Karakoç: Sadece kendimden etkilendim
Coşkun Yılmaz'ın şair Abdurrahim Karakoç ile yaptığı söyleşide İslam'ın öğrettiği hakikatleri şair duyarlılığıyla yakalama gayretinin yansımalarını bulacaksınız.
Abdurrahim Karakoç:
Unutmak kolay mı deme
Unutursun Mihribanım
Oğlun kızın olsun hele
Unutursun Mihribanım
Zaman erir kelep kelep
Meyve dalında kalmaz hep
Unutturur birçok sebep
Unutursun Mihribanım
Yıllar sinene yaslanır
Hatıraların paslanır
Bir gün başın ak saçlanır
Unutursun Mihribanım
*****
Yılmaz : | Tarife sığmıyor aşkın anlamı |
Ancak çeken bilir bu derdi gamı | |
Bir kör düğüm baştan sona tamamı | |
Çözemedim, çözülmüyor Mihribanım |
Sanıyorum "Unutamadım" demeden önce mihribanım
demiştiniz, "Gel" demeden önce de mihribanım demiştiniz. Nedir bu
"Mihriban"ın hikayesi?
Karakoç- Bu
hikayeyi şerh et veya şifresini çöz diyorsanız, bu mümkün değil. Benim hayatımda
Mihriban diye bir tanıdığım yok, sembol bir isimdir Mihriban. Her insan genç
olmuştur, her insanın bir sevgisi olmuştur. Biliyorsunuz sevgi dizginlenemeyen,
insanın muktedir olamayacağı bir vergidir. Allah tarafından verilmiştir. Ama güzel
olursa, meşru olursa o da bir nimettir. Her insanın başından da az-çok geçmiştir.
Bazıları bunu şiire dökmüştür, bazıları başka türlü ifade etmişlerdir. Benim
de başımdan geçmiş, sembol bir isim olarak da mihriban demişimdir.
Yılmaz-
Mihriban sizin ilk bestelenen şiiriniz mi?
Karakoç- Yoo...
Benim ilk şiirimi Zekeriya Bozdağ besteledi. "Aziz dostum sen bu ilden gideli /
Sekiz mevsim geldi geçti duydun mu?" Ondan sonra "Unutursun Mihriban",
"Postacı" bir de "Karagözlüm kavuşmayı beklerken / Ayrılığın vakti
geldi duydun mu?" Bu dört tanesini o bestelemişti. Ondan sonra da çok geçti.
Yılmaz- Sizin şiirlerinizi en çok besteleyen Musa Eroğlu.
En son "Mihriban"ı da o besteledi. Ayrı kutupların insanı sayılırsınız;
siz çizginin sağında, o ise solunda. Bu bana biraz ilginç geldi!...
Karakoç- Musa sanatına ideolojisini dökmüyor, gönül adamı.
Geçen gazetenin birinde söyleşisinde öyle diyor: "Ben okurken terlemediğim bir
şiiri bestelemem" diyor. Duygular üzerime gelecek, terletecek diyor.
"Karakoç'un şiirlerine de yönelmemin sebebi," diyor, "birçok şiiri
bestelerken zorluk çekiyorum; ama Karakoç'un şiirlerini bestelerken zorluk çekmiyorum,
zaten bestesi içinde."
Yılmaz- Kaç yaşında evlendiniz?
Karakoç- 31
yaşında evlendim. Aslında hiç evlenmeyecektim, yazdıklarımla hapishanelerden
çıkamam, bir de başkasının canını yakmayayım diye korkuyordum ama çevrem kendi
halime koymadı: İlla evleneceksin! Baskıya dayanamadık ve evlendik.
Yılmaz- Nasıl
bir evlilik oldu, duygu mu, his mi, akıl mı?
Karakoç- Yok,
gittik gördük... Bu da Allah'ın takdiridir, arzuladığın değil bulduğunla
yetinirsin. Pişman da değilim, çünkü o evlilikten benim neslim doğdu.
Yılmaz- Kaç
tane çocuğunuz oldu?
Karakoç- Üç
tane.
