Makamat |
Hariri:
(Muhammed Kasım ibni Ali ibni Muhammed İbni Osman El-Hariri El-Basri,
El-Harami) Adı (Osman), künyesi (Ebu Muhammed), lâkabı (Harirî) dir. Arap
edebiyatının en mümtaz simalarından biri olan Harîrî, (1054 - 446) senesinde
Basrada dogmuştur, (Harîrî) lâkabını alması ipekçilikle uğraşmasından, (Harami) denilmesi de Basranın (Benî Haram) sokağında oturmasındandır. Asıl vatanının Basra köylerinden (Meşan) olduğunu ve kendisinin o köyde sakin (Rebîatülferes) kabîlesine mensup bulundugunu kayda alınmış kaynaklardan öğreniyoruz. Harîrî yüksek istidadına, harikulade zekâsına elverişli bir muhit bulduğu için az zamanda ken- disini gösterdi, daha talebelik hayatında iken istik- balin bir kıymeti olacağını ispat etti. Basra, o zamanlar ilmin ve edebiyatın en meş- hur merkezlerinden biri olduğu için Harîrî, devrin büyük üstadlarından okumak fırsatını bulabilmişti. En çok istifade ettiği hocası, Nahviyyundan (Gramercilerden) Ebül Kasımül Fazl İbni Muhammedül Kasbânîdir. Harirî, bu hocasının fazlü kemâlini (fazilet ve olgunluklarını) öve öve bitiremezdi. Harirî, devrin bütün ilimlerini tahsil etmiş ve hepsinde de derin bir vukuf sahibi olmuştu. Fakat onun sadakatle sarıldığı, hayatını uğruına vakfettiği yegâne ilim (Edebiyat) tı. Edebiyatın her kolunda parmak ısırtan bir kudret gösterdi. Lûgat ve nahiv (sözlük ve gramer) ilimlerinde zamanın en büyük şöhreti oldu. Bu vadide sözü senet sayılır bir dereceye yükseldi. Geniş Arap dilinin ince ve derin meseleleri ondan sorulur, "-Harirî dedi." denilince akan sular dururdu. Bununla beraber Harirî'ye dünya çapında bir şöhret temin eden " Makamat"ıdır. Bir çeşit (küçük hikâye) demek olan makameleri, fesahat (Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma) ve belaga- tin (Fasâhatin daha yüksek derecesi) en parlak örnekleri sayılır. Ve Hariri eseriyle, Makame çığırını açan Bediuzzaman-ı Hemedâni'ye birçok bakımdan tefevvuk etmiştir. (üstün gelmiştir) Bunu, Arap edebiyatının salahiyettar şahsiyetleri sarahatle (açıklıkla) ve ittifakla söylüyorlar. "Ne kendisinden evvel ne de kendisinden sonra - makame tarzında - onun gibi bir sanatkar gelmemiştir.„ diyorlar. Makamat hakkında manzum ve mensur pek çok methiyeler (övgüler) yazılmıştır. Bunlardan yalnız, büyük bir müfessir (tefsir alimi) oldugu kadar büyük bir edip (edebiyatçı) de olan Allame-i Zemahşerî'nin şu iki beyitini kaydetmekle iktifa (yetiniyoruz) ediyoruz. Şiir : "Allah'a, onun âyetlerine Yemin ederim ve Meş'ar-i hacc'ına ve Mikatına da yemin ederim ki Hariri; Makamat'ını altın ile yazacağımız bir zattır." Gerçi Harîrî, kitabının başında büyük bir tevazu gösteriyor, bu vâdide - Bedîuzzeman'ı kas- dederek - kendisini atla yarışa çıkan topal bir eşek mesabesinde (ölçüsünde) görüyorsa da, bir makamesinde de onu bir çisentiye ve kendisini çisentiden sonra sağnak halinde gelen yağmura benzetmekten de geri kalmıyor. Makamat, müsecca (Cümlelerin sonu veya ortası kafiyeli hale getirilmiş) bir ifade ve 50 makame (hikayecik) olarak yazılmıştır ki bunun mühim bir kısmını şiir- ler teşkil eder. Hariri, her ne kadar beliğ bir şair ise de nesir vadisindeki parlak şöhreti, onun bu tarafını biraz gölgelemiştir. İbareleri