Ropörtaj: Mustafa Aydin
O aslında her yıl bunu yapıyor. Ömrünün yarım asırdan
fazlasını geçirdiği Medine-i Münevvere'den ata ocağına dönüyor. Dostlarıyla
halleştikten sonra yine sessiz sedasız "Komşu"sunun yanına dönüyor. O yeni
nesil için bir Âkif-i Sâni, yani ikinci Âkif
Ürperdi hayâlim, bu nasıl korkulu rü'yâ!
Şaştım neyi temsil ediyorsun, Ayasofya?
Orta—lise yıllarının heyecanında onu bu mısralarla
başlayan ve devamında çağlayanlar gibi coşan bir rûh hâlini aksettiren Ayasofya
şiiri ve şiirleriyle tanımıştık. Ya bir başka kitaba alıntı yapılmıştı, ya da
klasik fetih yıldönümü haberlerinde "mahzun mabed Ayasofya" haberlerinin
vazgeçilmezleri arasındaydı. Bediüzzaman Said Nursi'nin neredeyse elli sene önce
"Bu önsöz Medine—i Münevvere'de bulunan mühim bir âlim tarafından
yazılmıştır" hitabıyla tavsif ettiği Ali Ulvi Kurucu Bey nedense çoğumuz
için hep uzak ve kutlu ufukların sâkini, Âkif—i Sâni'si olarak yer etmiştir.
O 55 senedir Medine—i Münevvere'de yaşıyor. Her sene
kısa bir süre için de olsa anavatanına ve baba ocağına dönüyor. Asırlarca
dünyaya aydınlık saçmış bir medeniyeti temsil eden önemli şahsiyet ve eserlerle
ilgili hatıralar, şimdi artık birer efsane olmuş isimlerle yaşadığı dostluklar ve
bir irfanın son kudretli temsilcileriyle sohbetleri onun için unutulmaz nitelikte.
Ramazan—ı Şerif'in ikinci günü, Ahmet Doğru,
Abdülhamit Bilici ve Adem Yavuz Arslan beylerle Kadıköy/Sahrayı Cedid'deki evindeyiz.
Bambaşka duygular içindeyiz. Öylesine başka duygular ki anlamak ancak o ânı
yaşamakla mümkün. İlk elde inanasınız gelmiyor. Ellerini öpüyor oturuyoruz.
Söze "aşkına hayran olduğu" dostunun Suat
Yıldırım Hoca vesilesiyle Aksiyon dergisi için istediği "Uyanış Fecrinin
Aydınlığı" şiirini okuyarak başlıyor. Elindeki kağıdı görünce notlarını
sürekli eskimez yazı ile mi tuttuğunu merak ediyoruz, "E, bu yazı bizim bin
yıllık yazımız yavrum, ecdadımızın yazısı başka oluyor" diyor.
Ali Ulvi Kurucu Beyi anlatmadan önce Konya'nın ilim, irfan
ve hizmet anlamında şâhikalarda yer almış dedesi Hacı Veyis Efendi, amcası Mustafa
Efendi ve Medine'de vefat eden babası İbrahim Efendi'yi ve onlarda çelikleşen şuur ve
iradeyi de bilmek gerekiyor.
1939 yılında devrin baskılarından bunalan ve "ya
tahammül, ya sefer" diye dua ederek seferde karar kılan İbrahim Bey
varını—yoğunu satarak oğlunu Mısır'da El—Ezher'de okutmak istemektedir. Ve
bismillah deyip çıkarlar yola, "Biz amcamla beraber hicret etmek istiyorduk.
İkinci Cihan Harbi koptu, amcamın altı çocuğu vardı gelemedi. Fakat Konya'da kalarak
büyük hizmetler yaptı. Okullar ve hastanelerin yapılmasına, bilhassa irfan
gençliğinin yetişmesine çok faydası oldu. Amcamın büyüklüğü talebe
yetiştirmekte, yani peygamber vârisi insan yetiştirmekte çektiği çileler ve
ömrünü bu dâvâya vermesindedir".
