Bir Başka İklim - Moğolistan |
Uçsuz bucaksız çayırlar gözümü alıyordu. Mevsim yazdı, yemyeşil vaktiydi toprağın. Ben gözlerimi şenledirmeye çalışırken bu manzarayla, yüreğimde hiç tanımadığım bir burukluk var gibiydi. Apartmanlara, apartmanların sağını solunu kapladığı sokaklara, araba gürültüsünün ayyuku inlettiği şehirlere öyle alışmış ki gözlerim, bir türlü göğün mavisinin canalıcılığına, bembeyaz bulutların rakseder gibi salınışına inanamıyordum. İnanamıyordum, toprağın kendineliğini bunca yaşadığına. İnanmak da nasıl bir şeydi ki! İnsan hep gördüğüne, hep duyduğuna mı inanmalıydı! Kıvrım kıvrım yolda ilerleyen araba, tepelerin arasında sarsılıyordu. Vardı her şey. Daha ne isterdi insan. Gökyüzü bir başkaydı belki. Toprak bir başkaydı belki. Yollar, otlar, bayırlar bir başkaydı belki... Ama yeryüzüydü işte, yeryüzünün bir parçasıydı işte. Neydi bu toprakları bu kadar ulaşılmaz yapan? Ya ben bilmiyordum ya da bilen birilerine henüz rastlayamamıştım. Hayat bu sorunun cevabını belki getirmemişti bana, belki getirmişti de ben farkedip alamamıştım heybeme. Kim payına düşeni eksiksiz toplayabiliyordu ki! Bebeler yürümeden önce, ata binmeyi öğreniyor Bir lütuftu belki bu. Bana haketmediğim bir dünyanın kapıları aralanır gibiydi. Üzerime düşense, bu kapıdan girip sunulanı almaktı. Öyleydi öyle olmasına da, bende bir ürkeklik vardı. Tanımadığım, bilmediğim bir ürkeklik. Daha önce kendimde hiç karşılaşmadığım bir ürkeklik... Bu; çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık, al yanaklı, siyah saçlı, keskin bakışlı, basık burunlu insanların etkisi olabilirdi. Sanki korkuyordum onlardan. Atlara binip dörtnala, dört bucağa koşturuyorlardı. Bebeler yürümeden önce ata binmeyi öğreniyorlardı, ki daha ben iki bacağım üstünde zor adımlıyordum, ki daha ben yürümenin bu ayaklarla yapıldığını sanıyordum. Meğer hiç de öyle değilmiş. Yürümenin başka başka yolları, başka başka anlamları da varmış. Öğreniyordum. Yaşayarak öğreniyordum. Yaşamayı öğreniyordum. Yaşamanın öğrenilebileceğini daha önce bir anlatan da çıkmamıştı nedense. Bu topraklar, bana öğrenmenin dahi öğrenilebileceğini anlatıp duruyordu usanmadan. Daha önce ne kitaplarda, ne dergilerde,ne televizyonda karşılaştığım hayvan sürüleri dağılmıştı çayırlara.Çift hörgüçlü develer,hörgüçlerini titrete titrete yürüyürlardı.Bodur atlar paçalarını savuruyorlardı koşarken. Ucu bucağı olmayan,başı sonu bilinmeyen bir hayvanat bahçesi gibiydi karşılaştığım manzara.Tepelerin eteklerine serpilmiş iki üç Moğol çadırı, ger, tepeden tepeden bakınıyordu. Ben eziliyordum altlarında. Neydi onları böyle yapayalnız bırakan? Neydi beni, böyle yalnız olduklarını bile farketmeyen insanlar arasında yapayalnızlığa sürükleyen? Bilmiyordum. Yalnızlıksa, çokça dilediğim, dilenmemesi gerekenmiş meğer. Yol boyunca dev bir nehir bizimle yarışmada inad ediyordu. Biz akıyorduk yolda, o akıyordu yara yara toprağı. Gide gide Orhon-Selenge nehirlerine kavuşacaktı. O, çocukluğumun tarih kitaplarında, adına sık sık rastladığım, Türk diyarının meşhur nehirleri... Burada olduklarını bilmediğimden utandım. Dedim kendime: Yanlış olmalı birşeyler. Sanki bu nehirler Kaf Dağı'nın ardında gizliydi. Sanki bu nehirler hiç yoktu da, hiç olmamıştı da efsanelerden taşmış taşmış da gelmişti kulaklarımıza. Sanki yoktu böyle bir şey de, biz hayallerimizden çıkarıp satırlara taşımıştık "Hayret" dedim. "Hayret demek varmış." Demek gerçekmiş. Demek akarmış oradan oraya. Hayret! Yoksa ben masallarla büyümeye çok mu alışmıştım da, her şey bir masal tınısıyla kulağıma çarpıyordu!