yer yer ayetler, Hadisler ve darbımesellerle (meşhur hikmetli veya atasözü) süslenmiştir ki bunlar tam yerlerini bulmuşlar, esere maharetle işlenmişlerdir. Kelime sanatına dair verilen misaller de birer zeka mahsülüdür, büyük bir iktidara işaret eden buluşlardır. Teşbihler (benzetme), istiareler (Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil de, benzediği başka bir varlığın adını verme) parlaktır; mazmunlar (Nükteli, san'atlı, ince söz) sevimli ve sıcaktır, hepsi de sanatın câzip rengine bürünmüşlerdir. Eserde Tabiîlik dışında bir şey görülmez, buluşlarda bayağılığa düşme yoktur. Yalnız arap kavminin zevkine mahsus bazı teşbihler, mazmunlar ve tabirler vardır ki, bizim zevkimize uymaz, soğuk düşer; bu da pek tabii bir haldir. Harîrî'nin sanat dehası her satırda kendini gösterir. Kitap, hikmet öğretmek, iyi ahlak telkin etmek gayesiyle yazılmıştır. Bu cihet her makamede bütün vuzuhiyle (açıklığıyla) göze çarpar. Her makamenin sonunda edibin demek istediği şudur: «İyilik yap, fenalık- tan kaç!» Hariri, eserinde bir mürşit (yol gösterici) ve bir mürebbidir (terbiye edici) , insan oğlunun çeşit ruh haletlerini belirtirken kalemine tam bir serbestî verir, zalimleri, hasis zenginleri, riya ve tebasbus erbabını (yaltaklananları) , en amansız şekilde hırpalar, devrin büyüklerini, mağrur idare adamlarını en ağır hitaplarla sıygaya (sorguya) çeker. Bazan dayanamaz, hükümete de çatar: "Zaman de- nilen şeyde biraz insaf olsaydı, ehliyetsizler idare başına geçmezlerdi!,. der. Kitabın bir hususiyeti de okuyanlara kaş çat- tırmasını bildigi kadar dudaklarda tebessüm çizdirebil- mesidir. O şiddetli hitaplar, o bağırıp çağırmalar arasında bir de bakarsınız, satırlar neşe ile gülüyor. Ebuzeyd, makamelerde, bazan yüreklere işliyen söz- lerle gözleri yaşartan bir hatip, bazan müjdeler veren bir halaskârdır (kurtarıcı) . Büyük edip makamelerini şu yolda bir tasnife tâbi tutmuştur: elli makameyi beşe bölersek her bölümün altıncı makamesi (edebi), birinci makamesi (zühdi) beşinci ve onuncu makameleri de (hezlî - Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım) dir. Makamelerde iki şahıs vardır: (Ebu Zeydi- nis Suruci) ve (Haris İbni Hemmam) Kadı Ke- maleddin'in Tarih-i Nuhat'ından anlaşıldıgına gö- re Ebuzeyd'ın asıl adı Mutahhar İbni Selâm'dır ve aslen Basralıdır. Nahiv ve lûgat âlimi olarak tanın- mıştır. Harîri ile görüşmüş, ondan edebiyata dair pek çok şeyler öğrenmiştir. Beş yüz senesinde Vasıt'a da gelmiştir. Sonra Bağdada gitmiş ve orada vefat etmiştir. Ölüm yılının (1145-540) olduğu kaydolunmaktadır. Hâris İbni Hemmam ise ise bizzat Hariri'nin kendisidir ve Harirî bu ismi bir hadisi şerifteki (Hâris ve (Hemmam) kelimelerini bir araya getirerek kendisine namımüstear (takmaad) yapmıştır. Ebu Zeyd, yaman bir tiptir. Eserde onu bazan bir seyyah, bazan bir vâiz, bazan da bir sâil (dilenci) olarak görürüz. Elinde asası, koltuğunda dağarcığı diyar diyar dolaşır. Ne hallere. ne kılıklara girmez, maksadına varmak için, ne hileler, ne yalanlar düzmez, fakat nereye gitse, Haris İbni Hemmam'ı karşısında bulur, onunla hemen tanışır. Haris, Ebuzeyd'e, kendisine yaptığı hileden, söylediği ya- landan ötürü sitem eder. Ebu Zeyd