Yılmaz- Erkek,
kız?
Karakoç- Bir
tanesi kız, diğerleri erkek.
Yılmaz- En
büyük çocuğunuz kaç yaşında?
Karakoç- 29
yaşında.
Yılmaz- Siz
kaç yaşındasınız?
Karakoç- 64
yaşındayım.
Yılmaz-
Gerçekten mi? Hiç göstermiyorsunuz.
Karakoç- Ayrı
mesele, belki simam yalan söylüyor. Ben içimi hep döktüm, hiç aklımdan geçeni
saklamadım içimde. Hepsini yazılarıma, şiirlerime döktüm, konuşurken de söyledim.
Genç kalmamın sırrı bu. İkincisi de ben dağları çok severim. O güzel tabiat
aleminde yaşarım. Gücümün yettiğinin hepsini de yaptım. Ondan sonrasını da
Allah'a bırakırım.
Yılmaz-
Nerelisiniz?
Karakoç-
Kahramanmaraşlıyım.
Yılmaz-
Hanımınız nereli?
Karakoç-
Elbistan'ın içinden.
Yılmaz- Şiire
nasıl başladınız?
Karakoç- Besmele
ile başladım
Yılmaz- Yani
ilk şiiriniz hangisiydi?
Karakoç- Nereden
bileyim, unuttum. Ben ilkokulda başladım şiir yazmaya nasıl hatırlayayım. 1958'e
kadar yazdıklarım iki kitap olurdu, hepsini yaktım.
Yılmaz-Niye?
Karakoç- Onlar
benim hamlık dönemimdi...
Yılmaz- Kim
verdi size o hakkı?
Karakoç- İnsanlar
kendi olgunluk dönemini, hamlık dönemini idrak edemiyorlarsa çok kötüdür. Ben
bunları yazdım, gençliğin bir hevesidir dedim. Bunları bırakayım, artık bundan
sonra okuyucunun huzuruna rahatlıkla çıkabilirim dedim.
Yılmaz- Hangi
şiirinizle başladınız?
Karakoç- O tam
hatırımda değil.
Yılmaz- Ama siz
de hiç hatırlamıyorsunuz?
Karakoç- Canım o
kadar yaştan sonra 42 yıllık şiire şuydu, buydu diyebilir miyim? "Hasan'a
Mektuplar" diye sırayla şiirler vardır. 27 Mayıs İhtilali olmuştur, ondan sonra
yazmışım mesela: "Hürriyeti gelin ettik dul çıktı / Çal davulcu bu fırsat
ele bir geçer / Bu düğünün şakşakçısı bol çıktı / Çal davulcu bu fırsat ele
bir geçer." Bununla başladık. "Bulanan dirlik pınarı ha duruldu ha
durulacak / Dayan esaret yuları ha kırıldı ha kırılacak" dedik düştük
mahkemeye. Başladık biz mahkeme yollarını arşınlamaya. O devirde bu cesaret işiydi.
Yılmaz- Kaç
kere mahkemeye çıktınız?
Karakoç- 25'e
kadar sayabildik, ondan sonrasını takip edemedim.
Yılmaz- 50 tane
var mı?
Karakoç- 40'ın
içinde, 50'ye yakın.
Yılmaz- Hala
var mı süren mahkemeniz?
Karakoç- Yok.
Yılmaz-
Herhalde biraz dikkatli yazıyorsunuz?
Karakoç-
Beş-altı senedir kesildi.
Yılmaz- Artık
mahkemeye çıkmamayı dikkate alarak mı yazıyorsunuz?
Karakoç- Yoo! Yine
aynısını yazıyorum.
Yılmaz-
Değişen ne?
Karakoç- Biraz zaman değişti, demokrasi mi ne var diyorlar
Türkiye'de, o biraz olgunlaştı herhalde. Hakimler de akıllandı biraz, bilhassa
savcılar...
Yılmaz-
Savcılarla ilgili bir şiiriniz vardı.
Karakoç- Evet o
sevda şiiriydi.
Yılmaz-
Hakimlere yönelik...
