Hasan Celal GÜZEL ile...
“Dayatmacı Bir Eğitim”
Altınoluk: Gündemde
eğitimle ilgili tartışmalar yoğunluk arzediyor. Milli Eğitim Bakanlığı ve
YÖK’ün radikal bir takım icraatları söz konusu. Bu tartışmaları
ve icraatları 75 Yılda Cumhuriyetin eğitimde geldiği nokta açısından değerlendirir
misiniz?
Hasan Celal Güzel: Devletimizin
kuruluşundan bu yana malum 75 yıl geçti. Milli Eğitimimiz Cumhuriyet döneminde
önemle ele alınmıştır. Maarif Kongresi Polatlı’dan top sesleri gelirken Milli
Mücadele yıllarında toplanmıştır. Gerçekten Cumhuriyetin kurucusu Atatürk ve ekibi
eğitime önem vermişlerdir. Ancak Cumhuriyetin eğitim anlayışı ile bugünkü modern
ve post modern eğitim anlayışları arasında önemli farklar vardır. Cumhuriyet
döneminin 1950’ye kadar uzanan yıllarının parolası, dolayısıyla Cumhuriyetin bu
döneminin altındaki zihniyet “halka rağmen halk için” şeklinde olmuştur. Bu
aslında ilk cumhuriyetçiler bakımından yeni bir parola değildir. 1839 Tanzimat
Fermanı’nı okuyanlar da Jön Türkler de bunların İttihatçı kanadları da geçen
asrın başlarından itibaren bu parola çerçevesinde çalışmışlardır. Onların
nazarında halk cahil, eğitimsizdir. Halkın değerleri de önemli değildir. Önemli
olan 19. Asrın pozitivizmi ve modernizm içinde gelişmesini ortaya koyan Batı
ölçüleridir. Bunu değerlendiren ekiplerin sathi bilgileri ve müşahedeleri de buna
ilave edilince hem 19. hem de 20. asrın önemli bir bölümünü yanlış gözlükle ve
yanlış bakış açısıyla geçirmişiz. Bu yüzden demokrasi, halkın egemenliği
yerine oturamamıştır. Çünkü bir avuç asker, sivil, bürokrat halka tepeden bakarak,
onları cahil kabul ederek onların değerleriyle alay ederek kendi hakimiyetlerini devam
ettirmeye çalışmışlardır. İşte, eğitime önem vermesi bakımından müspet icraat
yapmış olan ilk Cumhuriyetçiler bu saplantı yüzünden çok önemli hatalara
düşmüşlerdir.
Meselâ Cumhuriyetin ilk döneminden son
dönemlere gelinceye kadar başarılı olmuş sayısal bir hedef var o da ilk öğretimde
okullaşma oranıdır. Gerçekten de 1923 yılında 13 milyon civarında büyük kısmı
kadınlardan ve yaşlılardan oluşan bir nüfus söz konusu. Üstelik daha sonra yapılan
harf devrimiyle birden bire bu nüfusta okuma yazma oranı sıfıra düşmüştür. İşte
bu sıfır okuma yazma oranı ve gerçekten faal nüfusun çok az olduğu Türkiye’de
gelinen yüzde 80’nin üzerindeki okuma-yazma oranı, yüzde 90 civarında ilk
öğretimde veyahut şimdiki ifadesiyle kesintisiz sekiz yıllık öğretim döneminin ilk
beş yıllık dönemi itibarıyla gelinen nokta sayı bakımından gerçekten başarılı
bir nokta olarak telakki edilebilir. Yine okul binalarının yapımında da önemli
noktalara gelinmiştir. Ancak işin kalite yönünü ele aldığınızda 75. yıllık
dönemin çok büyük performans düşüklüğü gösterdiği görülür.
Diğer taraftan yanlış bir varsayımdan
hareket edildiği için de, yani halka rağmen halk için parolası yüzünden devlet ile
milletin arası hep açık olmuştur. Cumhuriyetin eğitim anlayışındaki hatada, bu
aradaki dargınlığın da önemli ölçüde payı vardır. Millet, devletin eğitimine
güvenmemiştir. İmam Hatip Okullarının gerçeğinin arkasındaki faktörler de bu
konuyla yakından ilgilidir. Başlangıçta kız çocuklarının okullara gönderilmemesi
sebebi de bununla alakalıdır. Buna rağmen, “halka rağmen” eğitim konusu, aynı
şekilde yanlış bir zihniyet ve metotla devam ettirilmiştir. Hele 1930’lardan
itibaren devletçiliğin tek tip insan yetiştirme yanılgısının tesirinde kalan
eğitimimiz 1940’lı yıllarda kendisini köy enstitülerinin kucağında bulmuştur.
