Günümüzde insanlık tam bir ateş
çukurunun kenarında durmaktadır. Bu durum hastalığının kendisi
değil sadece belirtisidir. İnsanlığın bu duruma gelmesinin asıl
sebebi, sağlıklı bir hayat nizamı kuran ve geliştiren "değerler
sisteminin iflas etmesidir.
Batı dünyası tüm insanlığı kuşatan cihanşümul bir hayat nizamı kurmak şöyle
dursun kendi varoluş gayesini kendisine bile kanıtlayamamaktadır. Nitekim demokrasi
efsanesinin iflasıyla yüz yüze gelmesi toplumculuk (sosyalizm) adı altında doğu dünyasına
özgü olan rejim biçimini ödünç almak zorunda bıraktı onu.
Bu tün beşeri düzenlerin hemen hemen hepsi insan fıtratına aykırıdır. Bu yüzden
kokuşmuş ya da uzun süre baskıcı rejimlerin uyguladığı otoriter ortamlarda gelişebilir
ancak.
İnsanlık için yeni bir dünya düzeni artık zorunlu ... Çünkü batılı adamın tüm
insanlığı yönetmesi son bulmak üzere. Bu batı uygarlığını
iktisadi ve askeri açıdan güçsüz duruma düşmesinden
dolayı ortaya çıkan bir sonuç değil, aksine batılı
adamın insanlığı yönetmesine imkan veren "değerler
düzeni" ne sahip olamamasından kaynaklanmaktadır.
İşte bütün bu sayılan değerlere sahip yeni dünya düzeni olamaya layık tek sistem
İslam"dır.
Yine bu dönemde ortaya çıkan bölgecilik ulusalcılık gibi bölgesel temellere dayalı
toplumsal çıkışlar da fonksiyonunu tamamlamıştır; onlarından insanlığa sunacağı
bir şey yok. Son tahlil de bireyci ve toplumcu düzenler de iflas bayrağını çekti.
En zor anların yaşandığı bir dönemde insanlığa yeni bir dünya düzeni sunmak için
sahneye çıkma sırası artık İslam"a gelmiştir. Bu dönem artık ümmet dönemidir.
Allah"ın yeryüzündeki iradesini gerçekleştirmek için seçip çıkarılan
"Müslüman ümmet" dönemi.
Dönem İslam dönemi ancak bir ümmet bir toplum içinde biçimlenmedikçe işlevini
yerine getiremez İslam... İslam ümmeti hayatları düşünceleri tutum ve davranışları
örgütleri değerleri ve değer yargıları... bunların tamamı İslam metoddan
kaynaklanan insan topluluğudur. Bu niteliklere sahip ümmet Allah'ın şartlarına göre
yönetim biçimi yeryüzünün tamamından kaldırıldığından beri varlığını
yitirmiştir.
İslam'ın bir kez daha insanlığa "yeni bir dünya düzeni" sunma konusundaki
yüce işlevini yerine getirebilmesi için bu ümmete yeniden varlığını kazandırmak
gerekir. İslam la ve islami metotla yakından uzaktan alakası olmayan fosil haline gelmiş
nesiller düşünceler tutum ve davranışlar düzenler .. tarafından yok edilen bu ümmet
kavramının yeniden diriltilmesi mecburidir.
Yeniden yaratılış girişimi ile "yönetim"i ele geçirmek arasındaki
mesafenin ne denli uzak olduğunun bilincindeyim. Çünkü İslam ümmeti uzun zamandır
varlığını yitirmiştir. Onun alanı boş bırakması ile insanlığın yönetimini yıllarca
başka düşünceler başka milletler başka dünya görüşleri almıştır.
Günümüz dünyası yaşamı düzenleyen dinamikler ve sistemlerin dayandığı kaynak açısından
tam bir cahiliyleyi yaşıyor. Bu cahilliye Allah'ın yeryüzündeki otoritesine özellikle
uluhiyet haklarına saldırı temeli üzerine kurulmuştur. özellikle Allah'ın hakmiyet
ine saldırı temeline...Söz konusu cahili anlayış otoritesini insanlığa dayandırır.
İnsanların bir kısmını bir kısmına rabb yapar.
Sosyalist düzenlerde insanların topluca ihanete uğraması kapitalist düzenlerde
bireyin ve toplumun sömürge ve sermayenin baskısı altında kalarak zulüm görmesi
Allah'ın otoritesine saldırının ve Allah'ın insana bağışladığı kutsallığı
yadırgamanın ortaya çıkardığı sonuçtan başka bişey değildir.
İslami diriliş hareketi nasıl başlayacaktır? Öncelikle bu işe bütün benliği ile
karar vermiş ve bu yola baş koymuş bir öncü topluluk .. Yeryüzünün tümünde
zorbalığını bütün şiddeti ile uygulayan cahilliye hayatına son vermeye kararlı
bir topluluk... yeryüzünü kuşatan bu cahiliyeden uzak durmaya çalışırken öte
taraftan belirli bir biçimde onunla ilişkide olmayı savsaklamayan bir topluluk...
"O'nun ahlakı Kuran dı" (Nesei) Bu durumda söz konusu ilk neslin susuzluğunu
giderdiği eğitildiği ve kişiliğini biçimlendirdiği yegane kaynak Kuran'dı. Bunun böyle
olması o dönemde yaşayan insanlığın medeniyetsiz kültürsüz bilgisiz kitapsız ve
eğitimsiz oluşundan değildi. Kesinlikle!
Allah Resulü , yüreği bütün pisliklerden arınmış yepyeni bir nesil yaratmak
istiyordu. Beyni düşüncesi ve bilinci Kuran'ın içerdiği ilahi yöntemden başka şeylerden
tamamen arınmış saf arı-duru bir nesil...İşte o nesil sadece ve sadece bu kaynaktan
susuzluğunu gideren bir nesildi. Tarihteki eşsizlik bu yüzdendi.