de, ona diller dökerek özür diler, suçunu bağışlatır. Makamat'ın yazılmasına sebep olan vakayı, Ha- riri'nin oglu Abdullah şöyle anlatıyor: " -Babam bir gün Mescid-i Haram'da otururken üzerinden seyyah olduğu anlaşılan, perişan kılıklı bir adam mescitten içeri girer ve bir münasebet düşürerek fesahat ve belâgatle konuşmaya başlar. Cemaat kendisine ne- reli olduğunu sorarlar "-Sürûcluyumu." der, künyesi- nin ne olduğu sorulunca da verdigi cevap yine tek kelimedir: "-Ebuzeyd!" Bunun üzerine babam, Benî Haram'a nispet edilen kırk sekizinci makameyi ya- zar ve hikâyeyi Ebu Zeyd'e isnadeyler. Bu makame, halk arasında süratle yayılır ve büyük bir rağbet görür. Artık meclislerde okunmakta, edebî toplan- tılarda onun sanat değerinden bahsolunmaktadır. Makameyi, halife Müsterşit Billah'in veziri olan Şerefüddin Ebu Nasr Nuşrevanül Kaşanî dinleyin- ce pek beğenir ve babama bu yolda birkaç makame daha yazmasını teklif eder. Babam da onu kıramaz ve diğer makameleri yazar. eseri elli makame ola- rak tamamlar." Harirî, vezirin bu teklifini kitabı- nın başında işaret yoliyle kaydetmiştir. İbni Hallegan'ın Vefeyatülâyan'ında şu yolda bir haberle karşılaşıyoruz: (Altı yüz seksen altı sene- sinde Kahire'de bir Makamat nüshası gördüm ki, baştan sonuna kadar elyazısiyle idi ve kitabın ar- kasında, eserin Müsterşid'in veziri olan Celâlüddin Amidüddevle Ali İbni Sadaka ya yazıldığı Harîri'nin elyazısı ile bildiriliyordu. Şüphesiz ki bu rivayet, - Harîrî'nin elyazısiyle olduğu için - evvelkinden daha fazla itimada şayandır (güvenilir).) Hariri, Makamat'ını evvelâ kırk makame üze- rine yazmış ve bunları Basrâ dan Bağdad'a götür- müştür. Bağdad'ın bütün edebiyat üstatları Maka- mat'ı görünce bunun Hariri'nin kendi eseri olma- dığı fikrine kapılırlar ve Haririye, : "Bu senin ese- rin değildir, belki belağatle maruf Mağrip'li büyük bir edibin eseridir. O zat vefat edince sen onun kitapları arasında bunu ele geçirmiş: Benimdir! diye ortaya çıkmışsındır." derler. Harîrî, her ne ka- dar "Eser benimdir." diye iddia ederse de dinlemez- ler. Nihayet vezirin huzurunda devrin tanınmış ule- mâ (alimler) ve üdebasında (edebiyatçıları) mürekkep bir divan (meclis) kurulur ve Harîri oraya çağrılır. Kendisine evvelâ edebiyatın hangi koluna mensup olduğu sorulur. Harîri'nin bu suale verdiği cevap, gürliyen hakkın ta kendisidir: "Sihirli sözler yazan bir nesir üstadıyımdır!" Biri- birine eğilen başların verdiği karar şudur: "Öyle ise, sana bir mevzu verelim de o mevzu üzerinde bize, diğer makalelere muadil (denk) bir maka- me yaz, olmaz mı?" Hariri, teklifi kabul eder ve eline kalem, kâğıt alıp bir köşeye çekilir, âdeti üzere sakalını yola yola düşünmeye başlar. Fakat aksi olacak ya, her ne kadar düşünür ise de hatırına bir şey gelmez, bir cümlecik bile yazamaz. Zaten ken- disi pek mahcup bir adam olduğundan divanın me- habetiyle (heybetiyle) büsbütün sıkılır, terler döker ve nihayet kalkar gider. O zaman, Hariri'yi çekemiyenlerden bir şair-ki ismi üzerinde muhtelif rivayetler vardır-şu kıtayı söylemiştir: Şiirin Mânası: Bizim, Rebîatülferes kabîlesinden bir üstadımız var ki, bir şey yazabilmek hevesiyle sakalını yolar durur, Cenabı hak onu "Meşan" da söyletmiş