Burada ana fikir köy çocuklarının her şeyden anlayan kişiler haline getirilmesi gibi
bir yaklaşımsa da sonunda halktan kopuk, hiçbir şeyden anlamayan bir nesil ortaya
çıkmıştır.
Türkiye’de sayısal olarak gelinen noktalarda da aslında çok büyük eksiklikler var.
Derslik başına öğrenci sayısı, okullaşma oranları, orta seviyeli mesleki ve iş
gücü açığının devam etmesi, yüksek öğretimdeki sorunlar gibi bir çok sayısal
değerlendirmelerde önemli açıklar bulunmaktadır. Ancak bundan çok daha önemlisi
kalitede meydana gelen problemlerdir. Bunun dışında 75 yıllık dönemin çok büyük
kısmında halka ne öğreneceği, nasıl bir tip insan olması konusunda devamlı
baskıcı olunmuştur. Halkın önem verdiği değerler -ki bunların büyük bir kısmı
milli ve manevi değerlerdir- genellikle hor görülmüş, ihmal edilmiştir. Bu değerler
bazı dönemlerde politikacıların oy alma kaygısıyla öne çıkartıldıysa da genel
bir değerlendirmede bunların ikinci planda kaldığı görülmüştür.
EĞİTİM DEMOKRATİK OLMAMIŞTIR
Bu çok genel değerlendirme çerçevesinde
geldiğimiz nokta, Türkiye’de eğitimdeki yanlış varsayımlar, yanlış zihniyet ve
milletten kopuk anlayıştır. Milletin değerlerine sırtını dönen bürokratik
zihniyet neticesinde sadece Türk milli eğitimi başarısız bir eğitim olarak
görülmemiş aynı zamanda başta da işaret ettiğim gibi Türkiye’de vatandaş ile
devleti yönetenler arasında uçurumlar oluşmasına neden olmuştur. Eğitim
Türkiye’de hiçbir zaman için demokratik ve sosyal talep ağırlıklı olarak ele
alınmamıştır. Sadece biraz daha demokratik sayılabilecek politikacılar, milletin
seçtiği sözcülerin daha fazla hakim olduğu dönemlerde sosyal ve demokratik talebe
uygun hareket etmişlerdir.
Burada tipik bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Adalet Partisi Genel Başkanı ve
zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ile 1997 ve 98’nin Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in İmam Hatip Okullarına bakışını karşılaştıracağım. Birinci
Süleyman Demirel, gerek samimi olarak gerek politika icabı halkın eğitim talebine
kulak veren Süleyman Demirel’dir. O oy alabilmek için, halkın dişinden
tırnağından artırarak yaptırdığı, evladım dininde, diyanetinde yetişsin, bu
arada biraz da bir şeyler öğrensin, hiç değilse kitabını okuyabilsin diye önem
verdiği İmam Hatiplerin üçte ikisini açtıran Süleyman Demirel’dir. İkinci
Süleyman Demirel ise 28 Şubat sürecinde yani dördüncü kez anti-demokratik bir
müdahaleye maruz kaldığımız bir dönemde, cumhurbaşkanı olarak devletin başında
bulunurken daha önce başbakan ve politikacı Süleyman Demirel iken yaptıklarını
inkar eden, ona sırtını çeviren ve onu ortadan kaldırmaya çalışan Süleyman
Demirel’dir. Tek kişide iki ayrı tezahürü bu dönemlerdeki anlayışların
mukayesesi olarak ele alabiliriz. İkinci Süleyman Demirel bu defa İmam Hatip
Okulları’na karşı çıkmış, onları cennete bilet kesilen yerler ve irtica
yuvaları olarak görmüş, tek tip eğitimi savunmuş ve İmam Hatip Okullarının
kapatılması için çıkartılan kesintisiz sekiz yıllık eğitim için adeta propaganda
seferberliğine girmiştir. İşte Türkiye’de özellikle ara rejim, darbe dönemlerinde
ve 1950’ye kadar devam eden tek parti döneminde eğitimde dayatmaların daha
fazlalaştığını görüyoruz. Birkaç istisnayı mahfuz tutarsak T.C.’nin 75 yıllık
döneminde eğitimde geldiğimiz noktayı 21. Yüzyıl eşiğinde demokratik ülkelerde
yapılan eğitimle karşılaştırdığımızda şunu görürüz: Türkiye’deki yapılan
eğitim –ki adını açıkça koymuşlardır- tek tip, antidemokratik, çoğulculuğa
karşı, çok renkliliğe ve sesliliğe kapısını kapamış, merkeziyetçi, devletçi,
katı, dayatmacı bir eğitimdir.