Sonra ne oldu ? Kaynaklar karıştı safiyet bozuldu! Bu neslin ardından gelen kuşakların
beslenme kaynaklarına gerek felsefesi ve mantığı , Pres efsaneleri ve düşünce biçimleri
yahudi israiliyatı ve hristiyanlık mistizmi, bunların dışında kalan diğer kültür
ve medeniyetlerin tortuları karıştı.
Bütün bu sayılan kültür ve medeniyet öğeleri Kuran tefsirlerine, kelam ilmine, fıkıh
ve fıkıh metodolojisine bulaştırıldı. O nesilden sonra gelen bütün nesiller bu
bulanık kaynaktan beslendiler. İşte bundan dolayı o ayarda ikinci bir nesil gelmedi. O
nesil ile öteki nesiller arasında açık farklılıktaki birincil faktörün kaynakta
meydana gelen bu bulanıklıkta olduğunda kuşku yoktur.
İlk dönemin eşsiz nesli Kuran"ı, bilgilerini görgülerini kültürlerini arttırmak
müzikal bir zevk almak yada dünyasal bir çıkar sağlamak için okumuyorlardı. Kur'an'ı
kendisiyle kültür edinen ilim ve fıkhı konularda dağarcık dolduran bir kaynak olarak
algılamıyorlardı. Onlar Kuran'ı Allah'ın buyruğu olarak algılıyorlardı ve bu
buyruğu savaş alanındaki asker gibi duyar duymaz uyguluyorlardı. Kuran Mushaf sayfalarında
yazılı veya zihinde ezberlenmiş bir halde kalmayıp adeta yaşanan bir kültür haline
gelmişti. Kısacası Kuran , yaşamın seyrini tamamen kendi çizdiği plana göre değiştirmişti.
Kuşkusuz Kuran kendisine bu şekilde yaklaşan ruha açar zenginliklerini.
İlk neslin yaşadığı dönemde kişi İslam'a girdiği zaman cahiliye dönemindeki geçmişini
islamın eşiği önünde tamamen bırakıyordu. Kişi islama girdiği andan itibaren
hayatında yepyeni bir sayfa açıldığını biliyordu. Nefsine yenildiğinde geçmişteki
kötü alışkanlıkların albenisine kapıldığında .. bir zayıflık hissettiğinde
derhal bu tutumunun yanlış olduğunun farkına varır ve hemen Kuran'ın getirdiği
hidayet üzere yaşamaya yönelirdi.
Ayrıca cahili bir çevreden gelenek ve görenekten dünya görüşünden ilişkiler
sisteminden tamamen soyutlanma söz konusu idi burada. Şirk akidesinden sıyrılmak
tevhid akidesini ; cahili dünya görüşünden ayrılmak ise islamın dünya görüşünü
ve varlık anlayışını meydana getiriyordu. Bütün bu sıyrılmalar islami bir toplumu
meydana getiriyordu.
İşte burası bir nevi yolların ayrıldığı bir kavşak noktasıdır. Yolda yürüyüşün
başlangıç noktası... yeni yoldaki yürüyüşe , bu noktadan başlanacaktı. cahiliyye
toplumunun koyduğu gelenekler orada hakim olan düşünceler ve değerler sisteminin
dayattığı bütün baskıların etkisinden kurtulmanın hafifliği ile çıkılan
yepyeni bir yürüyüş.
Bu yürüyüş sırasında müslüman kişi işkence ve aldatmacadan başka bir şeyle karşılaşmıyordu.
Ne var ki o kendi benliğinde kesin kararını vermişti ; bu yolda yürüyecek ve menzile
ulaşacaktı sonunda. Cahiliyye düşüncesinin dayatmaları cahili toplum geleneklerinin
zorlaması artık onu yolundan çeviremezdi.
Öyle ise islami hareket yöntemi gereği ilk önce yapmamız gereken nedir? Öncelikle İslami
hareketin oluşum sürecinde şu an yaşadığımız ve kendisine dayandığımız
cahiliyyenin bütün etkilerinden sıyrılmalıyız. Ardından ilk neslin dayandığı ve
beslendiği her türlü şaibeden arınmış saf kaynağa dönmekle işe başlamalıyız.
O kaynağa yöneldiğimizde salt araştırma, dünyasal bir yarar ve haz elde etme tutkusu
ile değil uygulama ve eyleme dökme bilinci ile döneceğiz. Kuran'da ki kıyamet
sahnelerine vicdanlara nüfuz eden olağanüstü mantığına ve araştırmacıların aradıkları
bütün ilmi zevklere tanık olacağız. Fakat bütün bunlarla birincil hedefimiz olmadan
karşılaşacağız. bizim birincil hedefimiz Kuran'ın bizden istediği hareketler
olacaktır.
Birinci vazifemiz şu içinde yaşadığımız toplumun değerler sistemini değiştirmektir.
Bunun için önce kendimizi değiştirmeliyiz. Yolun yarısında karşılaşacağımız az
yada çok değerlerimizden ve düşüncelerimizden dönmememiz ödün vermememiz gerekir.
Bu yolda elbet zorluk ve sıkıntılarla karşılaşacağız. Bu yol bize ödenmesi zor
bir fatura sunacaktır. Ancak ilahi bağışa mahzar oldukları bizzat Allah tarafından
onaylanan cahili yöntem karşısında kendisine yardım edilen ilk neslin yolunda yürümek
arzusu ile bu yola girdikten sonra başka seçeneğimiz yoktur. İlk nesil gibi biz de bu
cahiliyle bataklığından çıkabilmemiz için metodumuz bilmemiz gerekecektir.
Kuran'ın Mekke de inen bölümü Allah Resulü ne 13 yıl boyunca tek meseleden söz
etti. Sunuş biçimi tekrarlanmadan kesinlikle değişmeyen tek meseleden...
