toplumsal barıştan da söz edilemez.
– Anayasa Mahkemesi kararları ve laikliğe bir doktrin olarak bakan
çevrelerde Türkiye’deki laikliğin batı ülkelerindeki laiklikten farklı
olacağı belirtiliyor. Gerekçe olarak da böyle bir tavrın İslâm’ın ve müslümanların
özelliklerinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu değerlendirmelerden özgürlükleri
kısıtlayıcı bir laiklik tanımı çıkıyor. Bu görüşü nasıl değerlendiriyorsunuz?
CÜNDİOĞLU: Türkiye’de devlete meşrûiyyetini temin eden metafizik
çerçeve tartışma kapsamına alınmadığı sürece, laikliğin tanımı üzerindeki
münakaşalardan sağlıklı bir sonuç elde etmek mümkün olmadığı gibi, taraflarca
(!) laiklik kavramının içinin nasıl doldurulduğu da —son tahlilde— pek
önemli değildir. Çünkü devleti ve toplumu düzenleyen kurucu ilkeleri tanımlamak,
bu tanımı yapmayı anlamlı kılacak sosyal ya da siyasî bir gücü gerektirir.
Böyle bir gücün bulunmadığı zeminlerde, siyasî merkezin “özgürlükleri kısıtlayıcı”
tanımlar yapmasından ve bu tanımları sudan bahanelerle gerekçelendirmesinden
daha tabii ne olabilir? Diğer tanım ve tanımlamaların bir kıymet ifade
etmemesi işte bu ‘tabiilik’ yüzündendir.
– Laiklik Türkiye’de tarif sıkıntısı çekiyor. Anayasa Mahkemesi müteaddid
defalar laiklik tarifi yaptı. Bu tariflerde laiklik İslâm’ın karşısına
alternatif bir hayat düzeni hatta bir din olarak konuyor. Siz de bu izlenimi
ediniyor musunuz?
CÜNDİOĞLU: Laikliği İslâm’ın karşısına alternatif bir hayat
düzeni, hatta bir din olarak koyanların, aynı zamanda İslâm’ı da kendilerine
bir alternatif olarak görüyor olmalarının sebebini anlamak mümkündür. Ancak
burada anlamakta zorluk çekilen husus; bu tavrın karşısında yer aldıklarını
söyleyenlerin, niçin İslâm’ı artık bir ‘alternatif’ olarak görmekten vazgeçtikleridir!?
– Sayın Demirel’in 1980’lerde verdiği demeçlerde laikliğin bir din
gibi algılanması konusunda kaygıları var. Buradan yola çıkarak devlet adamları
nezdinde İslâm-devlet-laiklik-demokrasi-konularının nasıl çözümlendiğini
düşünüyorsunuz?
CÜNDİOĞLU: Türkiye’de, laikliğin “din karşıtlığı” şeklindeki
yorumuna karşı çıkan siyasîler, sözünü ettiğiniz konuları (İslâm-devlet-laiklik-demokrasi)
herhangi bir biçimde çözümlemedikleri gibi, çözümü için ciddiye alınabilecek
bir adım da atmadılar. Siyasîler birşey söylüyormuş gibi yapıp hiçbir şey
söylemedikleri sürece, onların söylemlerini ciddiye almanın bir faydası
olmayacaktır. Meselâ bu kimseler kendi görüşlerini yıllarca “Fertler laik
olamaz, ancak devlet laik olur” ilkesiyle temellendirmeye çalıştılar ve
böylelikle sorunu kelimenin tam anlamıyla ‘tartışılamaz’ bir düzeye getirdiler.
Bu sebeple bu sorunun, siyasîler tarafından değil çözümlendiğini, tartışıldığından
bile bahsedemeyiz.
– Şöyle bir tartışma var: Dindarlar diyor ki; “Türkiye’de inanç özgürlükleri
kısıtlı.” Buna karşılık da; “camileriniz açık değil mi, ibadetinize engel
olan mı var?” söylemi mevcut. Siz dindarların daha çok özgürlük taleplerini
anlamsız buluyor musunuz?