Halbuki dünyanın takip
ettiği eğitim özellikleri şunlardır: Demokratik, çoğulcu, ilköğretimin tekliğine
değil çokluğuna dayanan çok renkli, çok sesli, merkeziyetçi değil ademi
merkeziyetçi, eğitimde mahalli ve yerel yönetimlere önem veren, devrimci değil
eğitimi özelleştirme gayretinde olan, geri değil teknolojiye önem veren bir eğitim.
21. Yüzyılın eşiğinde insanlığın geldiği nokta birçokları tarafından geri
telakki edilen 1400 yıl önceki medeniyetimizin bulunduğu noktanın aynısıdır. Hz.
Peygamberin hadisi şerifinde buyurduğu gibi “Beşikten mezara kadar eğitim” şu
anda “hayat boyu eğitim” adı altında bütün dünyada adeta sloganlaşmıştır.
Böylece okul içinde formel eğitim yerine çatısız, okul dışı hatta fizik mekandan
çok tamamen dışarıya kayan belki 15-20 sene sonra okulların sadece rehberlik ve
malzeme deposu olarak kullanılacağı, internet gibi haberleşme vasıtalarıyla
bulundukları yerlerde küresel bir şekilde bütün dünyaya ulaşabilecekleri bir
eğitim geliyor. Halbuki şu andaki Cumhuriyet eğitimi buna tamamen kapalıdır.
DEMİREL’İN İHL
ÇELİŞKİSİ
Altınoluk: Din eğitimi
hususunda, İmam Hatip Liselerinin tarihine baktığımızda 75 yıl içerisinde devletin
açmakta pek istekli davranmadığı halde milletin teşvikleri ve zorlamalarıyla
sayıları her geçen gün artan bir okul profili çıkıyor önümüze. Bu okullar,
bildiğiniz gibi 28 Şubat sürecinde büyük bir darbe yedi. 75 yıl içerisinde din
eğitimi maceramızı ve bugünkü gelişmeleri devlet-millet ilişkisi bağlamında
nasıl değerlendirebiliriz?
Güzel: İşin başlangıç
dönemlerinde pozitivist ekol ve modernizmin yanlış tesiriyle din eğitimi değil,
dinsizlik ön planda olmuştur. 1950’ye kadar ki dönemde birkaç istisna hariç
okullarda din eğitimi hiç yapılmamış. O zamanki nesiller bu açıdan çok cahil
yetişmiş veya anne babalarının, mahalli çevrelerinin tesiri altında din adına
öğrenebileceklerini öğrenmişlerdir. Aslında Tevhidi Tedrisat Kanunu İnkılap
kanunlarından biridir. Din eğitimi ve öğretimine de muhalif değildir. Bu kanunla
yapılan, öğretimde birliği sağlamaktır. Yani bir birlik için dini ve ladini
eğitimi birleştirmeye çalışmıştır. Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. Maddesinde
imamet ve hitabetle ilgili personelin yetiştirilmesinden söz edilmektedir. Sanıldığı
gibi İmam Hatip Liseleri Tevhidi Tedrisat Kanuna aykırı değil, bu kanunun
öngördüğü bir okuldur. Nitekim bu şekilde önce birer yıllık okullar açılmış,
fakat daha sonra şimdi olduğu gibi laikliğin ve irticanın yanlış yorumlanması
neticesinde bu okullar kapatılmıştır. CHP’nin 1946’dan sonraya isabet eden
döneminde bu konularda bazı gelişmelere de rastlanmaktadır. İmam Hatip Okulları elli
yıllık okullardır. Herkesin ve şu anda idareye hakim ara rejim dönemindeki güçlerin
açık ya da kapalı bir şekilde söylediklerinin aksine bunlar devletin resmi
okullarıdır, Cumhuriyetin müesseseleridir. Sayın Demirel bir zamanlar İmam Hatipleri