"uluhiyet-Rububiyet! (ilahlık ve kulluk) ve bunların arasındaki ilişki anlatılıyordu.
Akide (inanç) meselesiydi bu.
Kuran'ın Mekke de inen bölümü insana kendi varoluş sırrını yanı sıra onu çevreleyen
varlık aleminin varoluş sırrını da açıklıyordu. Kuran bunu yapmakla kalmıyor
insana kim olduğunu nereden geldiğini niçin geldiğini işin sonunda nereye gideceğini
; onu yokluk ve bilinmezlikler diyarından kimin çıkarıp getirdiğini ve kimin tekrar
geri götüreceğini vardığı yerde sonunun ne olacağını da soruyordu.
Bunlardan başka sorularda yöneltiyordu insana ; görerek ve hissedilerek algılandığında
şu varlık alemi nedir? Gizemlerle dolu bu alemi kim yarattı onu kim idare ediyor , kim
onu evirip çeviriyor? Kuran bununda da kalmıyor, insana bu varoluş aleminin yegane
yaratıcısı ve evrenle nasıl bir ilişki içinde olacağını öğrettiği gibi kulların
birbirleri ile olacak ilişkilerini de enine boyuna açıklıyordu.
Allah bu meselenin gereği gibi açıklandığında, insanoğulları arasından seçip
çıkardığı seçkin insanların yüreğinde sarsılmaz bir biçimde yerleştiğine
kesin kanaat getirinceye dek Kuran Mekke de inen bölümünde bu temel meseleden çıkıp
hayatın detayına ilişkin konuların üzerine bina edileceği ilkeler manzumesinin düzenlenmesine
geçmedi. Çünkü Allah bu dini bu temel meselenin üzerine kurmayı planlamıştı.
Şöyle denilebilirdi: Risaletten 15 yıl önce Hacer-i Esved taşının yerine konulması
meselesinde hakem tayin edildiğinde verdiği hükümden memnun olunan çevresinde sadık
ve emin lakablarıyla tanınan Hz. Muhammed içsel tartışmaların yiyip bitirdiği arap
kabilelerini bir araya getirerek kuzeyden Rumların güneyden Pers'lerin gasbettikleri
toplarakları işgal altından kurtarmak için "Arap ulusçuluğu" hareketi başlatabilirdi.
Ve böylece orada hüküm süren egemen güçlerden 13 yıl boyunca gördüğü sert
tepkiler sonucu çektiği sıkıntıları çekmezdi; araplar böyle bir çağrıyı hep
birlikte kabul ederdi.
Şöyle de denilebilirdi : Hz. Muhammed arap ulusuna yaptığı çağrıyla liderlik makamına
oturur ipleri eline aldıktan sonra her türlü güce sahip olurdu. Bu gücünü önce
insani egemenliğine boyun eğdikten sonra insanların Rabblerine ibadet etmelerini sağlama
tevhid in kökleştirilmesini sağlamaya yönelik kullanabilirdi.
Ne varki Alim ve Hakim olan Allah , elçisini böyle bir amaca yöneltmedi. Bilakis onu ve
onunla birlikte olan bir avuç güçsüz inanmışı "Lailahe illallah'ı açıktan
haykırmaya karşısında başlarına gelecek meşakkatlere katlanmaları yönüne yöneltmeyi
yeğledi.
Yüce Allah milliyetçilik ülküsü ile ortaya çıkmanın ve insanları buna çağırmanın
doğru bir yol olmadığını biliyordu. Ülkenin gaspedilen topraklarını Rum ve Pers tağutlarının
elinden kurtarıp bir arap tağutuna teslim etmek çözüm değildir. Adı sanı ne olursa
olsun tağutun hepsi tağuttur.Yeryüzü Allah'ın mülküdür, O nun adına kurtarılması
gerekir. Üzerine "Lailaheillallah" bayrağı çekilmeyen hiç bir toprak parçası
Allah adına kurtarılmış değildir...
Allah Resulu bu dinle gönderildiği sırada arap toplumu servet dağılımı ve eşitlik
yönünden son derece kötü bir durumda idi. Küçük çaplı mutlu bir azınlık ticaret
ve mal edinme imkanlarını elinde bulunduruyordu. faize dayalı ticari işlemlerle mal üzerine
mal yığıyordu. Geriye kalan devasa çoğunluk ise açlık ve yoksulluktan başka hiçbir
şeye sahip değildi.
Burada şu denilebilirdi : Hz. Muhammed toplumculuk adına bayrak açarak, soylu ve sömürücü
sınıfa karşı ezilen sınıfları yanına çekerek onlara karşı savaş açabilirdi;
ezilenleri , yaşadıkları olumsuz koşulları değiştirmeye, zenginlerden alıp
fakirlere vermeye yönelik bir amaca hizmet etmeye çağırabilirdi.
Devasa çoğunluk işlerine gelen daveti kabul ettikten sonra Hz. Muhammed onların başına
geçtikten sonra dizginleri eline alır ardından mutlu azınlık dediğimiz sınıfı da
yenilgiye uğratarak liderlik gücünü iyice pekiştirebilirdi. Daha sonra elde ettiği
bu otoriteyi kullanarak Rabbinin kendisine verdiği Tevhid akidesini yerleştirmede
kullanabilirdi.
Ne var ki Alim ve Hakim olan Allah onun böyle bir yöntem kullanmasına izin
vermedi.Toplumda sosyal adalet anlayışı her şeyi Allah'a dayandıran herşeyi O'na
iade eden Allah'ın insanlara eşit olarak dağıttığı şeyleri gönül rızası ile
kabullenen kapsayıcı bir itikadi anlayıştan kaynaklanmalıydı. Böylece toplumda sağlıklı
bir sosyal dayanışma meydana gelebilir.