Ali Ulvi Bey bu noktada "Sizler benim gerçekleşen
rüyalarım, kabul olunan dualarımsınız" diyerek iki mısra okuyor:
Ey ömrünü bir gàyeye vakfeyleyen insan
İnsanlığı aydınlatacak nurla şuurlan.
Ona göre ömür insana verilmiş kişiye ait olmayan ancak
gönül verdiği, ruhunun âşık olduğu davasına ait bir mefhum, "Ömrün senin
değildir" Gözleri parlayarak amcası Hacı Veyiszâde Mustafa (Kurucu) Efendiyi
anlatmaya devam ediyor. Onun peygamber vârisi ve davasına âşık bir âlim olduğunu
söylüyor, "Meşhur bir sözü var; birisi demiş ki, "Hocam bu uğurda o kadar
çile çekiyosunuz ki, iltifata layık olmayan kimselere bile iltifat ediyorsunuz. Nedir
bu genişliğin sebebi?" Demiş ki, "Evladım benim, Taif dağlarında
taşlanırken bile kavmine beddua etmeyen peygambere imanım var, mürşidim, peşinden
gittiğim şahsiyet odur. Ben bir talebenin yetişmesi uğrunda bin münafığın
kahrını çekerim."
Ali Ulvi Bey, bu sözü söylemenin çok kolay olduğunu
ancak yaşatmanın hiç de öyle olmadığını söylüyor, "Ne garip biz dostun
kahrını bile çekemiyoruz" diyor. Amcasının sürekli okuduğu beyti aktarıyor:
"Yâr için ağyâre minnet ettiğim ayb eyleme
Bağbân bir gül için bin hâre hizmetkâr
olur"
Onunla konuşup da şiirden uzak olmak mümkün mü? Her
sözü ibretli mısralarla süslü. Her mısra bir hedefi gösteriyor, "Benim bir
gàyem var, davam ve idealim var; insan yetiştirmek. Bilhassa, cemiyete güneş, lider,
mürşid, sahip olacak imanlı irfan gençliğini yetiştirme aşkım var. Bahçıvanı
görürsünüz eli kan içinde, dersiniz "Niye?" der ki, "Yavrum ben gül
yetiştiriyorum!"
"Gül Yetiştiren Adam" bize Rasim Özdenören'in
aynı adlı bir eserini hatırlatıyor. 6 senelik Mısır'daki tahsil ve aralarında
bugün artık efsane olmuş isimlerin bulunduğu eşsiz irfan meclislerindeki sohbetler
babası İbrahim Beyin 1945'teki âni vefatıyla kesiliyor. Artık Medine hayatı
başlamıştır. Buraya geçmeden Mısır'daki irfan meclisini ve Ulvi beyin ruh
dünyasını şekillendiren büyük âlimleri zikretmekte fayda var: Tokatlı
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Düzceli Zahid El—Kevseri, Yozgatlı Mehmed İhsan
Efendi (Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu beyin babası) ve şair İbrahim Sadri.
Camiü'l Ezher'de Türk öğrencilerin kaldığı
Revak—ül' Etrak'daki odasında geceleri teheccüde kalkarak ya da yatmadan önce iki
rekat namaz kılarak ellerini semaya açıp şöyle dua etmektedir: "Ya Rabbi...
Mehmed Âkif gibi şair olayım, Cenab Şehabeddin gibi nâsir (yazar) olayım!" Bunu
aktarıp, "Ne o oldum, ne de o. Demek ki her denen olmuyormuş" diyor. Bize de
şaşkınlık içinde "estağfirullah efendim" demek düşüyor.
Ancak daha o yıllarda yazdığı ilk şiirindeki heyecan,
ahenk ve sağlamlık dualarının kabul olduğunu göstermeye kâfi olsa gerek;
"Şanlı genç! Saracaksın kanayan her yarayı
Boğacaksın, seni iğfal edecek yaygarayı!