müdaafa ederken onlara “bu okullar cumhuriyetin okulları” derdi. Bu doğru bir
tespittir. Milli Eğitim Bakanlığın’da da halen Din Öğretimi Genel Müdürlüğü
vardır. Bu müdürlük İmam Hatip Okulları ve liseleri ile ilgilidir. Bunlar illegal,
Cumhuriyete karşı olsalar açılmaları söz konusu olur mu hiç? Bunu İmam Hatip
okullarına düşmanlık yapanlar da aslında iyi biliyor. Ancak onlar İmam Hatip
okullarına bir partinin arka bahçesi gibi baktılar ve oradan çıkanların sırf o
partiye oy vereceğini ve ona hizmet edeceğini varsaydılar. Hatta Genelkurmay’da
yapılanan ve bize göre illegal, anayasaya ve kanunlara dayanmayan bir teşkilatlanma
olan BÇG raporlarında İmam Hatiplerden mezun olanların belirli bir yıl sonra ülkenin
şu kadar bir kısmını meydana getirecekleri şeklinde garip, gayrı ilmi istatislikler
yaparak bu endişelerini dile getirdiler. Neticede 28 Şubat kararları diye bilinen
antidemokratik bir muhtıra niteliğindeki kararların başına da İmam Hatip
okullarının kesintisiz eğitim bahanesiyle kaldırılmasını koydular.
Aslında biz sekiz yıllık eğitime karşı
değiliz. Bu yeni bir hadise de değil. Çeyrek yüzyıldır Türkiye’nin gündeminde.
Ben dahil bütün Milli Eğitim Bakanları bunu ele aldık ve Türkiye’de eğitim
süresini uzatmaya çalıştık. Ama çok önemli bir fark var o da “kesintisiz”
kelimesidir. Oradaki kesintisiz İmam Hatiplerin orta okullarıyla Kuran kurslarının
kapatılması ve sınırlandırılması için çıkartılmıştır. Netice de hasıl
olmuştur. Geçen yıl yüksek öğretime geçişler de yasaklansın veya sınırlansın
diyenlere karşı Başbakan Mesut Yılmaz “şişenin kapağını kapatmayın şişe
parçalanır” diye cevap vermişken bu yıl onu da yaptılar. 28 Şubat yönetiminde
İmam Hatiplere karşı büyük bir düşmanlık meydana geldi. Neticede İmam Hatip
okullarına kayıtlar geçen yıllara oranla üçte birine düşmüştür. Hem kaynak
taban kesilmiştir hem üstü budanmıştır. Eğer böyle giderse Türkiye’de ilerde
İmam-Hatip bulmak bile güç hale gelecektir. Bir dönemde olduğu gibi... Ortadaki
yanlışlık şu: Halkın talebi sadece imam hatip yetiştirmek değil. Halk
evlatlarının dininde diyanetinde olmasını, kendi kitaplarını okuyabilecek durumda
olmalarını ve daha muhafazakâr kabul ettikleri bir ortamda özellikle kız
öğrencilerin yetişmesini arzu etmektedir. Elbette İmam Hatip Okullarının
dışındaki liselere kötü gözle bakmıyoruz. Ben de normal bir liseden mezunum. Ancak
halkın bu talebine karşı set çekmeniz manasız olur. Bu eğitim-öğretim ve ilim
düşmanlığı olur. İmam Hatip okullarının böyle bir muameleye maruz kalmasını
asla kabul etmiyoruz. Ve bu son darbe döneminin halkın inançlarına karşı zorbalık
dönemi olarak hatırlanacağını kaydetmek istiyoruz.
HANGİ REFORM
Altınoluk: Yapılan son
değişiklikler için İmam Hatiplere karşı düşmanlık değil, çağdaş
düzenlemelerdir deniyor. Bu iddiaları Milli Eğitim Bakanlığı yapmış biri olarak
değerlendirir misiniz?