O dönem de yaşayan müşrikler ahlaken erozyona uğramışlardı. Ahlaki değerleri çökmüştü.
Cahiliye dönemindeki evlilik türleri de buna bir örnektir. Buna binaen şöyle
denilebilirdi : Ahlaki açıdan bu denli çöküntüye uğramış bir toplum içersinde
Hz. Muhammed bu yeni daveti ahlaki değerleri güçlendirerek toplumun temizlenmesini ve
insanların nefislerini temizlemeyi amaçlayan ahlaki bir reforma davet etme biçiminde de
sunabilirdi.
Hz. Muhammed temiz vicdanlı kimselerin dikkatini çekebilirdi. Bir grup bu daveti kabul
ederdi. Bu sayede onlar ahlaklarını ruhlarını iyice temizleyerek yeni sunulan akide
modelini kabullenmeye ve sorumluluğunu taşımaya en yakın insanlar olurlardı. Daha
sonra "Lailaheillallah" çağrısına öylesine sert tepki ile karşılık
vermezlerdi.
Ancak bu da çıkar yol değildir. Sağlıklı bir ahlak modeli , değerler sistemi kuran
bir akide temeline dayandırılabilirdi ancak. Bunun dışında kalan bir temele dayandırılması
mümkün değildir.Bu akide anlayışı aynı zamanda bu ölçülerin ve değerler
sisteminin üzerine kurulacağı siyasal bir otoriteyi de yerleştirir. Böyle bir otorite
kendisine bağlı olanları ödüllendirme diğerlerini ise cezalandırma hakkına sahip
olabilir. Söz konusu akide anlayışı yerleştirilmeden kurulan sınırlı siyasal
otoritenin gölgesi altında kurulacak değerler sisteminin , ölçülerin ve ahlaksal yapıların
tamamı kuralsız, otoritesiz ve yaptırımsız olurdu.
Zorlu mücadeleler ardından böylesi bir akide anlayışı hakim oldu. İnsanlar kula
kulluktan nefsin egemenliğine boyun eğme zilletinden kurtulduğunda
"Lailaheillallah" yüreklere iyice yerleştiğinde bu saydıklarımızı Cenabı
Hak bu akideye gönül verenlere nasip etti.
Arap yarımadası Bizans ve Pers egemenliğinden temizlendi. Ancak temizlenme hareketi
arap ulusunun kendi egemenliği adına değil sadece Allah'ın egemenliğinin yerleştirilmesi
adına yapılmıştı. Sosyal adalet bayrağı sadece Allah adına dalgalandı. Belli bir
ırkı temsil etmediği sadece bu akideye gönül verenlerin altında toplandığı için
bayrağa şu ibare yazılıyordu : "Lailaheillallah"
Ahlaklar tertemiz oldu. Herhangi bir yaptırıma gerek duyulmadan gerçekleşti bunlar.
Çünki insanlaır denetim altında tutan mekanizma onların vicdanlarına yerleştirildi.Böylece
insanlık, ahlaki alan dahil hayatının bütün alanlarında daha önce eşine rastlanılmayan
yücelikte bir yüceliğe sahip bir düzen kurmayı başardı. Zirveye ulaşt. İslamın gölgesinde
yaşamanın dışında kimse bu zirveye ulaşamayacaktır.
Bu yüce gaye yi gerçekleştirmek için uygulanacak en kutsal metod davete o dönemde başlanıldığı
gibi başlamaktan başka birşey değildir. Davet adına sadece "Lailheillallah"
bayrağını yükseltmek onun yanısıra başka bayrakları yükseltmemek. Davet mücadelesinde
görünürde son derece zor olan bu yolda yürümekten başka yapılacak birşey yoltur.
Bu mücadele de ilk adım olarak ulusçuluğa , toplumculuğa , ahlakçılığa davetle başlansaydı
"Lailheillallah" bayrağı yerine başka bayraklar yükseltilirdi.
Bu din tamamen aktif harekete dayalı eylemsel bir dindir. Yaşamın bütün evrelerine
realitelerine kendi emri ile ya onaylar ya dönüştürür ya da kökünden değiştirir.
Bundan dolayı Başlangıçta yalnız Allah'ın egemenliğini tanıyan toplumlarda fiili
bir olayla karşılaşılmasının dışında yasa koymaz. O sadece varsayımlarla uğraşan
bir kuramlar dizgesi değildir. Yalnızca vakıa ile ilgilenen reel bir yöntemdir o.
Kuran bu inanç beraberliği ile sıcak bir savasın içine giriyordu. Yaşayan insan
unsurunun vicdanları üzerine abanarak onları görevlerini icra etmekten alıkoyan geçmişin
birikintileri ile girilen bir savaş...
Müslüman toplumun vicdanlarına kendi akidesini yerleştiren Kuran bir yandan bu Müslüman
toplumu çepeçevre kuşatan cahiliye tortularının inanan insan unsurunun vicdanlarının
benliklerinin derinliklerindeki kalıntılarına karşı savaşıyordu. Fakat inanç
sisteminin yeniden kurulması aşamasının uzun süreli olması, atılan adımların yavaş
yavaş ve emin olması da mecburidir.
Kuran'ın akide sistemini kurmak için 13 sene geçirmesi onun ilk kez inmesinden ötürü
değildi. Kesinlikle , eğer Allah dileseydi bu Kuran ı bir kerede tamamen indirir ardından
seslendiği kitleyi 13 yıldan uzun veya kısa bir süre İslami kura'ı kavrayabilsinler
diye onu incelemeleri hususunda serbest bırakırdı.
Allah c.c. istiyordu ki bu akideye uygun cemaat ve hareket kurulsun ; akide de bu cemaat
ve hareketle birlikte sistemleşsin... O istiyordu ki akide , aktif hareket edebilen bir
toplumun dinamik bir biçimi olsun ; fiili olarak hareket edebilen bu cemaat, akide için
somut hale gelen bir yapı teşkil etsin.