Bir asil at gibi şahlan, vurulan gemleri kır,
Nerde hakkım diye bir kerrecik olsun haykır!"
Medine'de uzun müddet Evkaf Dairesi'nin İnşaat ve
Sicillat Emini olarak çalışır. 1953'ten 1975'e kadar Sultan Mahmud'un yaptırdığı
Mahmudiye Kütüphanesi'nde, daha sonra da 1985'te emekli olana kadar Şeyhülislam Arif
Hikmet Kütüphanesinde çalışır. Ecdad yâdigârı onbinlerce kıymetli eser elinden
geçer.
Medine günlerini, bir gününün nasıl geçtiğini
soruyoruz. Sanki elli küsûr yıldır orada yaşamıyormuş gibi yine ilk günkü
heyecanla Medine—i Münevvere'nin havası, atmosferi Peygamber—i Zîşân'ın
varlığıyla şereflenen rûhaniyetinin tarife ihtiyaç bırakmadığını söylüyor.
Medine öyle bir beldedir ki, "her Müslümanın gönlünde yaşayan, bir buhurdan
gibi her müslümanın ruhunda tüten bir aşk kaynağı"dır.
Hac ve umre zamanları Müslüman dünyasının her
tarafından gelen ilim adamları ve yeni Müslüman olmuş insanlarla görüşüp, sohbet
etmenin en hoşuna giden hadiselerden olduğunu öğreniyoruz. Efendimize (SAV) komşu
olmanın heyecanını bize de aksettiriyor. Ancak bu noktada hatt—ı vusta'yı tarif
bâbında işin âdâbına dair de şunları ilave etmeden edemiyor; "Müslüman
Türk, Medineli deyince bir nevi melek gibi, bu nazarla bakar. Ben Medineliyim, ama
gafletle dolu bir insanım. Peygambere komşu olmak çok dost kazandırıyor da, o çapta
insan değilim ben. Müslüman Anadolu insanı sevdiğinin üstüne çok yük yüklüyor.
Hüsn—ü zan etti mi dağlardan ağır yükü veriyor. Allah'ın ortağı değil yahu,
haşa! Sevgisi ifratlı. Şeyh efendi demek her şey demek. Nasıl olur ya hû!
Efendimizin (SAV) "Ya gulâm" diye İbn—i Abbas'a hitabı vardır. Der ki,
"Ey oğlum, bil ki, bütün dünya bir işi istese, Allah istemiyorsa olmaz.
İstiyorsa bütün dünya istese engel olamaz!"
Ekonomisi perişan durumdaki ülkelerden bile her geçen
yıl daha fazla hacı adayının gelişini memnuniyetle izlediğini anlatıyor. Bunu
Cenab—ı Hakk'ın tamamlayacağını müjdelediği va'diyle irtibatlı görüyor,
"Set konamaz. Çünkü gönüller buna muhtaç". 1946'da tek parti döneminde
yıllar ve de yıllar sonra ilk kez hac için izin verildiğinde mukaddes beldelere
pervanenin ateşe koşuşu gibi koşan Türkiyeli hacıları gördüğünde yaşadığı
memnuniyeti anlatıyor. Ama yanına da acı bir hatıra ilave ederek: "Ravza—i
Mutahhara'da Sultan Abdülhamid'in bastırdığı taş baskısı, büyük hacimli
Kur'an—ı Kerim'ler var idi. Dolaplarda durur, gelenlere verilir, okunduktan sonra da
yine dolaplara konurdu. Ravza Şeyhi Arnavut asıllı Mühürcü Şıh Osman idi. O bir
gün geldi, 'Ali Ulvi Bey Türklerde ne çok hafız var yahu!' dedi. 'Hayırdır
inşaallah" dedim. 'Bazıları alıyor Kur'an'ı da, bazıları teşekkür edip
ezberinden okuyorlar' dedi. Ben de gaflete geldim ve 'Onlar bilmezler okumayı!' demeyeyim
mi? Efendi bir ağladı, fenalaştı, kütüphanede bayılmasın mı? Düştü kaldı.