GÜZEL: Efendim ben sadece
Eğitim Bakanlığı yapmış biri değilim. Devlet Planlama Teşkilatında yedi sene
eğitim uzmanlığı, Eğitim Sektörü Başkanlığı yaptım. Ayrıca Yüksek
Öğretimde öğretim görevliliğinde bulundum. Hem uzmanlığı, hem öğretmenliği hem
de politikası açısından işin içinde bulundum. Mümkün olduğu kadar objektif olarak
şunu söylemek istiyorum. Şimdiki Milli Eğitim Bakanı ve Başbakanın en fazla
övündükleri icraatları eğitim reformudur. Ne yazık ki milletin en fazla
dövündüğü icraatlar da bunlardır. Milletimiz bir çok bakımdan üzüntü içindedir
ama özellikle eğitimdeki cinayetlere çok üzülmektedir. Eğitim reformunun şu anda
söz konusu edilmesi bile aslında bence utanılması gereken bir olaydır. En ufak bir
reform söz konusu değildir. Geçen yıldan bu yana kaydedilen gelişme eğitime
aktarılan fonların kesintisiz eğitim reformu bahanesiyle artırılmış olmasıdır.
Eğitimde bütçe imkanları son derece
dardır. Maalesef bir çok ülkelere göre Türkiye gayri safi milli hasılanın ve
bütçesinin oranlarına göre eğitime en az harcama yapan ülkeler arasındadır. Ben
hep bunu mühendis siyasetçileri kast ederek şöyle tenkit ettim: “Hep taşa toprağa
demire yatırım yapıyorsunuz insana ne zaman yatırım yapacaksınız?”
Türkiye’de tarihi perspektiften ele alırsak eğitime ayrı kaynak ayıran en önemli
devlet adamı II. Abdülhamit’tir. Tarihimizde ilk defa eğitim hizmetlerini yerine
getirmek ve eğitim reformunu devam ettirebilmek için eğitim vergisi ihdas etmiştir.
Kısa zamanda topladığı bu kaynaktan 19. asrın son çeyreğinde en önemli reformu
gerçekleştirmiştir. Bir çok okul çeşidinin kurucusu ve yaygınlaştırıcısı II.
Abdülhamit’tir. Sonra Cumhuriyetin eğitim reformu gelir. Onlarda da bir takım
sayısal imkanlar meydana gelmiştir. Ama maalesef zihniyet itibarıyla dayatmacı bir
zihniyet olması dolayısıyla çok büyük problemler ortaya çıkmıştır. Rahmetli
Turgut Beyin sayesinde bize de eğitimde bir fon kurmak nasip olmuştur. Bu eğitim
reformu çığırtkanlığı içinde eğitimde bir çok cinayetler işlenirken ve kötü
bir dönem yaşanırken bir bakıma bu işin tek iyi tarafı bu sayede eğitime ek bir
finansman sağlanmasıydı. Ama maalesef mevcut eğitim bakanı bu fonu
kullanamamaktadır. Çok büyük bir beceriksizlik var. Toplanan paraların çok az bir
kısmını yatırıma dönüştürebilmiş durumdalar. Bunu hariç tutarsak yapılan
şeyler hep eğitimin aleyhine olmuştur. Bizim yıllar önce söylediğimiz, belli
bölgeler de merkezi okul projesine de mecburen geçiş yapmak istemişler ve taşımalı
eğitim diye son derece problemli bir yola girmişlerdir. Temel eğitimi sekiz yıla
çıkartabilmek için suni bir şekilde kağıt üzerinde gösterebilmek bakımından
okulları zorlamışlar, fiziki yapı imkanı olmadığı için özellikle öğretmen
yokluğu sebebiyle beş yıllık ilköğretimi sekiz yıllık temel eğitim haline
çıkaracaklarına eski orta okulları da ilkokullaştırmışlardır. Bildiğiniz gibi
ilk beş yılda tek öğretmen hatta kırsal bölgelerde iki üç sınıfa tek öğretmen
düşmekte. Halbuki orta okullarda hiç değilse köylerde az olduğu için derse
öğretmen gitmesi ve daha uzmanlaşmış öğretmen istihdamı söz konusu idi.