Allah c.c. biliyordu ki bir gecede bu nitelikleri taşıyan bir cemaat meydana gelmez
Bizi çevreleyen cahiliyye, bazı ihlaslı İslam davetçilerinin sinirsel yapılarını
bozmak için zaman zaman şu sorularla köşeye sıkıştırmak istemektedirler :
Kendisine çağırdığınız orijinal düzeninizin detayları nelerdir? onu
uygulayabilmek için çağdaş araştırma yöntemlerine uygun hangi bilimsel araştırmaları
gerçekleştirdiniz? Hangi hukuki bulgular elde ettiniz? ... sanki günümüzde İslam şeriatını
icra etmek için insanların tek eksiği İslam fıkhını araştırmak ve fıkhı hükümler
çıkartmakmış gibi ! sanki insanlar Allah'ın egemenliğine tamamen teslim olmuş da
sadece çağdaş araştırmalarla fıkhı hükümler çıkartabilecek müçtehitler bulamıyorlar!!
Cahili sistemin bu dayatmasındaki asıl amacı Allah'ın şeriatını bir köşeye atarak
insanın insana kulluğunu yürürlükte tutmayı sürdürebilmek için kendisine bir
gerekçe bulmak yada islami gelişimin boyutlarını yaşanan islami hayatın gerçek
sorunlarına karşı çözümler ve yasal düzenlemeler üretmelerini sabote etmekten başka
bir şey değildir.
Müslüman'a gereken bu tür oyunlara gelmemek bu tür oyunları aşmak Allah'ın sistemi
dışında kalan bütün sistemleri reddetmektir. Bu tür oyunlar gülünesi oyunlardır.Kuşkusuz
İslam da yöntem hakikatle özdeştir. Kesinlikle birbirinden ayırdedilemez.
""Şüphesiz bu Kuran en doğru ya götürür..."" isra 9
Allah Resulü Hz. Muhammed sayesinde gerçekleştirilen İslam'a davet hareketi yüce elçiler
yönteminde yürütülen uzun süreli davet zincirinin son halkasını oluşturur. İnsanlık
tarihi boyunca yürütülen bu davet hareketi tek bir amacı gerçekleştirmeyi
hedefliyordu "insanlara tek olan ilahlarını ve Hak olan Rabb'lerini tanıtmak yaratılmışların
Rabb'liğini kaldırmak
Söz konusu topluluk aktif, organize bir yapı kazanarak varlığını iyice kökleştirmeli
alanını iyice genişletmeli varlığına kasteden şer güçlere karşı toplumca
direnmeli bütün bu savaşın ve etkinliklerin cahiliyye toplumundan bağımsız kendi özgün
İslam toplumunun yöntemi altında gerçekleştirmelidir.
İşte öz fakat kapsamlı teorik temellerde ifadesini bulan İslam, ilk andan itibaren
ancak böyle bir organik aktif cahiliyye toplumundan tamamen bağımsız ve bu topluma sürekli
direnen canlı bir toplulukta temsil edilebilir. Böyle fiili varlıktan soyutlanmış
salt kuram biçiminde varolması kesinlikle mümkün değildir.
Tarih içinden bir kaç örnek verelim : Roma imparatorluğu ; eski çağda en ünlü
insan topluluklarının bir araya gelerek oluşturduğu bir toplum yapısına sahipti. Bu
imparatorluk çeşitli uyrukları ve renkleri bir araya getirmişti ne var ki bu toplum
insanilik bağları ile bağlanmış bir toplum değildi. Akide gibi yüce bir değerle
canlılık kazanmamıştı. İmparatorluğun her köşesinde toplumsan yapı senyor-serf
(efendi - köle) sınıflaşması temeline dayalıydı.
İngliz imparatorluğu ; Roma imp. luğundan farklı bir yapıya sahip değil çünkü
onun mirasçısı. İmparatorluğun yönetimi ingliz ulusu egemenliğindedir. Yönetim altında
bulunan "deminyonları" bir müstemleke zihniyeti ile sömürüyorlar. Fransız
Portekiz , İspanyol imparatorlukları hepsi de düşük iğrenç ve utanç verici
toplumsal düzeylere sahip imparatorluklardı.
Kominizim de uyruk millet bölge dil ve renk gibi engelleri aşarak kendine özgü bir
toplum kurmak istedi. Ancak kurduğu toplum yapısını tüm yönleri ile insanilik temeli
üzerine değil sınıf temeli üzerine kurdu. Roma imp. nda aristokrasi temeline dayalı
ise bunda da işçi temeli ne dayalı idi.Kominizim de yeme içme ve cinsellik gibi
talepler ön planda idi. Halbuki bu tür ihtiyaçlar hayvanilik taşıyan ihtiyaçlardı.
Bundan şu sonuç çıkar Kominizt toplum anlayışı insanlık tarihini sadece yeme içme
yollarının araştırılıp incelendiği bir tarih olayı olarak kabul ediyordu.
İslam toplumu ise uyguladığı Rabbani yöntem ile toplumsal yapı içerisinde insanın
en özel en özgün özelliklerini ortaya çıkarma geliştirme ve yüceltme etkinliği
ile diğer toplumlara özgü toplumculuk bireycilik anlayışından ayrılıyordu. Böylesi
asil bir sistem dururken ondan vazgeçip insani yöntemlere sapanlar gerçekte insanlığa
düşmandırlar.