Ambülans istedik. İyileşti, kalktı, 'Kalbim durmadığına hayret ediyorum, çok acı
geldi bana. Nasıl olur yahu, Kur'an'ı en güzel yazan bir milletin çocukları nasıl
okumayı bile bilmez! Ali Ulvi Bey ben mahvoldum yahu!'dedi."
Ulvi Bey Hindistan'ın mühim âlimlerinden Süleyman
Nedevi'nin Osmanlı hakkındaki takdirkâr ifadelerini zikrediyor. Nedevi Osmanlının
İslâm'ı sahabe—i güzîn gibi anladığını söylüyor, "Çok büyük
ecdadınız var. Hilafeti üzerine alarak tüm İslâm âleminin sorumluluğunu
omuzlarına almış. Çocuklarımıza sizin atalarınızın ismini koyuyoruz".
Dile kolay ömrünün yarım asrını milyarlarca
Müslümanın asırlarca gönlünde tüten bir beldede geçirmek. Aradan geçen zaman
içinde manevi uyanışta yaşanan canlanmayı soruyoruz. Hangi psikoloji ile gitmişti,
hâli ve istikbali nasıl görüyor?
"İslâm âleminde, bilhassa vatanımızda uyanan bir
ilim, iman ve irfan gençliği görüyorum. Bunların yetişmesiyle rûhum aydınlanıyor.
Bu nesil için 1939'dan beri duacıyım. Böyle bir gençliğin yetişmesini istiyordum,
görmekle bahtiyarım".
Bugün içinde herşeye rağmen tatlı bir sevinç var ancak
giderken "bir nevi ümidsiz" olduğunu söylüyor: "Allah'tan ümid
kesilmez ancak kaynaklar kurumuştu. Konya'nın Kapı Camii'nde biz Ramazan aylarında
ikindiden sonra mukabele okur idik. Ben 10 yaşımda hıfzımı tamamladım. Oraya
mukabele dinlemek için üç lise talebesi gelirdi. Yaşlı cemaat sanki fetih ordusunu
karşılar gibi bunlara ayağa kalkardı. 'Allah Allah, hem lisede okuyor, hem de camiye
geliyor!' derlerdi. Bu manzarayı gören insanın hâlet—i rûhiyesi ne olur, tabii ki
bir nevi ümidsizlik. Fakat Allah'ın da va'di var, her ne kadar istemeyenler olsa da
nûrunu tamamlayacağını müjdeliyor."
Mehmet Âkif'i niçin sevmiş, geceler boyu niçin onun gibi
bir şair olmak için dua etmişti? Ali Ulvi Bey Âkif'in rûhunun tercümanı olduğunu
söylüyor. Âkif anıldığında yine ruhuna dualar gönderiyor ve "Biliyorsunuz bu
ay Âkif ayı" diyor.
Kabil-i hitap değiller
Âkif'le ve Bedir Kahramanları hakkında çok ilgisiz biri
tarafından söylenen sözleri hatırlatıyoruz. Önce Çanakkale Şehitleri ile Bedir
Ashabı'nın kıyaslanmasıyla ilgili geçmişteki tartışmayı sorduğumuzu zannediyor
ve "Eğer bir mesele olsaydı, onun döneminde hâlâ hayatta olan büyük ulema buna
karşı çıkardı. Hiç kimseden bir itiraz gelmeyip de bugünkü Osmanlıcayı dahi
bilmeyen kimselerden itirazın gelmesine ben hayretteyim. Şiir heyecandır, hisdir,
duygudur" cevabını veriyor. Sonra hekim, bestekâr ve yayıncı Ali Kemal
Belviranlı Beyin Medine—i Münevvere'de "Hocam, bunu değiştirsek, itirazsız
hâle getirsek..." dediğini öğreniyoruz. Ulvi Beyin cevabı: "Eğer bir
mahsur olsa idi Âkif Bey bunu çok iyi yapardı. Ben olsam şöyle yapardım; "Ne
büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi/ Bedr'in arslanları bundan dolayı şanlı
idi!" Bakın vezin de değişmiyor. Ama ihtiyaç yok."