olduğu halde divanın ortasında dilsiz bırakmıştır. Harirî, bir şey yazmak için düşünürken muttasıl (devamlı) sakalını yolardı. Onu bu çirkin huyundan vazgeçirmek için oğulları, ne kadar çalıştılarsa fayda vermemiş- tir. Onun bu huyuna dair öyle bir fıkra da vardır. Basra valisi ona bu halini bıraktırmak için: "Bir daha sakalını yolunmuş görürsem başını belâya uğ- ratırım!" diye tehditte bulunur. Harirî, korkusundan bir müddet bu huyunu bırakmış, sakalını uzatmıştır. Fakat huylu huyundan vazgeçer mi? Buna bir çare aramaya başlar ve nihayet bulur, Valiye beliğ bir kaside takdim eder. Vali kasideden pek mahzuz (hoşnud) olur ve Harirîye her ne isterse vereceğini söyler. Bü- yük edibe artık gün doğmuştur. Hemen şu niyazda (istekte) bulunur: "Bana sakalımı ihsan buyurunuz!" Vali güler ve muvafakat gösterir (uygun görür) . Harîrî de tekrar sakalını yolmaya başlar. Bir rivayette vali: "Sana bir hakimlik vereyim mi?" deyince Hariri: "Bana sakalımın hakimliğini veriniz!" demiştir. Talihin bu garip cilvesinden sonra Harîrî Bas- raya gider ve makamelerine on makame daha ilave edip bunları, divanın mehabetinden kendisine bir tu- tukluk geldiğini açıklayıp, özür dileyerek Bağdad'a gönderir. İmam-ı Süyûti Tabakat-ı Nühatında Yakut-ü Hamavi Mûcemülüdeba'sında bu kıssayı şu tarzda kaydediyorlar: (Harîrî kırk sekizinci makame olan (Haramiyye)'yi yazdıktan sonra Basrâ dan Bağdad'a gitti. Bağdad'a varınca sultanın meclisine girdi. Meclis, en mümtaz ilim ve edebiyat üstatlariyle dolu idi. Bun- ların çoğu, Harîrinin Basradan geldiğini duymuşlar- dı. Hattâ içlerinden bir kısmı da, onu görmüş kim- selerdi. Lâkin fazilet ve meziyetini çekemiyenler de eksik değildi. Bunun için Harirî'nin fazilet derecesini öğrenmek ve makamelerin bir yerden alınıp alın- madığını anlamak istediler. Ona: "Nesrin hangi va- disinde çalıştınız ise, söyleyin de sizinle o vadide mübahase (Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma) ve münazara (İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan tartışma) edelim" dediler. Harîri ka- lemi eline alarak: "Buna dair her şeyden sorabilir- siniz!" dedi. Onların: "Bu dava büyük bir dâvadır ve ispatı da pek müşküldür." sözlerine karşı da Ha- rîrî, kısaca şu cevabı verdi: "İmtihan ediniz, o za- man anlarsımz!" Bunun üzerine meclisteki üstatlar, Harîrıye çeşitli sualler sordular. Hariri, bu sualle- re en güzel şekilde cevaplar verdi. Bütün bir mec- lis, büyük edebiyatçının iktidarı karşısında hayretten dona- kalmıştı. İster istemez onun faziletini takdir ettiler ve onun zekâsına parmak ısırdılar. Bu vaka, vezir Nuşirevanın kulağına gidince Hariri'yi meclisine ça- ğırttı ve makamelerini gördükten sonra da ona mef- tun oldu (tutkun) . Üstada: "Buna birkaç makame daha ilâve etseniz..." diye ricade bulundu. Harîrî, vezirin ha- tırını kırmadı: "Başüstüne! lâkin müsaade edin, ken- di memleketime gideyim de orada huzur içinde ya- zayım. Makamelerimi yazıp bir kitap haline getir- dikten sonra, efendimize takdim ederim." dedi. Bu- nun üzerine Harîrî Bağdad'tan Basra'ya döndü ve kırk makame olarak kitabını tamamladıktan sonra, tekrar Bağdad'a gitti. Vezire eserini arz etti ve bü- yük takdirlere, taltiflere (iltifatlara) mazhar (sahip) oldu. Vezir Nuşirevan, ilim ve fazilet sahibi bir zattı. Tarih ve edebiyatta üstat tanınmıştı. Vefatı (532-1137) senesindedir. Makamat'ın, gerek sanat bakımından çok yük- sek bir değeri haiz olması (taşıması) , gerekse ibarelerinin bazan içinden çıkılmıyacak derecede müşkül bulunması ona, aynı lisanda birçok şerhlerin (açıklama), haşiyelerin (ekler) yazılmasını icabettirmiştir. Kâtip Çelebi Keşfuzzunun'unda Makamat'a ya- zılan birçok şerhlerin isimlerini bildiriyor. Fakat, ne- dense (660-1261) de vefat eden Şeyh Şemsüddin Ebu Bekir Muhammed İbn Ebu Bekrillârî'nin pek kıy- metli olan şerhini zikretmeden atlamıyıp geçmiştir. Şerhler içinde en mükemmeli (619-1222) de vefat eden Ebül Abbas Ahmedüşşerişan'ın yazdığı şerhtir. Şerişi, na- hiv ve lûgatte büyük bir üstat olduğu için bu vâ- dide salâhiyetle kalem yürütmüştür. Okuyucuyu di- ğer şerhlerden müstağni edecek (lüzum bırakmayacak) derecede mufassal (detaylı) olan bu kitapta da ne yazık ki birçok ihmaller, izah edilmeden geçilmiş noktalar göze çarpmaktadır. Arap memleketlerinde Makamat'ın meftunları (tutkunları) , hayranları pek çoktur, o kadar ki, bunların arasında kitabı baştan başa ezberliyenler, onu altın mürekkeple yazdıranlar bile vardır. Garp (batı) dünyası, Şarkın (doğunun) bu kıymetli irfan hazinesinden de faydalanmayı ihmal etmemiştir. Eser, birçok Avrupa dillerine tercüme olunmuş ve bu tercümeler defalarca basılmıştır. Makamat'ın yüksek değeri memleketimizde de lâyık olduğu takdiri görmüş, fakat esefle kaydede- lim ki, ondan faydalanmak, Arap edebiyatiyle müte- vaggil (derin araştırmacı) bazı mümtaz (seçkin) zevata (zatlara) münhasır (has) kalmıştı. Bu- nun da sebebi medrese tahsilinde edebiyata, diğer ilimler derecesinde ehemmiyet verilmiş olmamasıdır. Makamat, herkesin okuyup anlıyabileceği bir kitap olmadığı için medrese mensupları, ulemadan (alimler) birinin fazilet ve olgunluğunu istedikleri zaman: "O, Ma- kamat okumuş bir zattır!." derlerdi. Makamat'ın, Şehri Mehemmed Tahir Selâm (vefatı 1844-1260), Ah- met Dânişî (vefatı: 1898-1316) ve Ahmet Şirvanî (ve- fatı: 1389-1307) efendiler tarafından yapılmış Türkçe tercümeleri vardır. Fakat maalesef bunlardan iki ev- velkini göremediğimiz için değerleri hakkında bir şey söyliyemiyeceğiz. Ahmet Şirvani Efendinin tercümesi ise, bir tercüme olmaktan ziyade - ilmiye tabirin- ce - bir (mefhum toplama) dır ve mütercim, - dü- nün sakim (hatalı) zihniyetine uyarak - hüner göstermek is- temiş, eserini Veysîyâne bir üslûp ile yazmıştır. O ka- dar ki, o tercüme de bugün bir tercümeye muh- taçtır; hattâ bazı yerleri, metinden daha muğlâk (kapalı) bir haldedir. Yalnız, mütercimin fazilet ve olgunluğu eserden pek açık olarak anlaşılmaktadır. Biz, eserin yüksek değerini ve kendi aczimizi idrak etmiş bulunuyoruz. Şüphesiz ki, pek çok hataları- mız, zühullerimiz ve ihmallerimiz olmuştur. Bunun için mükemmel bir tercüme verebildiğimizi iddia et- miyor, salahiyetli zatların ikaz ve irşatlarını bekli- yoruz. Evvela şunu söyliyelim ki, bu gibi ağır eser- lerin muvaffakiyetli tercümesini verebilmek, kalb hu- zuru ve fikir asûdeliği (duruluk) içinde yıllarca çalışacak mütehassıs (uzman) bir heyetin