Şehirler ara ara karşımıza çıkınca, bir garip heyecana kapıldım. Birkaç küçük, çok da yüksek olmayan apartman ve bu apartmanların çevresinde uzandıkça uzanan ahşap barakalar... Varoşlar bunlar mıydı?Onca okuduğum Rus klasiklerinde çizilen varoş barakaları, bu barakalarda yaşamaya çalışan varoş halkı... Dikkatle bakıyordum yüzlerine. Birşeyler arar gibi bir halim vardı. Ama ne aradığımı ben de bilmiyordum. Ne bulmak istediğimi ben de bilmiyordum. Yıllarca merakıyla çevrelendiğim duvarların ardına girmiş olmam mıydı, beni böyle şaşkına çeviren, böyle aramaya-aranmaya iten... Toprağa ekmek, su içmek günah... Buralarda genellikle trenle yolculuk yapıldığını, karayolunun zaten bu işe elverişli olmadığını yavaş yavaş görecektim. Günler-haftalar-aylar, hatta yıllar bana öyle çok şey öğretecekti ki... Buna ben bile inanamayacaktım. Şimdilerde "Bir rüyaydı, uyandım" havasına sıkça girmeye başladım. O kadar inanılası olmayan hayatlardı ki o topraklardaki. Bütün hayatını et yiyerek geçiren, toprağı ekmenin büyük bir günah olduğunu söyleyen bu insanlar, su içmenin zararından bahsedeceklerdi bir de. Dinleyecektim elbet onları. Dinledikçe kendimden geçecektim. Yaşamın insan sayısınca yüzü olduğuna tanık olacaktım. Ben birden bu yüzlerin telaşına düşecektim... Yaşlı insanların peşine düşecektim. Fakat öyle az yaşlı insan vardı ki yaşayan. Nedendi ömür kısalığı Moğollar'da? Zor iklim mi? Zor hayat şartları mı? Yoksulluk mu? Evsizlik mi? Yoksa hepsi birden mi? Ya da bilmediğim bir sebepten mi? Biz Moğoluz, üşümeyiz... Eksi kırklara varan kış soğuğu ile mücadele etmek gerekiyordu. Akdeniz ikliminde yaşamış ben, bir lahanaya benziyordum sokağa çıktığımda. Kat kat giydiğim kazaklar bile beni ısıtmaya yetmiyordu. Gözbebeklerim donuyordu. Bakışlarım puslanıyordu. Kirpiklerim kırılıyordu. Donuyordum soğuktan. Boğazıma doladığım atkı donuyordu. Elbiselerim donuyordu. Ayakkabılarım donuyordu. Titriyordum. Moğollarsa bir ceket altına giydikleri tişörtlerle geziniyorlardı ortalıkta. "Biz Moğoluz, üşümeyiz" diyerek övünüyorlardı. Bana bol bol yağ yememi söylüyorlardı. Yeni doğan bebeklerin vücutlarına kuyruk yağı sürüyorlardı üşümesinler diye. Burada bebekler hayata kolayca ayak uydururken, ben tökezleyip düşüyordum her adımda. Bu kadar mı narin büyütülmüştüm, bu kadar mı güçsüz... Hayat şartları beni bu yüzden mi kolayca sarsabiliyordu?Daha dirençli olmalıydım.Moğolla'ra baktıkça ne kadar da çabuk pes ettiğimi gördüm.Ufacık bir kırıklıkta hayattan,bir daha bana sunulmayacak sevgili hayattan, en kıymetli taşlardan daha bir kıymetli olması gereken hayattan, sınanmak için, öğrenmek için gönderildiğim kendi hayatımdan bile, öyle kolay vazgeçiyordum ki... Onlarsa dimdik duruyorlardı. Yükseliyorlardı karşımda, geçit vermez dağlar gibi. Hayat bana direnmeyi öğretiyordu şimdi de. Her ne olursa olsun direnmek ve yılmamak. Düşe düşe öğrendim ayakta durmayı sonunda. Lakin öğrenirken, birşeyleri, sanki birşeyleri kaybediyordum farkında olmadan. Çocukluğumu belki. Saflığımı