İslam ve İnsanlığın Geleceği* |
İslâm bugün, doruğa ulaştığı
dönemlerdekinden çok daha büyük yayılma imkân ve ufkuna sahiptir. Çünkü, Amerikan
modeli ile Rus modelinin çifte ve kesin iflâsı karşısında, bu başarısızlıktan
ötürü, hayatta kalması tehlikeye girmiş bir dünyaya İslâm yeniden umut verebilir.
Kendisini çare bulunmaz bir çöküşe mahkûm eden, kısırlaştırıcı bütün
“ictihat” redlerinin ötesine taşıp, bir zamanlarki ihtişamını sağlamış olan
hayat verici prensiplere tekrar kavuşmasını bilirse, İslâm bunu başarabilir.
Yeni gözlerle okunan Kur’ân, o zaman bütün gerçek
azametiyle son vahiy olarak kendisini gösterir. Son vahyin bu azameti, bunu kendi
dilleriyle almış olanların “kendini yeter görme” ve “muhteşem
yalnızlık”larını parlak bir üslûpla ifade etmelerinden kaynaklanmıyor. Aksine
bütün önceki bilgeliklerin ve vahiylerin bu Son Vahye yönelmiş olmasından ileri
geliyor.
Bu Son Vahiy’de Allah’ın yüceliğini haber veren
bütün mesajlar özetlenmiştir. Evet, bu Son Vahiy’de, tabiatın bütün
determinizmlerine karşılık, insanın ilâhî boyutunu ve insanların bütün
düşüncelerine, bütün aşklarına, bütün tasarılarına ve bütün eylemlerine
karşılık da Allah’ın yüceliğini ilân eden bütün mesajlar özetlenmiştir.
Biz bu dini hiç de bugünkü haliyle değil, aksine onu
insanın insanlaşmasına yaptığı katkı bakımından ele alıyoruz. Ayrıca bu dinin,
diriltici ve yön verici sadakatinin, geleneklerinin on asırlık can sıkıcı ve onur
kırıcı lâfızcılığında değil de, ilk vahyinin dinamizminde arayacak olursak,
tekrar bu insanlaşmaya katkıda bulunabileceğine inanıyoruz.
Kur’ân’ın 1400 yıldan beri hep seçilegelmiş
aynı bölümlerinin tekrarıyla yetinilmeyip, bu Son Vahiy organik ve canlı
bütünlüğü içinde yeniden okunursa...
Allah kelâmı olan Kur’ân, insan sözüyle
karıştırılmazsa...
Her âyetin, tarihinin bir anında, bir halkın
karşısına çıkmış somut sorunlara cevap vermek için “inmiş” olduğu, bu
âyetlerin ebedî değerinin kesinlikle soyut bir formül olmasından değil de, canlı
bir soruya canlı bir cevap niteliği taşımasından ileri geldiği ve her âyetin, bizi
kendisinden hareketle günümüzün canlı sorularına canlı bir cevap bulmaya çağıran
ebedî sorgulama değerini bizim için, ondört asır sonra dahi, muhafaza ettiği
unutulmazsa...
Kur’ân âyetlerinin bize sık sık hatırlattıkları
gibi, Yüce Allah’ın, bize önceden hazır bir hakikati vermek için değil de, bizim
hakikat arayışımızı yönlendirmek için, insanların ifade tarzını aşan bir dille,
yani ima yoluyla konuştuğunu unutmazsak...
Hazreti Peygamber’in Arkadaşlarının, ilk Dört
Büyük Halife’nin, geçmişin büyük fıkıhçı/hukukçularının, sorumlu
araştırıcılar olarak, Medine Toplumu’ndan çok farklı olan kendi dönemlerindeki
bir devletin içinde karşılaşılan yeni meselelere çözümler bulabildiklerini
hatırlar ve onlara sâdık veya bağlı kalmanın, onların sözlerini tekrarlamak
değil, aksine onların örneğini, onların yaratıcı ve sorumlu girişimini
düşünürsek... Onların, kendi zamanlarının problemlerini, Allah’ın doğru
yolundan ayrılmayarak, halletmesini bildiklerini, kısacası, o büyük insanların bize
her yerde işe yarayan, bir çeşit maymuncuk reçeteler değil de, yenilikleri
göğüslemek için bir metod bıraktıklarını aklımızdan çıkarmazsak...
İşte ancak o zaman İslâm, tıpkı başlangıcında
olduğu gibi, yeniden canlı, evrensel ve herkese açık hale gelecektir.
Şayet bugün “açık” bir İslâm, Jaurès’in
ifadesiyle, atalara sâdık kalmanın, ataların ocağından külü değil, alevi
taşımak olduğunu ve bir nehrin ancak denize doğru giderek kaynağına sadık
kaldığını hatırlayarak, geçmişinde donup kalmaz, aksine zamanımızın
problemlerini Medine toplumunun ruhu içinde çözmesini bilirse, işte o zaman, sadece
Müslümanlar için değil, bütün insanlık için, artık pozitivist bilimcilikle ve
Batı bireyciliğiyle felce uğramamış, aksine Medine Toplumu’nun temel değerleriyle
bereketlenip verimlenmiş bir toplumun umutlu geleceğinin kapıları açılabilir. Yani
İlâhî boyuta ve ümmet bilincine kavuşmanın kapıları...
İslam ve İnsanlığın
Geleceği, Pınar Yay., sh. 182-184 |
|