CÜNDİOĞLU: Cumhuriyet yöneticileri, dini, topluma rengini vermeyen,
kamusal alana yansımayan ve kişisel kabullerin sınırlarını aşmayan bir
olgu biçiminde tanımladıklarından, Türkiye’de dinî özgürlüklerin bulunduğu
yalanını tekrarlamaktan kaçınmamakta ve asıl vazifeleri din-devlet münasebetlerini
mâkul bir düzeye getirmek iken, halka ve halkın dinine, zorla kendi tanımlarına
uygun bir veche kazandırmaya kalkışmaktadırlar. Bu tür bir siyaset etme
biçiminin bu topraklarda hiçbir toplumsal karşılığı yoktur; olmak imkânı
da mevcut değildir. Siyasî merkezin, dini bu şekilde tanımlamak yerine,
kendisini kendi halkının tercihlerine ve beklentilerine göre yeniden tanımlaması
gerekir. Aksi takdirde meşrûiyyet sorunu çözülemez. Meşrûiyyet sorunu çözülemediğinde
ise, halkın özgürlük talepleri ‘anlamlı’ olmaya devam edecektir.
– Türkiye’nin İslâm ve demokrasiyi birlikte yaşatma noktasında İslâm
ülkelerine örnek olabileceği, olması iddiası var. Bunu sağlamada çok başarılı
olduğumuzu düşünüyor musunuz? Halk iradesine karşı gösterilen endişelerin
önemli bir boyutu aslında İslâm’a karşı endişeler olarak düşünülemez mi?
CÜNDİOĞLU: Hem İslâm’ı, hem de Demokrasi’yi tanımlamadıkça,
İslâm ile Demokrasi’nin birlikte yaşadığından söz edemeyiz. Ancak şu kadarını
söyleyeyim ki “halkın iradesini nazar-ı itibare almak” şeklinde yapılacak
basit bir demokrasi tanımı bile, Türkiye’de devletin siyasî alışkanlıkları
açısından kabul edilemezdir. Çünkü bu tür bir demokrasi anlayışı, çevreyi
merkez karşısında güçlendirir. Çevrenin merkez karşısında güçlenmesi, dinin
bugüne kadar tanımlanageldiği sınırların dışına çıkması demek olur ki bu
durum, merkezin kendisine varolma imkânı bahşeden taahhüdlerinden vazgeçmesi
demektir. İşte halk, kendi yöneticilerinin başkalarına verilmiş bu taahhüdlerden
vazgeçmesini beklemektedir. Taahhüdlerden vazgeçmenin bedelinin pahalı
olduğu ise herkesçe mâlumdur. Ancak anlaşılan, halk bu bedeli ödemeye hazır
olduğu halde, siyasî merkez şimdilik böyle bir riski göze alamamaktadır.
– Şöyle bir varsayım üzerinde düşünürsek; 70 yıl önce Cumhuriyet
kurulurken İslâm’la daha barışık bir çizgi tutturulabilir miydi? Tutturulabilseydi
Türkiye’nin bugünleri nasıl olurdu?
CÜNDİOĞLU: Cumhuriyet’in kuruluş yılları itibariyle din-devlet
ilişkilerinin seyrettiği düzey bugüne nisbetle daha makûl idi. Nitekim
o yıllarda bu ilişkiler olumlu yönde seyrettiği içindir ki Kurtuluş Savaşı
kazanılabilmiş ve hatta Cumhuriyet kurulabilmişti. Fakat 1924’lerden sonra
Cumhuriyet’in yöneticileri, kendilerini vareden devlet ve siyaset geleneğini
ve bu geleneğe bağlı olan kurucu kadroları tasfiye edip farklı bir mecrâya
girdiler. Bizim asıl sıkıntılarımız işte bu yönelimin zaman geçtikçe kendisinden
vazgeçilemez bir tutuma dönüşmesiyle başlamış, halkla siyasî merkez arasındaki
mesafe bu yüzden böylesine açılabilmiştir. Bu mesafenin kalkması ve halkın
(çevrenin) değerlerine ehemmiyet atfedilmesi, daha önce de söylediğimiz
gibi verilmiş taahhüdlerden vazgeçildiği takdirde mümkün olabilecektir.
Ne ki memleketin başında bulunan kadroların bu iradeyi ortaya koyabileceklerine
dâir ufukta herhangi bir işaret gözükmemektedir. Keşke böyle olmasaydı!
Böyle olmasaydı ne olurdu? Böyle olmadığı zamanlardaki gibi olurdu.