"Deki Alem bakımından en çok ziyana uğrayanları bildireyim mi? Dünya hayatında
bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendilerine güzel şeyler yaptıklarını sanan
kimselerdir..... " " İşte onlar Rabb'lerini ayetlerini ve O'na kavuşmayı
inkar eden, bu nedenle yaptıkları boşa çıkmış kimselerdir. Kıyamet günü onlar için
bir terazi kurmayacağız. İnkar ettikleri ayetlerimi ve elçilerimi alaya aldıkları için
onların cezası cehennemdir."" (Kehf 103 - 106)
İslam düşünce yapılarını ve inanış biçimlerini düzelmek için öncelikle davet
ederek ileri çıkar. Bunun ardından insanların vicdanlarına baskı uygulayarak
Rabb'lerine kulluktan saptırıp başka şeylerin boyunduruğu altına girmeye zorlayan
totaliter teşekkülleri ve onların dayandığı düzenleri ortadan kaldırmak için sözle
tebliğ etmenin yanı sıra güç kullanarak ta cihad eder.
İslam öylesine ideal bir harekettir ki fertlerin vicdanlarını ve yüreklerini egemenliği
altına almak için kesinlikle zor kullanma yöntemine başvurmaz. Ancak maddi güce dayalı
kendi karşıtı otoriter ve totaliter teşekküllerin karşısına çıkarken de sadece açıklama
yolu ile tebliğ etmekle yetinmez.
İslam'ın bir özelliği de aktif oluşudur. İslami hareket aşamalı bir harekettir. İslam'ın
kendine özgü her aşamaya uygun mücadele araçları vardır. Her aşama yerini
kendisini izleyen başka bir aşamaya devreder.
İslam'ın cihad konusunda koyduğu ve uyguladığı yönteme Kuran'i naslardan delil
getirme girişiminde bulunan bazı kimseler bunu yaparken cihad konusunun kendine özgü
ne yazık ki dikkate almıyorlar. Bu yüzden İslam'ın cihad konusunda uyguladığı yöntemin
geçirdiği aşamaların yapısal özelliklerini , değişik Kuran'i nasların bu aşamalarından
herhangi birisi ile olan ilişkilerini kavrayamıyorlar. Bundan dolayı söz konusu
kimseler cihad konusunda çok büyük yanılgıya düşmekten kendilerini kurtaramıyorlar.
Dinin cihad anlayışını tanınmaz bir kılığa sokuyorlar.
Onların böyle bir yanılgıya düşmelerinin başlıca nedeni Kuran'i naslardan her
birisini İslam'da nihai kuralları temsil eden nihai nas olarak kabul etmemelerinden
kaynaklanıyor.
Akılca ve ruhça yılgınlığa düşmüş bazı kimseler "İslam yalnız savunma
amacı ile cihad eder" derler. Böylelikle asıl amacı yeryüzündeki tüm tağutları
ve tağuti sistemleri kaldırıp insanların tek Allah a kulluk etmelerini sağlamak onları
kula kulluk zilletinden kurtarıp Rabb'lerine kulluk etme izzetine eriştirmek olan İslam'ı
asıl amacından yönteminden saptırmakla onu başkalarına (özellikle karşıtlarına)
şirin göstereceklerini sanırlar. Halbuki bu din kendi inanç sistemini benimsesinler
diye insanlara baskı uygulamaz. Sadece akide sistemi ile insanların arasına girmiş
veya girmesi olası engelleri ortadan kaldırır.
Bu din ilk indirildiği gün nasıl ise bu günde öyledir hep öyle kalacaktır. Nitekim
İslam'ın ilk indirildiği günlerde Allah Resulü en yakınlarına daha sonra sırası
ile kendi kabilesi olan kureyş e çevre kabilelere yarımada da yaşayan tüm Araplara ve
son tahlil de tüm insanlığa tek bir şeyi öneriyor ve bunu yapmalarını kendilerinden
istiyordu. "kula kulluk etme zilletinden kurtulup tek olan Allah'a ihlas la kulluk
etmek..." bu konuda herhangi bir pazarlık yumuşama veya ödün verme diye bir şey
yoktur. Din daha sonra mücadele stratejisi için belirlenen başka amaçlara , o aşamalara
uygun düşecek araç ve gereçlerle birlikte geçer ve savaşımını bu şekilde sürdürür.
Allah'ın yeryüzündeki hakimiyeti ne ise yönteminde olduğu gibi yeryüzü egemenliğinin
(yönetim hakkının) bir takım itibar sahibi din adamları tarafından kullanılmasını
ne de "teokrasi" denilen siyasal sistemlerde olduğu gibi tanrılar adına
insanları yönetme hakkına sahip olduğunu iddia eden bir takım seçkin insanların yönetime
egemen olması biçiminde kurulamaz. Sadece ve sadece Allah'ın şeriatını yürürlüğe
koymak açık ve seçik ifadelerle bildirilen ilahi şeriata yerleştirilen ilkelere uygun
biçimde bütün işlerin yönetimi top yekun Allah'a bırakılması ile mümkündür.
Tirmizi kaydediyor : adiy b. Hatem den : Adiy Allah elçisinin İslam'a davet mesajı
kendisine ulaşınca kurtulurum ümidi ile Şam'a kaçmıştı. Zira o cahiliye döneminde
Hıristiyan olmuş birisi idi. Adiy Şam da bulunduğu sıralarda kız kardeşi ve bazı
yakınları Müslümanlarca esir alınmıştı. Rasulullah kız kardeşini bağışlayarak
Adiy'e azad etmişti. Serbest kalan kadın kardeşinin yanına döner. Ve Adiy'in İslam'a
ısınmasına çalışır. Bunun üzerine Adiy Rasulullah'ın yanına gelirken onu gören
insanlar onun huzura gelişi hakkında konuşuyordu. Nihayet Adiy boynunda gümüş bir haç
ile birlikte Allah huzurunun yanına geldi.