Ama diyoruz, bizim anlattığımız bildiğiniz gibi bir
eleştiri değildi deyip edebimizi bozmadan yakın tarihte yaşanmış hadiseyi anlatmaya
çalışıyoruz. O zaman gàyet beşûş bir çehre ile, "Zaten artık bunlar
kabil—i hitab olmuyor. Bunlar dinimize de çöl kanunu diyen kimseler. Efendimize
mecnun, sihirbaz diyenler bile oldu. Ama âşık olanlar da oldu! Allah'a şerik
koşanlar, Âkif'e mi söz söylemeyecekler!"
Hüzünleniyor ve Türkiye insanının kendi ekmek
kavgasıyla uğraştığını ve "büyük siyaset" eksikliği yaşandığına
dikkat çekiyor: "Zaafa düşmememiz lazımdı. Kendi işlerimizi kendimizin görmesi
icab ediyordu. Bıraktık, bırakmışız. İnsan yetiştirmek kolay olsaydı eğer, 500
sene her yer bizim elimizde idi. Demek ki insan yetiştirmek çok kolay olmuyor".
Söz gàye insanı olmak ve yüksek vasıflı insan
yetiştirmeye gelince Bediüzzaman'ın talebesi "Bayram Abi"den dinlediği bir
hatırayı naklediyor: "Bir keresinde demişti ki, 'Üstad konuşuyor ben yazıyorum.
Çok sürdü. Acıktım. Üstadım yazı yazamıyorum ben acıktım. Bir kebap söyleyeyim
geleyim dedim. Demiş ki, 'Sepette kuru pide var, mangalda et suyu var, tel dolapta
yoğurt var. Ekmeği böl, et suyunu dök, yoğurdu da koy. Ne niyetle yersen o olur.'
Şimdi, hayatı bir tiride indiren adamın kimseye minneti olur mu!"
Ali Ulvi Beyin bir gencin yıllar önce İslâm'ın sanata
bakışıyla ilgili soruya verdiği ayaküstü irticâli cevap da ilginç: "İslâm
çirkini güzelleştirir, güzeli daha da güzel eyler!" Yine hâtıralar âlemine
dalıyoruz; "Mısır'da Hattat Şevki Bey'in bir levhasını gördüm, bir hadis—i
şerifi yazmış: 'Rave'l Hasen, ani'l Hasen, an ebi'l Hasen, an cedd'i—l—Hasen:
Ahsenü'm hasen, el—hulk'ul— hasen.' Yani, 'Güzel olan Hasan—ı Basrî, güzel olan
Hasan'dan, güzel olan Hasan'ın babası Aliyyel Murteza'dan, güzelin en güzeli
dedesinden rivayet ediyor: En güzel güzellik güzel ahlaktır!"
"Müslüman dünyasının derdi büyük" diyor
Ulvi Bey. Şıh Muhammed'ül Gazalî diye bir muhterem zâtın El— Muslimun adlı
derginin kendisine yazarlık teklif etmesi üzerine verdiği cevabı hatırlatıyor:
"Siz benden tatlı hayâl istiyorsunuz, ben ise acı hakikatlerle doluyum. Razı
iseniz yazarım."
1939'da artık gemiyle Türkiye'ye elveda diyecekleri
günlerde Fatih Camii'nde ikindi namazını kılıyorlar. Babası İbrahim Efendi, Fatih
Sultan Hazretlerinin türbesini de ziyaret edelim diyor. Bir de ne görsünler;
"Türbe kapalı! Korkunç bir kilit var. Dedim ki, 'Baba, suçlu adam hapsedilir.
Fatih'in suçu ne?', 'Oğlum, Fatih'in suçu çok büyük' dedi. Sen misin Ayasofya'yı
cami yapan! Sana ziyaret bile yasak!"
Fatih deyince Abdülhak Hâmid'i sitemle anıyor, "En
büyük şiirini Fatih için yazdı ama gafil adam Fatih unutturulurken tek satır
yazmadı. Fatih için dedi ki, 'Türben denen azim fethettiğin diyarın/ Durmuş
başında bekler bir kavm türbedârın/ Vasfında şairane ilhamlar gerektir/ Tarifi
yerde bitmez arşa çıkan kibârın!' Şimdi bu şiiri söyleyen adam olanlar oluyor,
bitenler bitiyor bir kelime dahi yazmıyor!" Ve yine Ayasofya'nın hicranı ile yanan
bir beyit: "Ayasofya bir hicran yarası olmuş o kalpte/Çan sesinden seni
kurtarmış ezanlar nerde?"
Dergimizin ismini beğendiğini söylüyor ve rahmetli Necip
Fazıl'ın da "İman ve Aksiyon" adlı eserini hatırlatıyor. Ali Ulvi Bey,
"aksiyon"u; "İslâm ve imanın icab ve iktiza ettirdiği şeyleri
yapmak" şeklinde açıklıyor. Beşir Ayvazoğlu Bey'in de Aksiyon'da yazdığını
öğrenince seviniyor, "Allah selamet versin. Hassas bir insan o. İlk defa beni
Ömer Ziya (Doğrul) Bey Tercüman'a götürdüğünde orada tanışmıştık. Beşir Bey
fakirin küçüklüğünden beri şiirlerini okumuş. "Hocam" demişti,
"Mehmet Âkif gelmiş gibi oldum. Bugün Âkif merhum gelse nasıl seviniriz aynen
öyle oldum". Allah selamet versin."
Ali Ulvi Kurucu Beyefendi'nin, "Aşkına hayran olduğum bir
gönül dostum, bir kaç sene evvel bu şiiri Aksiyon dergisine göndermemi istemişti.
Nasip olmadı Medine'ye döndük. Şimdi elimde, eğer münasip görürseniz, buyrun
yayınlayın" sözleriyle emanet ettiği şiiri aşkına hayran olduğu gönül
dostuna hediyesinde biz bu yolla vesile olalım istedik:
Uzun yıllardır hasretini çektiğimiz
gençliğin...
Uyanış Fecrinin
Aydınlığı
Ne gelen var, ne giden var, ne gülümser bir yüz.
Yolcu yorgun yük ağır menzil uzaklarda henüz.
Diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,
Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün.
Kararan dünkü ufuklarda güneşler yanıyor
Her ışık dalgası umman olarak çalkanıyor
Nurlu bir yüz gibi dünyaya doğarken gündüz,
Uyanış fecrinin aydınlığıdır gördüğümüz
En ağır şartlara rağmen yine şahlanmada din,
Külle örtülmesi mümkün mü bu kudsi alevin
Bu alev, nûrunu Kur'an—ı Kerim'den alıyor
Bütün âlem uyanış fecrine hayran kalıyor
Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor
Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor
Taşı toprakları yurdun dile gelmişcesine
Uyuyorlar koro halinde ilahi sesine
Bu muazzam sese alkış kopuyor her yerden
Görünen âlemin ardındaki âlemlerden
Büyük aydınlığa yol gösteriyor rehberimiz
Bütün âlemlere rahmet yüce Peygamberimiz (s.a.v)
Açtı insanlığa on dört asır evvel bu yolu
Ufku güllerle, çiçeklerle, meleklerle dolu.
Büyük ecdadımızın gördüğü parlak rüya
Vuruyor her gece yıldızların aksiyle suya.
tirsaktaci@hotmail.com
|