belki. Değmemişliğimi belki. İdeallerimi belki. Hayallerimi belki. Deli doluluğumu belki Farkettim ki yavaş yavaş ben de sertleşiyorum.Onlar gibi.Gülmeyi unutmuş halleri vardı.Yüzlerindeki çizgiler gülmekten değil de acı çekmektenmiş, gördüm.Her bir çizginin,bir değil,yüzlerce anısı olduğunu gördüm. Anlatsalar bitiremezlerdi. Yazsam bitiremezdim. Yine de bir nehir gibi çağladılar. Ben de çağlayanlarına ayak uydurmaya çalışarak, karşılık verdim onlara. Onlar gibi bakmaya çalıştım önüme. Ve yazdım... İsteklerimin nasıl da dua yerine geçip bir bir karşıma çıkışını. İnsan isterken temkinli olmalıydı. Ne istediğini belki bu yüzden bilmeliydi insan, birgün gelip,isteklerinin karşısına dikilmesinden endişe duyarak. İnsan, istediği şeyi gerçekten isteyip istemediğini kendisine sorduktan sonra, uzun uzun,söze dökmeliydi.Bir kere ağzından çıktı mı,bir kerecik söz olarak döküldü mü,onu geri alamıyordu. Bunu görmeliydi. Ben de yaşayarak gördüm işte. Gitsen buralardan, özler misin anneni? Bir zamanlar sorarlardı, "En sevdiğin meyve hangisi?" Derdim elma. Öyle bir memlekete yolum düştü ki, elmadan başka meyve yok. Şükürler olsun beni bu kadar sevdiğin için!Bir zamanlar sorarlardı, "En sevdiğin mevsim hangisi?" Derdim kış, sırf kazak giyme merakım yüzünden.Öyle bir memlekete vardım ki, kıştan başka mevsim yok. Şükürler olsun bana bu kadar değer verdiğin için!Bir zamanlar sorarlardı, "Nereye gitmek istersin?"Derdim,yalnız olabileceğim bir yere.Öyle bir memlekete gittim ki konuşabildi-ğim duvarlarla çevriliydi her yanım. Şükürler olsun beni dinlediğin için! Bir zamanlar derlerdi ki, "Ne yapmak istersin?" Derdim, almak isteyeceğim birşeyleri, ama bulamayacağım hiçbir yerde. Öyle bir memlekete savurdu ki yel beni, satın alabileceğim hiçbir şey yok. Şükürler olsun, beni bu kadar önemsediğin için! Bir zamanlar derlerdi ki, "Gitsen buralardan, özler misin anneni, taşını toprağını yurdunu?" Derdim, yok böyle bir şey, ne diye özliyeyim! Öyle bir memlekete uçurdular ki beni, özlemek değil, yanmak, kavrulmak nedir anladım. Şükürler olsun beni böylesine sınadığın için! Şimdi... Kelam önce yüreğimde doğuyor. Ölçüp biçiyorum bir bir. Yüreğim aklıma sesleniyor derinlerden. Sana yürekten sözler gönderiyorum, kabul mü? Aklım diyor, gönder, bir de ben bakayım şu sözlere. Kelam varıyor aklımın bir köşesine. Bekliyor... Bekliyor... Belki oradan dilime varıyor, belki varamıyor. Her şey dokuzuncu boğuma takılıyor epey bir zamandır. Moğollar gibi...Ser verir sır vermez tavrı,havadan sudan konuşu-yorlar çoğu zaman. "Huur" alıp ellerine, bir atın ağıdını yakıyorlar. Çalıyorlar "huur"u. Müzik eşliğinde dans ediyor genç kızlar. Acılarını tazeliyor gibi ağlıyor yaşlılar. Kaybettiklerine belki. Yaşayamadıklarına belki. Bilmediklerine belki. Kendilerine belki. Kim bilir, benim bir yabancı oluşuma belki. Tibetçe dua Turuncu elbiseli, saçsız "lam"lar ağır ağır geziniyorlar sokaklarda. "Sum" onların ibadet mekanı. Mumlar yakılıyor. Dualar okunuyor Moğollar'ın da bilmediği bir dilde. Soruyorum nece bu dualar. Diyorlar Tibetçe. Tütsüleri sallıyorlar bir ileri, bir geri, bir ileri, bir geri. Mırıldanmaya devam ediyorlar. Budistler'in inançlarıyla Moğollar'ın inançları birbirine çarpıyor. Bir Budist et yememeli diyorum. Siz yiyorsunuz. Susuyorlar. Bir