O sırada Raslullah şu ayeti okuyordu :
"" Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah tan başka Rab
edindiler..."" tevbe 31
Adiy diyordu ki : Ben bu ayeti duyunca Yahudi ve Hıristiyanların onlara bilfiil tapmadığını
söyledim. Bunun üzerine Rasululah :
"Hayır öyle değil. Onlar insanlara Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını
helal kıldılar (değil mi?) bu onlara kulluk etmeleri anlamına gelir"
Alah elçisi'nin söz konusu ayetle ilgili bu ilginç yorumu yasama ve yürütmede Allah'ın
şeriatından başka bir yasal sisteme uymanın insanı Hak din'den çıkaran bir nevi
ibadet , böyle yapmanın , insanların birbirini rab edindikleri anlamına geldiğinin
kesin kanıtıdır.
Mekke döneminde ve hicretin ilk günlerinde Müslümanların savaştan uzak tutulması şundan
dolayı olabilir. Mekke döneminde belirli şartlar içersinde belirli bir kavim belirli
bir çevrede eğitilerek gelecek yıllarda daha önemli görevler için hazırlanıyordu.
Bu bir
İkinci olarak belirli bir çevrede böylesi bir eğitim verme ve insanları geleceğe hazırlama
etkinliğinde bulunmanın başlıca amaçlarından bir tanesi kendisine veya kendisine sığınmış
birisine yapılan işkence karşısında sabredebilir bir olgunluk seviyesine ulaştırmak
böylelikle onu kendi kişiselliğinden kurtarıp benliğinden soyutlayarak bir daha eski
hayatına dönmemeyi yaşamının yegane ilkesi ve ekseni haline getirmek , hayatının
bundan sonraki döneminde tutum ve davranışlarını bu yeni olgun kişiliğinin gerekliğine
göre düzenlenmesini sağlamaktır.
Bu eğitim sayesinde artık o tutkularına sinirlerine hakim olabilecek yaşamının ilk dönemlerinde
doğal yapısından kaynaklanan güdülerle harekete geçmeyecek, heyecanlarına kapılmayacak,
doğal yapısında ve tüm hareket ve davranışlarında ılımlı ve esnek olmayı başaracaktır.
Ve o insan hayatının her alanında uyması gereken tüzüğe riayet edecektir. Bu teşkilatın
kendisine emrettiği ilkelere ters davranışlarda bulunmayacaktır.
İslam'ın ilk yıllarında Mekke de inanan kimselere işkence ve zülmedecek siyasi bir
organizasyon yoktu. Sadece hareketin velisi durumundaki insanlar himayesinde bulunan müminleri
bıktırma ve usandırma yolu ile bu gayeden vazgeçmelerini sağlamak amacı ile bireysel
olarak işkence ediyorlardı. Böyle bir ortamda savaşa izin verilmesi demek Mekke de
bulunan her evin bir savaş alanı haline getirilmesi demek olacaktı. hatta bununla da
kalınmayacak işte İslam bu dur denilecektir.
İslam'ın gerçekleştirmek istediği asıl amacı insanları benliklerini fesada uğratan
seçme hürriyetlerini kayıt altına alan sistemlerin bozucu ve yıkıcı etkilerinden
kurtarmaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için insanları doğrudan onları bu hale
getiren sistemlerle, genel kabul görmüş İslam'a ters dünya görüşleri ile mücadele
eder.Onların üzerine saldırır ve onları ortadan kaldırmaya çalışır.
Eğer Allah c.c. Müslüman bir cemaate belirli bir dönem için cihaddan elini çekmesini
istemiş ise bu ilke sorunu değil tamamen bir taktik sorunudur. Yani akide ile değildir.
Yalnızca hareketin o evrede gerekli kıldığı mecburiyettir.
Bir toplumda insanın insanilik yönü en yüce değer olarak alındığında orada yalnızca
insani özelikler onurun ve saygınlığın yegane öğesi sayıldığında işte böyle
bir toplum medeni bir toplumdur.
İnsan, milliyet renk ulus ve bölge gibi öğelerin ötesinde de insan olarak kalabilir.
Ancak ruh ve fikir öğeleri bir yana bırakıldığında insanın artık insan olarak
kalması mümkün değildir. Zira insanın bizzat kendi iradesi , fikrini düşüncesini dünya
görüsünü değiştirebilir. Fakat bir ulus içersinde veya dünyanın herhangi bir bölgesinde
doğmasına karışamayacağı gibi derisini rengini değiştirme imkanına da sahip değildir.
Bir toplumda hangi biçimde olursa olsun madde en yüce değer olarak kabul edildiğinde
bu kabul ediş ister Marksist düşüncenin tarihi yorumlama için koyduğu
"diyalektik materyalizm kuramı biçiminde olsun isterde yolunda insani değerlerin
ve insani özelliklerin yıkıma uğratıldığı en yüce değer olarak Amerika Avrupa ve
diğer kapitalist toplumlarda olduğu gibi "maddi üretim" biçiminde olsun.. Bu
tür toplumlar görünürdeki durumları nasıl olursa olsun aslında geri kalmış yada
islami ifadeyle "cahili toplumlar" dır.
İslami toplum madde olgusunu hafife almaz. Çünkü bu hem içinde yaşadığımız
kainatı meydana getiren temel öğe hem bizi de etkisi içine almış bir realitedir.
Allah'ın halifesi olmanın dinamiklerinden birisidir maddi üretim. Fakat İslam toplumu
yüksek verimlilik için cahilliye toplumların yerle bir ettiği en yüce değerlerin
faziletlerin ve kişisel dokunulmazlıkların çöküntüye uğratıldığı madde yi en yüce
değer olarak kabul etmez.
İslam hakimiyette olduğu yerde , sadece insani değerler ve özellikleri yükseltmeye çalışır.
toplumu meydana getiren insanları tekrar hayvanileşme tehlikesinden korur.
Bu akide sistemine inananların sayısı üç kişiyi bulunca bu akide onlara şöyle
seslenir, artık siz bir cemaatsiniz, bundan böyle . Bu akideyi benimseyen onun değerler
sistemine göre toplumsal yapısını sevk ve idare etmeyen cahiliyye toplumundan tamamen
ayrısınız. onunla ilişki bağlarınızı tamamen kesmiş kendine özgü toplum oluşturmuşsunuz.
Üç kişi ... on kişi ... yüz kişi...İslam toplumunun varlığı ortaya çıkar.
Bu varoluş hareketi yola koyulur koyulmaz akide sistemiyle düşünce yapısıyla değerleriyle
ölçüleriyle varoluşuyla kabulleriyle ve oluşumuyla fertlerini dahi kendisinden sağladığı
cahiliyye toplumundan ayrılarak yeni doğan İslam toplumu ile cahiliyye toplumu arasındaki
inanç savaşı başlamış olur.
Ne var ki islami akidenin ve bu yeni doğmuş İslam toplumunun yapısal özelliği olan
"sürekli hareket halinde olma durumu hiç kimseye kendini gizleme fırsatı vermez!.
Çünkü bu toplumun üyesi olan her ferdin hareket halinde olma gibi bir mecburiyeti vardır.
Akide adına hareket, hayatı adına hareket, toplumu adına hareket... Çevresini kuşatan
cahiliyeye karşı ve o çevresindekilerin kendisi üzerinde bıraktığı tortulara karşı
hareket. Yani sürekli savaş söz konusu. Cihad kıyamet sabahına kadar sürecektir.
Doğuş ve oluşum , İslam toplumunu diğer toplumlardan ayıran iki özgün özelliktir.
Bu iki özellik İslam toplumunu kesin çizgiyle ayırır. Bunun yanı sıra İslam'a
yabancı toplumsal kavramlar ile kendi sorunlarına çözümlenemez, kendi doğasına aykırı
araştırma yöntemleri ile araştırılamaz. Başka rejimlere dayalı düzenlemeler ile
uygulamada bulunamaz bir nitelik kazandırır yeni kurulan İslam toplumuna.
İslam Afrika'nın içinde çıplak insanların arasında bile bir medeniyet kurmuştur.
Aynı zamanda bu insanlar artık gelenek haline getirdikleri hımbıllıktan sıyrılıp
doğanın kendilerine sunduğu maddi zenginliklerden yararlanmak için çalışmaya başlamışlardı.
Totemlere tapmayı terkedip alemlerin Rabb'ine ibadet etmeye başlamışlardı. Eğer
medeniyet bu değil de başka ne olabilir ?.. (bakara 138)
İslam uzayın sonsuz boşluklarına , özgürce katlanabilsinler diye insanlığı çamura
bağımlı olmaktan kurtarmıştır. En yücelere yükselsinler diye kan ve hayvanilik bağlarından
azad etmiştir onları.
İslam hiç bir konuda cahiliye ile ortaklaşa iş yapma girişimini kesinlikle kabul
etmez. Ne düşünce yapısı açısından ne de bu düşünceden filizlenen uygulamalar açısından...
Bir şey ya İslam'dır ya cahiliye... Bunun üçüncü bir alternatifi yoktur. İslam'ın
bakış açısı gayet nettir. Hak tektir. Hak'tan geriye kalan tek bir kavram vardır.
Dalalet...
Onlara hoş görünmek derdine düşerek İslam'ı olduğundan başka biçimde kesinlikle
sunmayacağız insanlara... onların şehevi tutkularını tahrife uğramış düşüncelerini
kesinlikle övmeyeceğiz. Son derece şeffaf davranacaz onlara. Açıkça diyecez ki şu içinde
yaşamış olduğunuz hayat tamamen necis' tir. Allah İslam'a ve O'nun düzenine inanarak
temizlemek istiyor sizi.
Siz bu dinin düşmanı olan sizler kötü kalpliliğinizden ötürü islami hayatın gerçek
dinamiklerini bir türlü göremiyorsunuz. Çünkü sizler bu dine düşman olan sizler İslam'ın
hayatı düzenlemesine sürekli karşı çıkmaktasınız. Fakat bizler gördüğünüz
gibi Allah'a binlerce hamd olsun ki geleceğinden kesinlikle kuşku duymadığımız
Kur'an'ımız şeriatımız tarihimiz ve dünya görüşümüz değerlerimiz, yüreklerimizde
mevcut bulunmaktadır.
Günümüzde bazılarını görüyoruz : İslam insanlara sunarken onun hakkında İslam
sanki büyük bir suçla itham edilmektedir de onlarda onu bu suçtan kurtarma derdindeymişler
gibi konuşuyorlar. Onu savunurken efendim mevcut dünya düzenleri ,İslam da örneğini
ayıpladıkları şu şu hatalarını işliyorlar, halbuki İslam gelişinin üzerinden
1400 küsür yıl geçmiş olmasına rağmen çağdaş medeniyetlerin yaptığından farklı
bir şey yapmamıştır....!
Ne kadar cüce ne kadar kötü bir savunma biçimi....
İslam kendini temize çıkarmak için cahili dünya düzenlerini ve bunlardan kaynaklanan
yararsız tasarruflardan kullanmaz. İslam'ın kendisini insanlara sunduğu açık ve
kesin delil şudur. : İslam'ın düzeni diğer dünya düzenleri ile kıyas olmayacak
kadar üstündür. Bu düzenleri restore etmek onaylamak rutuşlamak için değil onları
kökten kaldırmak için gelmiştir. İslam insanları içlerinde yaşadığı çirkef çukurundan
çıkarmak için gelmiştir. onları bataklıkta kutlamak için değil.
Bize ücret versinler diye insanları İslam'a davet etmiyoruz. Yeryüzünde ulvi
mertebeler edinmek , fesat çıkarmak ta istemeyiz. Biz insanları İslam'a davet
ediyoruz; çünkü onları gerçekten seviyoruz ve onlar için en hayırlı olanı
istiyoruz..
|