kârıdır. Arap lisanındaki genişlik, gramerindeki çetinlik ile beraber, kitaptaki kelime sanatlarının en müşküllerine (zor olanlarına) dair verilen muğlak (kapalı) misallerle (örneklerle), pek kapalı bırakılmış muammalar (karışık, anlaşılmayan) ve çeşitli ilimlerle alâkadar (ilgili) bulunan bahisler gözönüne getirilirse, ödevimizin ehemmiyeti kendiliğinden meydana çıkar. Bununla beraber esere lâyık olan bir tercümeyi vermeğe özendik ve gereken gayreti gösterdik. Tercümeyi yaparken arap dilinin inceliklerini fe- daya gönlümüz razı olmadı; bunun için esere edebi bir hüviyet vermekten ziyade metne sadık kalmayı düşündük, çünki kitabın birçok hususiyetleri bunu icabettiriyordu. Metindeki ibareleri cümle cümle ter- cüme ettik ve mümkün mertebe sade bir lisan kul- landık. Dikkat ettiğimiz bir nokta da, tâbirlerin dildeki tam karşılıklarını bulması olmuştur. Kitaptaki âyet- leri, hadisleri (işaret yoluyla olarlar da dâhil) darbı meselleri, tâbirleri ve kelime oyunlarını, âdetleri ve ananeleri, gereken her şeyi açıkladık, adı geçen şa- hıslar ve şehirler hakkında bilgiler verdik. Ve eserin daha iyi anlaşılması için de bu husustaki ölçümüzü bazan geniş tuttuk, maksadımız o devrin içtimai (sosyal) hayatı ve kültürü hakkında okuyucuyu da- ha fazla tenvir etmekti (aydınlatmaktı). Gâyemize ulaşabildik, büyük edibin ne demek istediğini belirtebildikse, bunu bir bahtiyarlık sayar, aksi halde her şeyden önce onun ruhundan af dileriz. Yazımıza son vermeden Harîri nin hayatı hak- kında bir iki noktayı daha kaydedelim. Kaynakları- mız onun mert ve faziletli bir insan olduğunu itti- fakla yazıyorlar. Pek dürüst, pek afif imiş (Temiz. Güzel. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan). İyi bir aile babası olmuştur. Bir ilim ve irfan deryası olduğu halde kimseye minnet etmeden, ipek ticareti yaparak maişetini (yaşamını) temin etmiştir. Esasen zengin idi, on sekiz bin ağaçlı bir hurmalığı vardı; bunun için refah içinde bir hayat sürmüştür. Cömertti, fakirlere elinden gelen yardımı esirgemezdi. Cimrilere dehşetli kızardı, makamelerinde en şiddetli hücumları onlara yapmış, onları en ağır sözlerle hırpalamıştır.. Bunca kemalâtı (olgunlukları) ile beraber çok mütevazi (alçakgönüllü) idi, ilmiyle gururlanmazdı. İşte bu meziyeti onu muhitine daha çok sevdirmişti. Yalnız, pek mahcuptu (utangaçtı). Zaten yüksek divandaki o imtihan muvaffakiyetsiz- liği de daha çok bu halinden ileri gelmişti. Ha- rîrînin ahlaki meziyetlerinden biri de, hakkı teslim etmesi idi. Buna dair Tabakat-ı Süyüti'de gördüğü- müz bir fıkrayı kaydedelim: Bir zat, yanlışlarını düzeltmek maksadiyle Hariri'ye Makamat'ı okuyor- muş, beşinci makamedeki; bir kelimeyi farklı okuyunca, Hariri "Eğer, bana okunan yedi yüz nüshaya imzamı atmamış olsaydım burasını değiştirirdim." demiştir. Bir de şu fıkra vardır: Harîrî, Bagdada geldigi zaman büyük üstatlar- dan Ebu Mensur Mevhup İbni Ahmedül Cevâlîkî kendisine Makamat'ı okur. Yirmi birinci makamedeki: bir beyite gelince Ebu Mansur, Haririye «Şega ne demektir?» diye sorar, Harirî "Ziyade, mânasına- dır." cevabını verir. Fakat Ebu Mansur "Şega, diş köklerinin başka başka oluşu demektir, ki, burada o mânanın hiç yeri yoktur." deyince, Hariri