Budist alkol içmemeli diyorum. Siz içiyorsunuz. Susuyorlar. Sorularım havada kalıyor. Birileri onlara dinlerini unutturmuş. Birileri ahlakın adını unutturmuş. Birileri çalışma azmini unutturmuş. Birileri inanmayı unutturmuş. Kim bu birileri? Nedir alıp veremedikleri? Gördüm ki sosyalizm onları da vurmuş Kültigin ve Orhun Abideleri Başkent Ulanbatur'a çok yakın olan Kültigin Abideleri'ni ziyarete gidiyoruz günlerden birgün. Tarih kitaplarından ezbere bildiğim Orhun Abideleri'nin bir parçasını göreceğim. Diğer bir parçası da Tonyukuk Abideleri bir başka yerde uzanıyor göğe.İnanılmaz bir heyecan var içimde. Fotoğraflayacaktım. Onlara dokunacaktım. Gözlerim görecekti, velhasılı bütün dünyanın bildiği o taşları. Kendimi tarih kitabında hissettim bir an. Hani bu da bir masaldı ya da bir paragraftı okunması için yazılmış. Öyle geliyordu bana. Hayal aleminde dolanır gibiydim. Moğollar'ın alelade taş olarak gördükleri bu anıtları biz ziyarete gidiyorduk ve onlar bunu anlayamıyorlardı. Dev bir Lenin heykeli karşısında nasıl saygıyla eğildiklerini unutup, bizim, bu taşlarda nasıl bir anlam bulduğumuza gülüyorlardı. Biz de onlarla gülüyorduk, belki başka başka şeylere, ama gülüyorduk sonuçta. Vardık Kültigin Abideleri'ne. Dimdik duruyorlardı asırlardır. Yıkık döküktüler. Bakımsızdılar, ama yıkılmamışlardı. Bulabildiğim bütün taşları aldım neredeyse, doldurdum çantama. Ve taşıdım ta Türkiye'ye, anılarımla beraber. Bir düzlükte, üç beş anıttan ibaretti Kültigin. Dikkatimi çeken bir şey oldu orada. Abidelerin hizasında, düzlük boyunca tepelere kadar, yüzlerce küçüklü büyüklü taşlar sıralanmıştı. Neydi bunlar? Neden buradaydılar? Kim koymuştu onları? Sordum. Çok eski zamanlarda yedi farklı ırk yaşarmış Moğol topraklarında. Bunlardan biri de Türkler imiş. Sürekli savaşırlarmış. Türkler'in savaş meydanlarında bir geleneği varmış o zamanlar Her Türk,öldürdüğü her kişi için başına bir taş dikermiş savaş meydanına.Öğrendim ki Moğolistan'ın pek çok yerinde böyle sıralı taşlar var. Fakat garip birşey dikkatimi çekmişti.Bu taşları nereden bulup getirmişlerdi. İnsan şöyle bir çevresine baktı mı, taş adına hiçbir şey göremiyordu. Etkileyiciydi bütün bunlar. Yeryüzünde bir taşın bile öyküsü olduğunu bilmek ne de az şey bildiğimi yeniden hatırlatmıştı bana işte. Jim Crace'nin Taşların Dili adındaki kitabını hatırladım bir de. Kim bilir daha neler hatırımdan geçti gitti. Ve ben geçtim gittim, o topraklar üzerinden, adım adım. Kartallar akbabalar süzülürdü hep gökyüzünde. Pazarlarda Gobi Çölü'nden getirdikleri dinazor yumurtalarını satardı insanlar. Kışın atların burun deliklerinden aşağı buz parçaları sarkardı. Çöl rüzgarı bir esti mi savurur, önüne katar götürürdü Dev köpekler dolanırdı sokaklarda, bir bir vururlardı alınlarından.Dinazor iskeletleri sergilenirdi tarih müzesinde.Para birimi "Tugruk"tu. Yabancılar yürüyen dolardı onlara göre. Merdiven boşluklarında insanlar uyuyakalırdı.Teknoloji henüz elini uzatamamıştı o diyarlara. Apartmanlar bir fabrikadan çıkma seri imalat gibiydi.Ölüm sessizce gelir, ruh bir başka bedende vücut bulurdu. Yaz gelip buzlar eridiğinde, cesetler ortaya çıkardı. Dış kapılar içeriye değil, dışarıya açılırdı. Halıları evlerin duvarlarına asarlardı. Vesaire vesaire.. Anadolu Gençlik dergisi - Kasım 2001 |