Ulaşılmak istenilen hedef sekiz yıllık eğitimde de branş öğretmenlerinin
kullanılması iken zaten imkanları mahdut olan beş yıllık öğretimi
“çıkarttık” deyip çıkarmışlar böylece orta okullar
ilkokullaştırılmıştır. Bir yıl içerisinde eğitimde kalite son derece büyük bir
düşüş yaşamıştır. Eğitimde kaliteye tesir eden diğer sayısal göstergeler de
iyileşeceğine kötüleşmiştir. Sabahçı-öğlenci tarzında yürütülen iki dönemli
eğitim devam etmektedir. Özellikle büyük şehirlerde derslik başına öğrenci
sayısı yirmilerde otuzlarda bulunması gerekirken seksen civarında seyretmektedir.
Bırakınız bilgisayar teknolojisini derslikteki normal, klasik eğitim malzemeleri dahi
temin edilemez hale gelmiştir. Ahırlarda bile okul açılmaya gidilmiştir. Bu
olumsuzlukları uzun uzun saymak mümkündür. Eğitim reformu diye ileri sürülen şey
tam bir fiyaskoya dönüşmüştür. Okullar açılalı iki ay olmasına rağmen hala ders
kitapları problemi yaşanmaktadır. Eğitim tam bir curcuna içerisindedir.
Eğitim reformu projeleri uzun vadeli,
perspektifi geniş projelerdir. 1983 yılında “The Nation At Risk” yani
“Tehlikedeki Millet” raporunu yazan Amerikalı Milli Eğitim Bakanından bu yana 15
yıl geçti ve Amerika hâlâ eğitim reformu peşindedir. Çünkü kendi eğitiminin bir
çok sorunu ve eksikleri olduğunu düşünmektedir. Bizim eğitim reformuna
girişmemizden sonra Japonya, Fransa bu reformları yaptı bitirdi. Thatcher bunun için
kanun çıkardı ve İngiltere bunu icra etti. Almanlar sistemlerini gözden geçirdiler.
Bizde ise sadece İmam Hatip ve Kur’an Kursu düşmanlığı üzerine inşa edilmiş
kısır bir uygulama vardır. Buna bırakın eğitim reformu demeyi normal bir eğitim
uygulaması demek bile mümkün değildir. Benim bakanken yaptığım ve bıraktığım
projede, 2000 yılında 1988’de okula başlayan çocukların yüksek öğretime
gidecekleri öngörülmüştü. Onun için 2000 yılının nasıl olması gerekir
şeklinde hem sayı hem kalite açısından yapılan analizlere dayanan bir projeydi.
Meselâ Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ın bir ana planlaması olmuştu; bu da 2012 yılını
hedef almıştı. Halbuki şu anda Milli Eğitim Bakanlığı’nın gelecek yıla ait
öngörüleri bulunmamaktadır. Netice-i kelam ben kesintisiz eğitim kanununa istinat
edilerek yapılan sözde eğitim reformu projesini gülünç ve zavallı bir proje olarak
görüyorum. Aslında ortada proje olarak da bir şey yoktur. Zorbalar dayatmışlar ve
İmam Hatiplerin birinci dönemleri kapatılmış, Kur’an Kursları tahdit edilmiş, bu
arada konservatuar gibi küçük yaşta eğitime başlanması gereken yerler diğer
mesleki eğitim okullarının birinci kademeleri, özellikle çıraklık eğitimi gibi
Türkiye’nin çok önem verdiği bir proje, Anadolu Liseleri, bir çok özel kolej arada
harcanıp gitmiştir.
İHL VE TEKNİK LİSELER
Altınoluk: Söylediğinizi
gibi, mesleki eğitimde sadece İmam Hatiplere yapılmış bir tahribat söz konusu
değil. Anadolu ve Meslek liseleri de feda edildi. Bu okulların yüksek öğretime
girişleri de zorlaştırıldı. Amacın da yüksek öğrenim önündeki yığılmanın
engellenmesi olduğu ifade edildi. YÖK ile Milli Eğitim Bakanlığı arasındaki ortak
bu uygulamalara ne diyeceksiniz?
Güzel: Herkes çok iyi bilir,
son dönem Maarif Nazırlarından Haşim Paşa’nın bir sözü vardır: “Şu mektepler
olmasa maarifi ne güzel idare ederim” diye.. Gerçekten şu üniversiteye gitmek
isteyenler bu kadar çok olmasa yüksek öğretim ne kadar iyi olur demek gibi bir şeydir
bu.