hiç itiraz etmez, hakkı teslim eder. Harîrınin hayatta bir tek nasipsizligi varsa o da, pek kısa boylu ve çok çirkin olmasıdır. Ne tuhaf- tır ki, Arap edebiyatının Muaydî, Ebü Nüvas, Ca- hiz ve Ferezdak gibi büyük edib ve şairleri hep çehre züğürdü (yüz güzelliğinden yoksun) kimselerdir. Harîri bu nasipsizligin arasıra üzüntüsünü çekmiştir. Bir gün bir adam Harîrî'ye, Makamat'ı okumak için Basraya gelir ve gördüğü kimselere üstadın nerede olduğunu sorar, onlar, kendisine üstadı şu anda mescitte bulabilecegini ve daima kürsünün önünde oturduğunu söylerler. Adam mescide girer, bir de bakar ki, tarif edilen yerde gayet çirkin, eciş bücüş biri oturuyor! Onu hiçbir şeye benzetemez, "Benim aradığım zat bu olmasa gerek» diye geri döner. Sonra hatırına onun olması ihtimali gelirse de yine hal ve hareketiyle küçümser bir vaziyet alır, o kadar iktidar ve hüneri bir türlü bu kılıksız adama yakıştıramaz. Meğer, gelenin bu hareketleri edibin gözünden kaçmıyormuş. O, son defa dönüp de Harîriye bir şey yazdırmasını rica edince koca üstat, kaşlarını çatarak "yazınız" der ve irticalen (kalbinden doğan) şu kıtayı söyler: Şiir Mânası : Kamerin (ayın) kararmak ihtimali olan parlaklığı ile aldanan ilk yolcu sen olmadıgın gibi, mezbelelerin (çöplüklerin) yeşilliği karşısında, meftun ve hayran kalan ilk otlak arayıcı da sen değilsin. Haydi git, kendin için benden başkasını seç! Zira ben, Muaydî gibi bir adamım, beni işit, fakat görme! Adam, mahçup bir halde oradan ayrılır. Kı- tanın son mısraı Arap , nahvinin meşhur bir misa- lini hatırlatır ki şudur: Manası: (Muaydi'yi işitmen, onu görmenden hayırlıdır) Kayıtlara göre bu sözü ilk söyliyen, hükümdar Numan İbni Münzir'dir ve senâsını (methini) işittiği Muaydî lâkaplı Şukka adında çok çirkin bir şairi, ilk defa gördüğü zaman söylemiştir. Bir rivayete göre de, Muaydî, büyük işler becermiş pek çirkin bir şakî- dir (haydut) ve hükümdar, bu sözü onun hakkında söylemiştir. Harîrî'nin, Makamatından başka kıymetli birkaç eseri daha vardır. Dürretülgavvas fi Evhamilhavas, Mülhatülîrab ve bunun kendi tarafından yapılan şer- hi, divan, cinas sanatiyle (Birçok mânâya gelebilen söz, imalı söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması) yazılmış kasideler ve bazı risaleler. Bunlardan: Dürretülgavvas ile Mülhatülîrab ve bunun kendi tarafından yapılan şerhi, divan, ci- nas sanatiyle yazılmış kasideler ve bazı risaleler. Bunlardan: Dürretülgavvas ile Mülha muhtelif Avru- pa dillerine tercüme olunmuş ve pek çok kereler basılmıştır. Birisi, Bursalı ve Ahmet Paşa muasırı, diğeri Kastamonulu iki-Türk şairi de, (Hariri) mahlâsını (lakabını) kullanmışlardır. Hanefî hukuk alimlerin- den Kadıkuzat Şemsüddîn'in de lâkabı (Hârîrî) dir ki, Bağdat'ta yerleşmiş ve (1327-128) senesinde orada vefat etmiştir. Harirî'nin ölüm tarihi ihtilâflıdır. Doğrusu ise Tabakatülüddebâ'daki kayda göre (516-1122) senesin- dedir ve bunu, Harîrinin oğlu Abdullah söylemiştir. Abdullah'a, babasının nerede doğduğu da sorulmuş- sa da o, buna karşı sadece: "bilmem!" demiş, yal- nız Basrada 'Beni Haram' da öldüğünü ve yetmiş sene yaşadığını söylemiştir. Allah, Harîrî'ye bol bol rahmet etsin! (Amin) Sabri SEVSEVİL |
|