Karakoç-Hakimlerin
hepsi değil tabii ama ülkemizde davalar çok geç neticeleniyor. Hatta hiç
neticelenmeyenler var. Hukukta bir deyiş var ki, geciken adalet adaletsizliktir diye. Ben
onu dikkate alaraktan yazmıştım: "Gene tehir etme üç ay öteye / Bu dava
babamdan kaldı hakim bey / Otuz yıl düştü ardına / Siz sağ olun o da öldü hakim
bey / Kırk yıl önce yani babam ölünce / Kadılıklar hakimliğe dönünce /
Mirasçılar tarla takım bölünce / İrezillik beni buldu hakim bey / Yaşım yetmiş
iki usandım gel git / Bini geçti burada yediğim zılgıt / Eğer diyeceksen bana ne,
öl git / Oğlumun bir oğlu oldu hakim bey / Sekiz evlek tarla bir geverlik su /
Yüzyılda hükme bağlanmaz mı bu / Kazansam da hu kazanmasam da hu / Canım ta buruma
geldi hakim bey......" Hakimin şahsında geciken adaleti, adalet müessesindeki
bozukluğu tenkit ettim ben. Doktorlar da öyle.
Yılmaz- Bunlar
başınıza mı geldi?
Karakoç- Yok.
Bunlar başıma gelmedi. Ama senin başına geldi, onun başına geldi, öbürünün
başına geldi. Ben onları yakinen gördüm, içim acıdı.
Yılmaz-
Gözlemlerinizi şiirleştiriyorsunuz değil mi?
Karakoç- Tabii
benim sosyal içerikli şiirlerim hep öyledir. "İsyanın Sükutu" da öyledir.
Ben mahkemeye falan çok giderdim; memurluğum dolayısıyla. Kaymakamlıkta falan
işlerim olurdu, gider görürdüm oradaki vatandaşın nasıl karşılandığını,
nasıl kovulduğunu, nasıl hüsrana uğradığını. Bunları yazmak mecburiyetindeyim;
çünkü onun da içinden geçeni biliyorum, onun dili yok, sözü yok, ben yapıyorum
onun yerine bunu. Halk şairi demek de zaten odur.
İsyanın Sükutu
Gitmişti makama arzuhal için
Beyy dedi yutkundu eğdi başını
Bir azar yedi ki oldu o biçim
Şeyy dedi yutkundu eğdi başanı
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı
Gözler çakmak çakmak benzi sapsarı
Bir konağa baktı alttan yukarı
Vayy dedi yutkundu eğdi başını
Çekti ayakları kahveye vardı
Açtı tabakasını sigara sardı, daldı...
Neden sonra garsonu gördü
Çayy dedi yutkundu eğdi başını
İçmedi masada unuttu çayı
Kalktı ki garsona vere parayı
Uzattı çakmağı ve sigarayı
Sayy dedi, yutkundu eğdi başını
Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş
Sandım can evine döktüler ataş
Sordum memleketin nere gardaş
Köyy dedi yutkundu eğdi başını
Yürüdü kör topal çıktı şehirden
Ağzına küfürler doldu zehirden
Salladı dilini vazgeçti birden
Oyy dedi yutkundu eğdi başını
Yılmaz- Sizin
de böyle oyy dediğiniz oldu mu?
Karakoç- Yok,
olmadı.
Yılmaz-
"Oyy" demeden nasıl yazıyorsunuz, hissediş meselesi mi bu?
Karakoç- Ben bir
şahidim; şahadet ediyorum, yazıyorum. Ben oyy demem. Bana oyy dedirttirecek olandan ben
intikamımı alırım.
Yılmaz- Peki
gördüklerinizi, duyduklarını nasıl kâğıda aktarıyorsunuz, yani şiiri nasıl
yazıyorsunuz, düşünerek mi yoksa ilhamla mı?
Karakoç- Yok,
düşünmüyorum. Görüyoruz, şahit oluyoruz, olaylar beni etkiliyor. Onun için bir
şiir yazmayı ben istediğimden de değil, kendiliğinden geliyor o şiir bana ve
yazmamı istiyor. İlham var, ben bunu inkar etmem. Biraz kültür birikimim onu takviye
etmiş olsa da Allah'ın bana bir vergisi var. Ben bunun dışında yazamam. Neden herkes
yazamıyor da ben yazıyorum. O bana ayrılmış. O, şiiri yazmayı bana nasip edecek;
ben de işte bunu bilgimle, samimiyetimle dile getiriyorum, şiir oluyor. Yoksa şiir
oturup da oltayla balık avlar gibi yazılmaz.
Yılmaz-
Kimlerden etkilendiniz?
Karakoç-
Kendimden...
Yılmaz- Ondan
gayri?
Karakoç- Hiç.
Benim sevdiğim şairler çoktur, güzel şiirlerin hepsini severim ama ben ondan
etkilenmem. Beğendiklerim, bundan daha güzelini yaz der bana.
Yılmaz- Bunlar
kimler?
Karakoç- Çoktur,
tarihin derinliklerinden bu yana gerek Türk, gerek Fars, gerek Avrupalı şairlerin
şiirlerini, tercüme olsun, orijinal olsun hepsini okumuşumdur. Böyle kalkıp da ben
şiir yazacağım denmez. Fuzuli'yi, Dadaloğlu'nu, Köroğlu'nu, Yunus'u okumadan şiir
yazamazsın. Gideceksin Edgar Allan Poe'yi de okuyacaksın. Ama Hint şiirini de
okuyacaksın. Bunların hepsini okuduğun zaman sende şiire tam manasıyla bir vukufiyet
bulunur. Ama onlara benzememeye gayret edeceksin. Ben "Beşinci Mevsim"de onun
için diyorum: "Gölgede olanın gölgesi olmaz". Bir başkasına benzediğin
zaman senin gölgen olmaz. Onun için benim gençlere tavsiyem kimseye benzemeyin,
kendiniz olun, her dağ kendi zirvesini tamamlar.
Yılmaz- Şiir
sizin için nedir?
Karakoç- Vallahi
bana göre iyi bir silahtır. İyi bir dil silahıdır, kelime silahıdır.
Yılmaz- Peki
belinizdekini neden taşıyorsunuz?
Karakoç- Onun yeri
ayrıdır.
Yılmaz-Taşıma
ruhsatı var mı?
Karakoç- Var.
Enteresan olan, gençliğimde çok kaçak silah taşıdım, her gün polisler ararlardı.
Ruhsat aldıktan sonra hiç kimse aramıyor beni. Eskiden sünnetti silah taşımak.
Yılmaz- Şimdi
de öyle...
Karakoç- Benim
için farz.
Yılmaz- Niye,
hayrola?
Karakoç- Öyledir,
bir mücadele adamı için farzdır. Her şey olabilir, taşıyacaksın. Kullanacak
mısın? Hayır. Allah kullandırtmasın.
Yılmaz- Sizin
kendinizi anlattığınız bir şiiriniz var, 40 yaşında yazdığınız...
Karakoç-
Kırkıncı yıl hesabı. Benim ellinci yıl hesabı da var orada. Altmışıncı yıl
hesabı da olur.
Yılmaz-
Altmış dördüncü yaş hesabını da verir misiniz?
Karakoç-
Dördüncü yaşımda şiir mi yazmaya başladım ki altmış dördüncü yaşın
hesabını vereyim.
Yılmaz- Kırkı
verin o zaman.
Karakoç-
"Uykuları harman ettim savurdum / Bir mübarek düş aradım kırk sene / Ne
usandım ne yoruldum ne doğdum / İçi doğruldu şarabın kırk sene / Çıktım dağ
boş indim baktım ova boş / Toprak garip su tedirgin hava boş / Nere gitsem dağlar
garip yuva boş / Yumurtada bu şarabın kırk sene / Aşk yükünü indirince arkamdan /
Doğmadık bebekler tuttu yakamdan / Hesap kitap ettim kaçtım rakamdan / On yitirdim
beş aradım kırk sene / Binalar yükselir göz yaşı kin kan / Koymuşlar adını
uygarlık ümran / Yükseklerde midelerdir hakiki hükümran / Alçaklarda baş aradım
kırk sene..... / Adı devrim oldu avrat soyarak / Denge kurdu toklar açı yiyerek /
Aptallara ibret olsun diyerek / Solucanda diş aradım kırk sene
Yılmaz- Hala
aramaya devam ediyor musunuz?
Karakoç- Ediyorum.
Yılmaz- Sizin
aradığınızı ilan ettiğiniz bir şiiriniz var.
Karakoç-
"Yollarda Seni Aradım."
Yılmaz- Kimi
aradınız?
Karakoç- Omuzumda
sevda yükü / Yollarda seni aradım / Beste beste türkü türkü / Tellerde seni
aradım.
Yılmaz- Bu
tasavvufî yönünüzü ortaya çıkaran bir şiir...
Karakoç- Tabii
çoğu öyle. Bazıları aşk şiiri gibi geliyor. "Ben hep seni düşünürüm"
diyorum mesela, bu öyle beşerî bir şey değildir.
Yılmaz- Neden
insanlar hep böyle beşerî yönden algılıyorlar?
Karakoç-
Bilmiyorum, hep öyle diyorlar. Ben orada ne diyorum: "Bir mezar görsem bir yerde /
Ben hep seni düşünürüm." Öbür tarafta: "Vardan öte yokta bile / Ben hep
seni düşünürüm." Bunlar beşerî bir şey değildir.
Yılmaz-Arayışınız
durdu mu?
Karakoç-Ölene
kadar hiç arama durmaz, devam eder gider. Hatta biri ölür bir başkası onu devam
ettirir. Arayış durmaz.
Yılmaz-
Arayışınız sürüyor, ölünceye kadar da devam eder dediniz. Peki bulacağınızdan
ümitvar mısınız?
Karakoç- Ben zaten
bulduktan sonra arıyorum.
Yılmaz- O
nasıl oluyor?
Karakoç- -Tam
inancın bir yere odaklanır ve bulursun, ondan sonra da teferruatı ararsın. Ben sağlam
inanmış bir müslümanım, hakikati buldum, ama onun yaratmış olduğu teferruatları
arıyorum. Şüphem yoktur elhamdülillah. Her zerrede de görüyorum O'nun kudret
işaretlerini ve bunlarda arıyorum bir takım şeyleri, elbette beni düşündürüyor,
aramaya yönlendiriyor.
Yılmaz-"Hak
Yol İslam Yazacağız" özellikle bir dönem dillerde marşlaşmış bir
şiirinizdi. Hiciv şiirleriniz meşhur, sevda şiirleriniz var... Sizin şiirlerinizde
pek gündeme gelmeyen bir tasavvufî yön de var. Bunun kaynağı tasavvufî bir
terbiyeden mi, gelenekten mi, yoksa duygusallıktan mı geliyor?
Karakoç-
Yetiştiği ailenin büyük bir tesiri vardır çocukların üzerinde. İçkici bir
ailenin çocuğu üç yaşındayken şarap kokusuyla büyümeye başlar. Derken o da
içmeye başlar. Tabii ilim çevresinde yetişen bir insan ilimle başlar. Benim dedemin
ismi Balcı Fakı, Balcı Hoca... O memlekette yetişenlerin hepsini okutmuş, onun
eğitimi ile hafız olmuşlar. Babam da öyle ama babam çok zeki, çok ileri görüşlü
bir insandı. Arapça'yı kendi kendine öğrenmiş, Farsça'yı kendi kendine
öğrenmiş, Kürtçe'yi de öğrenmiş. Hafızlık mektebine gitmemiş ama Kur'an'ı
okurken hıfz etmiş tamamını. "Hoca sen hafızsın" derlerdi, yok değilim
derdi. Hafızların hatasını söyleyebilen bir adamdı. Çok okurdu, edebiyata
vakıftı. Açar Kur'an-ı Kerim'i okurdu ve şimdiki hocaların çoğundan daha iyi
yorumunu yapardı.
Yılmaz- Sizin
hafızlığınız var mı?
Karakoç- Yok.
İlkokulda üçe gidiyorduk, o zaman bitirdik Kur'an-ı Kerim'i, ağabeyimle beraber
okuttu babam hepimizi. Merak başladı bende; yeni yazıyı okuyorum ama babamın okuduğu
o eski yazılara hastalık başladı. Ben onu da öğreneceğim dedim ve öğrendim. Ne
bulduysam okudum. Dolayısı ile ben İslamî çevrede yetiştim, o yönden de
aradığımı buldum.
Yılmaz- Peki
Abdurrahim Karakoç nasıl birisidir, kendisini nasıl bilir?
Karakoç- Şimdi
insanın en çok tarif edemeyeceği birisi varsa kendisidir. Buna sizler şahitsiniz, beni
tanıyanlar şahittir, yalancı şahitlik yapmazlarsa iyi yanımı, kötü yanımı size
söylerler. Ben kendimi nasıl tarif edeyim...
Yılmaz-
Şiirlerinizde dinî duygular çok yoğun olmasına rağmen, bazı kesimlerin İslamcı
olarak nitelendirdikleri şair tiplemesi içinde yer almıyorsunuz. Acaba bu halk
şairliğinizden mi kaynaklanıyor?
Karakoç- Bana
İslamcı deseler çok rahatsız olurum, ben İslam esnafı değilim, dindarım,
müslümanım. İslamcı dendiği zaman aklıma tenekeci, arpacı gibi şeyler geliyor.
Onların İslamî şiirleri nedir? Bir de onlara bakalım. Rağbet görüyor mu? Ben
mücadelesini verdim bu şiirin. Benim zaten İslam'ın dışında aradığım bir şey
yoktur. Öbürleri teferruattır, basit şeylerdir, birbirini takviye eder. Benim
anlayışım budur. Ben ne diyorum: "Deseler ki İslam'ın pınarından içmek suç /
O suçu kabullenir içerim avuç avuç."
Yılmaz- Peki
müslümanların İslam'ı yaşama konusundaki hassasiyetlerini nasıl
değerlendiriyorsunuz? Sizin "Tercüme-i Halimiz" diye bir şiiriniz de var.
Karakoç- Ben düz
müslümanım gardaş, çetrefilli müslüman değilim. Tali yollarda yürümüyorum, ben
Kur'an'a bağlıyım, Kur'an'ı bize tebliğ eden Peygamber'e bağlıyım. Tabii tasavvuf
ehline sevgim sonsuzdur ama kim tasavvuf ehli, kim değil, onun arasında da bocalamaya
başladım. Öyle sahtekarlar çıktı ki, dürüstünü bulmakta müşkülat
çekiyorsunuz. Bir kaç tanesini gördünüz, efendim müslümanmış da Kur'an
müslümanıyım, Peygamber'i devreden çıkartıyorum diyor. Kur'an'ı getiren
Peygamber'di, Kur'an'a inanıyorsun da Peygamber'e niye inanmıyorsun? Benim kendi
yorumum; Türkiye'nin kalkınması bir tek şeye bağlı, ekonomimizde, ticaretimizde,
hayatımızda İslam'ın emrettiği haram ve helal emrini aynen uygulayalım, hepsi
bitmiştir.
Yılmaz -
Medrese-i Yusufiye'ye hiç gittiniz mi?
Karakoç- Yok,
benimki kısa sürdü. Bir defasında silah yakalattım, gittim bir ay yattım. O da
ruhsatlı silahtan yatırdılar, çünkü "bir daha elimize geçmez bu, biraz
yatıralım" dediler. Çok da güzel oldu, gittim hapishane sağlama bindi. Allah'ı
inkar edenler vardı, namazlı abdestli oldular. Dedim, Allah beni bunun için göndermiş
buraya. Birisinde sıkıyönetim oldu, beş gün yattık. Çok değil de az kaldık.
Orayı görmedik değil.