Bakınız yıllardır Türkiye’de ta
1970’li yıllara gelinceye kadar, yarım asır yanlış bir anlayış yüzünden mesleki
teknik eğitim gelişmemiştir. O da şudur: Eğer biz mesleki teknik eğitime yüksek
öğretimin önünü açarsak herkes yüksek öğretime gitmek ister, halbuki bize orta
dereceli mesleki teknik eğitim mezunu lazımdır onun için kapayalım. İşte bu tipik
yasakçı zihniyettir. Bu yasakçı zihniyet 1989 yılında SSCB ve demir perdenin
çöküşüyle birlikte tamamen iflas etmiştir. Eğir siz gerçekten orta dereceli
mesleki teknik okullarına öğrenci gitmesini teşvik etmek istiyorsanız, onlara her
türlü yatay ve dikey geçişi sağlar, her türlü imkanı verirsiniz. İnsanları en
fazla teşvik eden önlerinin sonuna kadar açık olması, en fazla sınırlayan da
bunların kapalı olmasıdır. İşte sanat enstitüleri mezunlarının yüksek okula
gitme hakkı yoktu. İmam Hatip mezunlarının ve kız meslek lisesi mezunlarının da
aynı şekilde yüksek okula gitme hakları yoktu. Bunlar dışarıdan liseyi bitiriyor
ondan sonra yüksek okula gitme hakkı elde edebiliyorlardı. Hal böyle olunca da çok
fakir, çocuklarının bir an önce ekmeğini eline almasını isteyen aileler
çocuklarını mesleki teknik okullara gönderiyorlardı. Bunun dışındakiler
çocuklarının istikballerinin açık olmasını istiyorlardı. Bu yüzden de biz ne
kadar uğraşırsak uğraşalım, o zamanki adıyla sanat enstitülerine yani teknik
liselerine, imam hatip okullarına pek öğrenci akışı olmuyordu. Biz 1970’lerde
yatay ve dikey geçişleri açtık. Açar açmaz herkes zannetti ki yüksek öğrenimde
yığılma olacaktır. Kimse hayata atılmak istemeyecektir. Fakat tam tersi oldu. Genel
liselerden meslek liselerine yavaş yavaş geçişler oldu. Ve bunların bir kısmı
gerçekten yüksek öğretime gitmek istediler ve gittiler. Gerisi ise orta dereceli insan
gücü olarak piyasaya arz edildi. Türk ekonomisine bunun faydası oldu. Ama bunu
sosyalist, devletçi bir mantığa, bir bürokrat, jakoben kafaya anlatmak mümkün
değildir. Yüksek öğretime puanlama oyunlarıyla meslek okullarının mezunlarının
gitmesini zorlaştırırsanız, bugün İmam Hatip okullarının başına gelen yarın
diğer endüstri meslek liselerinin, teknik liselerin başına gelir. Bu şekilde
önünün kapalı olduğunu gören gençler artık mesleki teknik okullara gitmemeye
başlarlar. Ama bunu anlayabilmek için insanın hür düşünceli, liberal düşünceli
kafalara sahip olması lazımdır. Bu asla şimdiki Milli Eğitim Bakanı’nın ve onun
gibi düşünenlerin, Batı Çalışma Grubu’ndaki darbecilerin veyahut CHP, DSP ve
şimdiki ANAP gibi halktan kopmuş tepeden inmecilerin akıl edeceği bir hadise
değildir. Bunun için demokrat düşünceye sahip olmak lâzımdır.
KAST SİSTEMİNE GİDİŞ
Altınoluk: Bir sosyal
bilimcinin İmam Hatipler hakkında toplumda dikey geçişi en çok sağlayan kurumlar
şeklinde bir tespiti vardı. Yüksek öğrenimle alakalı olarak son değişiklikler,
sanki dar çevrelerden gelmiş öğrencilerin önünü kesmeye yönelik gelişmeler gibi.
Mesela, okulun üniversiteye öğrenci sokma başarısı da üniversiteye girişte bir
etken olacak. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Güzel: Eskiden Mekteb-i
Mülkiye yani Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olanlar hem İçişleri
Bakanlığını, kaymakamlıkları, valilikleri hem Dış İşleri Bakanlığını,
büyükelçilikleri, yüksek meslek memurluklarını, hem de Maliye Bakanlığı’nı,
Teftiş Kurulu’nu ve maliyenin bütün üst yönetimini tekellerinde tutarlarmış. Bu
okulculuk sadece kaliteye dayanmıyor, birbirini tutmaya da dayanıyordu. Aynı şekilde
Galatasaraylılık da böyledir. Bir takım özel yabancı kolejlerde de durum budur.
Şimdi Türkiye’de bir kast sistemi meydana getirilmeye çalışılıyor. Bir de
utanmadan eğitimde fırsat eşitliğinden ve sosyal adaletten bahsediyorlar.
Aslında Türkiye’de sosyal demokrat
geçinenler resmen faşist, tepeden inmeci zihniyete sahip, jakoben, demokrasi düşmanı
kimselerdir. Genelleme yapmak istemem ama ekseriyetle böyledir. Bunlar kendi okulları
dışındaki okullardan mezun olan kimseleri devlete sokmak istemiyorlar. Zaten Anadolu
çocuğu bir çoklarının nazarında irticaya eğilimli ve yanlış inançları olan halk
çocuğudur. Halk çocuklarının, Ahmetlerin, Mehmetlerin, Hüseyinlerin Ayşelerin,
Zeyneplerin yüksek öğrenime gelmesi bu tür problemleri çıkarmaktadır. Ayşeler,
Zeynepler onları başörtüsüyle uğraştırmakta, Hasanlar, Hüseyinler okuldan mezun
olduktan sonra halk ile daha çok temas etmektedirler. Ancak belirli holdinglerin, medya
organizasyonlarının ya da bürokrasinin üst seviyesindeki kişilerin çocukları
okuyabilir, ancak bunlar TBMM’ine girebilirler, ancak bunlar Türkiye ekonomisinin
kaymağını yiyebilirler. Aynı tipik şeflik döneminin eğitim anlayışı gibi...
Türkiye’de esas problem normal halk çocuklarının okuyan yazan kimseler olması, bazen k’leri g yaparak konuşsa bile devleti yöneten birisi haline gelmesidir. Bunlar Süleyman Demirel’i başta hiç sevmemişler, biz ise çok sevmiştik. Çoban Sülü o dönemlerde imam hatip okulcuydu. Yüksek Askeri Şûra kararlarıyla inancından dolayı insanların ordudan uzaklaştırılmasına karşı çıkıyor, İmam Hatip okulları niye Harp Okullarına girmesinler diye itirazlar yöneltiyor, başörtüsü siyasi sembol değil, bu da nereden çıktı kafasının içine mi girdiniz diye o basit mantığı ile sorular soruyordu. Hulasa halkın değerlerinin savunuculuğunu yapıyordu. Bir yanında başörtüsü ile Ümmühan Hanım, bir yanında o köylü kasketiyle mütevâzı haliyle babası Yahya efendi vardı. Halbuki o Süleyman bey şu anda adeta tamamen medeniyet ve dünya değiştirdi. Bugün Süleyman Bey’in dilinde türküler değil, Beethoven’ın 9. Senfonisi var. Süleyman Bey’in sağ ve sol tarafında Yekta Güngör Özden ile Vural Savaş var. Artık Süleyman Bey bürokrasiye teslim olmuştur. Tabii, konumuz Süleyman bey değil ama Türkiye’de yapılmak istenilen budur. Güdümlü, adı demokrasi kendisi militarist bir cunta rejimi, eğitimi tek tip insan yetiştiren ve sadece belirli bir kesimin çocuklarına açık hale getirmek istiyor. Ekonomisi belirli şirketlerle organize edilen, kapalı bir ekonomi rejiminde dünyaya sırtını dönmüş, tenkit edilince alakayı kesen ve kendi yağıyla kavrulan ama o yağda kavrulan nimetlerin de en büyüğünü belirli bir elitin yediği bir Türkiye meydana getirilmek isteniyor. Yani CHP’nin eski Türkiye’si... Ama buna asla güçleri yetmeyecek. Şu anda geçici olması mukadderdir. Bu dönemden sonra Türkiye tekrar başını alıp ilerlemeye devam edecektir. Bu zorbalar, jakobenler kaybetmeye mahkumdur. Biz ise kazanmaya mecburuz. 63 milyonluk bir tabana ancak yöneticiler razı olurlar ve uyarlar. 63 milyonun sırtına binip bunları kendi istedikleri şekle sokup yönetmeye kalkanlar sonunda ne kadar yanlış iş yaptıklarını ve başarısız olduklarını anlayacaklardır.
Altınoluk: Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederiz.