Makedonya Günlüğü
Erkan ŞİMŞEK - esimsek1@anadolu.edu.tr - 13 Mart 2003

Makedonya     BİR BAKIŞTA

İSosyalist dönemden kalma bir kocaman ama gerçekten kocaman hotele yerleştik. O kadar büyük ki 20 yıllık personel hâlâ hotelin bilmediği yerleri olduğunu söyledi. Bir örnek vereyim: Sıcak su musluğunu açıyorsunuz, sıcak su 5 (yazıyla beş) dakika sonra gelıyor. Burada tam bir Slav Estetiği!!! var.
1950 ve 1960'lı yıllarda ailem Makedonya'nın Tito Veles (Köprülü) kazasının Gorno Vranofca köyünden göç etmiş ve Türkiye'ye yerleşmişlerdi. Bu yıllar ailemin Türkçe öğrenmek ve ekmek derdine düştüğü yıllardı. Şimdi Türkiye'de, büyük çoğunluğu Karşıyaka İzmir'de yaşayan büyük bir topluluğuz. İstanbul'da, Bursa'da ve başka şehirlerde Makedonya'dan göç etmiş binlerce aileye daha rastlamak mümkün. Kültürümüz, düğünlerimiz, dilimiz ve alışkanlıklarımızla hâlâ sanki oralarda yaşıyoruz...
Bütün bunlardan etkilenip de Makedonya'yı görmek isteyen yüzlerce gençten biri olarak oraları bu sene -2002 yılında- ikinci kez gezmek istedim memleketimi. Memleketim diyorum zira hâlâ şarkılarıyla eğlenip, kargaşasıyla üzülüyorum. Hatta futbol liginde tuttuğum bir takım bile var. Dedelerimin Osmanlıca yazılmış mezar taşları ise ayrı bir bağlılık vesilesi... Soy-sopçuluğu, folkloru aşan çokça duygusal bir bağ bu. İşte böyle güçlü bağlantı noktalarıyla başlayan bu küçük seyahat ister istemez bir günlüğe dönüştü. Sınırlı ve bir o kadar subjektif gözlemlere dayanan bu günlük haylaz bir öğrencinin gezi notları olarak da okunabilir ama yine de hepsi gerçektir. Bilgisayarda temize çekilirken de o güzelim Makedonya türküleri MP3 formatında da olsa bu satırların yazarına eşlik etmiştir.

Sevdiğim, hatta hayran kaldığım bir ülkeyi bu ikinci ziyaretim ilkinden daha kısa fakat daha yoğun oldu. Dillerini, paralarını anlıyor olmam ve gazetelerini, yol tabelalarını takip edebilmem büyük avantajdı. Bir de tip itibariyle sarışın, mavi gözlü olmak da işimi kolaylaştırdı doğrusu... İşte partizanların, yüksek dağların, etnik mozaiğin, üzüm bağlarının ve gülen insanların ülkesine doğru yola çıkıyorum.

İlk olayı tabii ki Yunan Konsolosluğunda yaşadım. Adamların yaptığı sistematik işkenceden sonra militarist duygularım kabardı!! Konsolos memurlarının ve gümrük muhafızlarının dillere destan bir performansı var. Daha içeri girer girmez size "suçüstü yakaladık" dercesine bakıyorlar ve bakışlarında "çıkar o üstündeki 3,5 kilo saf eroini ve bizi uğraştırma" edası var... Onlara göre, silah taşıyan ya da üstün Yunan ırkının manevî şahsiyetini zedeleyecekmiş gibi bir haliniz var. Acaip sakınıyorlar memleketlerini. İnanın bizimkiler bile en azından sınırlarda daha çok insan muamelesi yapıyorlar... Antipropagandanın da politikanın da yeri değil fakat Balkanlara gidip de bu ikisiyle karşılaşmamak daha uzun yıllar mümkün görünmüyor. Acı gerçeklerin ilki bu olsa gerek.

Kazasız belasız Yunanistan topraklarına girdiğimizde farklı bir dünya hayal etmiştim ancak otoyolun güzelliği hariç her şey tam da bizim Türkiye gibiydi. Fazla takip edemedim ama Yunanlılar tuhaf insanlar. Kulaga hoş gelen o kadim dilleri dışında bize cok benziyorlar. Bir kere AB üyesi olmaları birşeyi değiştirmemiş zira polisi alaturka, yolların büyük kısmı alaturka, benzinlikleri alaturka, gümrük muameleleri alaturka hatta tuvaletleri bile alaturka. Tuvalet ihtiyacı açısında zor durumda kaldığımız anlar oldu. İngilizce bilen birini bulmak mümkün değil. Bizim Sultanahmet meydanında İngilizce konuşan 0-12 yaş çocuklardan orada bir tane bile yoktu orada.

Üstelik sınırda fotoğraf cekmek, kamera kullanmak, bir de ıslık calmak yasak (tecrubeyle sabit). Millî güvenlik gerekceleri burada da kapı gibi işliyor. "Yassah kardesim" menkıbesi burada da mevcut maalesef... Yassahlar ulkesi olması da benzerliklerimizden birisi olarak algılanabilir. Bu küçük Helenistik tecrübeden sonra bizi sisli dağlarıyla karşılayan Büyük İskender'in ülkesine girdik.

Tabii bu arada Yunanistan Büyük İskender'in aslında Yunan olduğunu iddia etmekte ve Makedonlarca sürekli vurgulanmasına karşı çıkmaktadır. Ayrıca diplomatik olarak da henüz tanımamıştır ve geçtiğimiz senelerde bir tuhaflık yaparak Makedonya'nın bayrağındaki Vergina yıldızını sahiplenerek tehdit yoluyla bayrağı değiştirtmiştir. Aynısını Sırplar da Bosnalılara yapmaya çalıştılar. İlginç bir kıta olduğu için de Avrupa bu tiyatroyu ön sıradan izlemekle yetindi.

Böyle bir başlangıçla nihayet Makedonya'ya girdik. Adına Radoviş derler bir şehre gittik ilk olarak. Sosyalist dönemden kalma bir kocaman ama gerçekten kocaman hotele yerleştik. O kadar büyük ki 20 yıllık personel hâlâ hotelin bilmediği yerleri olduğunu söyledi. Bir örnek vereyim: Sıcak su musluğunu açıyorsunuz, sıcak su 5 (yazıyla beş) dakika sonra gelıyor. Burada tam bir Slav Estetiği!!! var. Tipler ise tabii ki "Homo Sovieticus". Zira eğitimin şekillendirme mekanizması burada çok iyi çalışıyor. Mesela 80 doğumlu gençlerin tamamı aynı zamanda Sırpça'yı çok iyi konuşuyor. Eski Yugoslavya dönemine ve Sırplara karşı ayrı bir hayranlıkları var. Pop müzik olarak genelde gençler Belgrad ve Zagreb kaynaklı şarkıları dinliyorlar. Spor karşılaşmalarında onları tutuyorlar.

Hotelde vakit geçirmeye devam ettikten sonra yemek vakti geldi. Akşam yemeğinde tatlı olarak Eti Popkek verdiler. Süt ve tatlının ülkesinde bu bir skandaldı. Hotelcilik hakkındaki Makedon işletmecilik tasavvuru buraya kadarmış. Varlık içinde yoluk çekmek buna denir. Çarşısında Türkçe bilen ve Galatasaray hakkında uzman bir Makedon esnafıyla sohbet ettim başkente geçmeden önce. Türkiye hakkında bildiği üç şeyi saydı ayaküstü: Hakan Şükür, Hagi ve Galatasaray...

Ardından başkent Üsküp'e gittik. Kendi dillerinde Skopje dedikleri harika bir şehir burası. Türklerin ve Arnavutların büyük kısmı bu şehirde yaşıyor. Bit pazarı dedikleri büyük pazarda ve eski çarşıda esnaflıkla meşguller. Eski Üsküp denilen Vardar Nehri'nin güney yakasında yer alıyorlar. Nehrin karşı tarafı ise modern çarşı denilen ve Makedonların daha çok tercih ettiği bir yerleşim tarafı ve ekseriyet bu tarafta yaşıyor. Müslümanların yoğun olduğu tarafta lokantalar ve kebapçılar İslamî usûlleri gözetiyorlar ve harika kebap yapıyorlar. Güveçte kuru fasulye ise mükemmel ve sadece bunun için bile tekrar gelinebilir.

Bu küçük yemek turundan sonra hemen oranın en büyük üniversitesine gittim. Kampüs zaten yok da okul resmen bizim tıp fakülteleri gibi bir binadan oluşuyor ve her katta bir fakülte her koridorda bir bölüm şeklinde düşünülmüş. Sanki Sovyet uzay istasyonundan bozma bir yer gibi duruyor. Üstelik bizim SSK hastaneleri bile okuldan daha temiz. Hemen Türk dili edebiyatı bölümünü buldum ve oradaki Türk hocalarla sohbete daldım. Hatta varsa master imkanlarını sordum. Çok ilginç bir uygulamayla karşılaştım. Bölümün ismi Türkçe olsa da dersler Makedonca ve master tezleri Makedonca hazırlanıp, savunulmak zorundaymış. Düşünsenize bizim her hangi bir üniversitede İngiliz dili edebiyatı bölümü Türkçe okutuluyor ve tezler Türkçe savunuluyor...bu bayağı saçma bir uygulama. Umarım düzeltilir.

Bu can sıkıcı konulardan hemen sıyrılıp burada biraz Türklerle takılıp Vardar nehrinin kıyısında Yahya Kemal misali romantik bir tur attım. İnsan burada kesin aşık olur. Nehir ve üzerinde kurulu olan ünlü Taşköprü -kamen most- harika ve bir o kadar tarihî bir ikili oluşturuyorlar. Şehir halkının en büyük geçiş kolaylığını bu köprü sağlıyor. Ben bu şekilde dolaşırken bir yandan da Yahya Kemal'in doğduğu evi sormaya başladım karşılaştığım Türklere. Beşir Ayvazoğlu ustanın ünlü şairimizin hayatını anlattığı "Bozgunda Fetih Rüyası" adlı biyografik romanı yeni okumuştum ve şaire , yaşadığı döneme ve o günün düşünce iklimine ilgim artmıştı.

Derhal o yerleri görmeliydim. Ancak maalesef doğduğu evin yerinde şimdi Üsküp şehir tiyatrosu vardı. Buna karşın hâlâ yaşayan akrabaları olduğunu duymak sevindiriciydi. Hafif bir yağmurun eşliğinde bu kısacık bir ziyaretin sonuna gelmiştik ve tekrar dönmek üzere bu güzel şehirden ayrıldık. Ben ne kadar da tek başıma gezsem bir grupla gelmiştim ve şehirlerarası transferler bu grup eşliğinde gerçekleşiyordu. Grubun büyük kısmı Makedonya doğumlu olup her biri hasret giderme derdiyle bu ülkeyi ziyaret etmekteydi. Kimisi ilk defa kimisi belki onuncu defa Makedonya'yı görmüştü.

Bir sonraki durağımız ise yakın zamandaki bilinen iç savaşın yaşandığı meşhur Tetovo -Kalkandelen- şehri oldu... ve inanın silah sesi denen o iğrenç gürültüyü duydum... Her neyse, "Burası Tetovo buradan çıkış yok" sloganının sessizce her yerde hissedildiği bir kuzey Makedonya şehri burası ve meşhur Şar dağlarında hala silah sesleri mevcut. Dağların arkası zaten Arnavutluk ve silah sesleri "biz buradayız hâlâ" demek isteyen Şiptar milislerinden geliyor. Bu arada, televizyonda gördüğümüz o meşhur görüntüdeki, elinde tuttuğu cep telefonu "bomba" sanıldığı vurulan Arnavut yurttaşın oğlu dağlardaymış ve babasını vuran Makedon askerini tespit edip öldürmüş. Tevatür olabilir ama bir Türk çocuğu bana olayı sesini kısarak anlattı; korkuyordu.

Burada tıpkı bizim Eskişehir'in kafeleri gibi on beş yirmi cafe var. Geceleri çok canlı bir ortamda yapılan müzik ve dans sanki birşey yokmuş hissi veriyor ama adım başı Makedonya polisi ve askeri ile KFOR (yani NATO askerleri [Kosovo Forces]) yakalarındaki Fransız bayrağı ile asayişi!!! temin ediyor. Eller tetikte gezen devriyeler bana bilhassa 90'lı yılların güneydoğu manzaralarını ve yaşama tutunmaya çalışan insanları hatırlattı. Tam bir tedirginlik şehre hakim maalesef.

Tabii bir de benim bu hengâmede kişisel tecrübelerim de oldu. Turistik rehber kitaplarının beylik kısımları vardır, şunları bunları yapmayın diye: Mesela Japonya'da bağırmayın, Çin'de insanları öpmeyin, İran'da başınız açık dolaşmayın gibi öneriler. Ben de size iki öneride bulunacağım ve ikisi de hayatî öneme haizdir. Birincisi Arnavut kızlarına yan bakmayın. Bu feci bir durum; ağabeyleri ve şehrin namus bekçileri yeterince Makedoncanız yoksa hayati bir organınızı geriye dönülmez bir şekilde zedeleyebilir ve ikincisi daha korkunç; Arnavut berber çıraklarına sakal traşı yaptırmayın. Onun yerine bir Wes Craven filmine gidin bari sanal gerilim yaşayın... Bunlar işin latife tarafı elbette ancak haklılık payı yok değil. Ama Tetovo denince hatırlanacak güzel şeylere engel değiller.

Burada meşhur bir Bektaşi tekkesi bulunuyor ve içinde Hz. Ali'nin meşhur temsilî resimleri var. Görseniz kendinizi hemen bir Anadolu kasabasında hissedebilirsiniz. Tekkenin ismi Harabatî Baba Tekkesi olarak geçiyor ancak bazıları tarafından da "serseri baba tekkesi" olarak ifade ediliyor. Zira buraya bir dönem ziyarete gelen bir paşa, uhrevi havayı teneffüs edince bütün apoletlerini , rütbelerini söküp burada hizmetçiliğe başlamış bu hareketiyle serseri olarak anılmaya başlanmış. Tekkenin çeşitli rivayetleri var ve bunları iyisi mi oradaki bekçiden dinlemek en güzeli. Torbeşlere has şiveli bir Türkçeyle konuşan harika bir bakıcısı var tekkenin.

Tekkenin duvarında UÇK milisleri tarafından silah namlusu çıkarmak için açılmış delikler hâlâ duruyor... Yamaçlarda ise simsiyah yanık evler... Savaşın izleri belli oluyor ve Arnavutlarla Makedonlar arasında dile gelmeyen bir gerginlik tazeliğini koruyor. Türkler ise ülkenin diğer yerlerinde olduğu gibi gerginlikten uzak kalmaya çalışıyorlar ama iki taraftan da kaynaklanan sessiz baskılara maruz kalıyorlar. Bazı Türkler ise çocuklarını artık Arnavut okullarına göndermek zorunda kalmış ki bunun acısını anlatırken bile yaşıyorlar. Ama içeri girip de "iki çay biri açık olsun" diyebileceğiniz ve duvarlarında Sibel Can'ın, İbrahim Tatlıses'in ve Galatasarayın posterlerini görebileceğiniz küçük Türk kahveleri de mevcut ve direniyorlar.

Artık burayı terk etmenin vakti geldi. Biz de öyle yaptık ve II. Meşrutiyetin ilan bildirisinin Enver Paşa tarafından okunduğu tarihî Veles (Köprülü) şehrine doğru yola çıktık. Burası eski adıyla Tito Veles yeni adıyla sadece Veles olarak anılan ve haritaya baktığınızda Makedonya'nın tam ortasına düşen küçük bir şehir. Tito ismini maalesef çıkarmışlar. Halbuki sosyalist bir devrim sonrasında bu ülkeyi kalkındırmış ve zenginlik içinde yaşatmış özgürlükçü bir adamdı, her şey serbestti. Hatta tarikatlar ve tekkeler bile açıktı. Dinî kıyafetler gündelik hayatta serbestçe giyilebiliyordu.

Buranın nüfusu 60 bin civarında ve öylesine kendi halinde gariban bir şehir Veles. Bizim köy (Gorno Vranofca) burada bulunuyor ve evimiz şimdi müze olarak iyi bir şekilde korunuyor. Çünkü partizanlar Alman işbirlikçisi faşistlerle ve kralcılarla yapıp kazandıkları savaşın karargahını bizim eve kurmuşlar ve devrimin Makedonya ayağını buradan idare etmişler. Bugün hâlâ varolan "Nova Makedonija" gazetesinin ilk sayısını burada basmışlar. Yani bu köy aynı zamanda yakın tarih açısından bir açık hava müzesi niteliği taşıyor. Şimdi ise Kosova'dan kaçan Arnavutlar yerleşmiş ve sefalet içinde yaşamaya çalışıyorlar. Miloşeviç ismini duyduklarında ise tüyleri diken diken oluyor, açık bir nefret yüzlerinden okunuyor. Dağları sürekli sisli, devamlı yağmur yağan, çamurlu, atların ve ineklerin, türbelerin ve mezarların bol olduğu film seti gibi bir yer burası. Ürpertici olduğu kadar çekici, medeniyetten uzak ve kesinlikle görülesi bir yer...

Bizim evin kapısında "Makedonya Komünist Partisi Merkez Komitesi Hatıra Müzesi" mealinde bir tabela var. İçinde ise eski Yugoslav bayrakları ve "dünyanın bütün işçileri birleşin" yazılı flamalar mevcut, ziyaretçileri bekliyor. Mavzerler, manyetolu telefonlar ve II. Dünya Savaşı filmlerinin unutulmaz aksesuarı olan büyük masalara açılmış geniş haritalar da aynı kaderi paylaşıyor şimdi. Her biri birer 'dekor'a dönüşmenin, tarih olmanın örtülü hüznünü yaşıyor.

Aslında yüzlerce sayfaya sığmayacak bir serüveni var bu ülkenin. Nice seyahatlere çıkmak suretiyle bu ülkenin romanını yazmak isterdim. Bu da benim fantastik bir hayalim olsun. Şimdi biraz da bitirirken Makedonyanın hal-i pür melâlinden bahsedeyim kısaca. Sosyalist dönemin bütün argümanlarından sıyrılmak isteyen ama bunu başaramayan bir ülke burası. Hâlâ herşey devlet tarafından üretiliyor. Özelleştirme çabaları sonsuz ama pek başarılı değil. Ancak ilginç nokta şu, problemli olmalarına rağmen Yunanistanlı müteşebbisler her iş koluna girmeye çalışıyor. Başta GSM sektörü olmak üzere. Ülkeyi saran cep telefonu çılgınlığını ise bir yerlerden hatırlıyorum. Herkeste hep son model telefonlar var. "Makedonya çıldırmamak için cep telefonuyla konuşuyor" diyebiliriz.

Türkiye'ye bir diyar-ı bereket! olarak bakıyorlar. Ben oradayken her yerde grev vardı. Ders yok, iş yok, öğretmenler çalışmıyor. Yollarda seyyar döviz bürolorı var. Hemen para bozdurabiliyor ve kaçak sigaralardan satın alabiliyorsunuz. Tabii ticarî hayat söz konusu olduğunda Arnavut olmak burada büyük avantaj. Fettullah Hocanın her yerde bulunan okullarından burada da var. İsmi Yahya Kemal Türk Koleji. Orta sınıf ve üstü Makedonlar çocuklarını bu okula seve seve gönderiyorlar. Burada Türkiye kaynaklı gazete olarak sadece Zaman gazetesi var ve Kiril alfabesiyle hem de Türkçe çıkıyor. Ayrıca Makedonya'daki Türklere ait Vardar ve Birlik gazeteleri de mevcut. Devlet televizyonunda ise Türkçe yayın dairesi var ve burada çalışan Türkler günün belirli saatlerinde yayınlanan Türkçe programları hazırlıyorlar. Aynı uygulama Arnavutlar için de geçerli.

Otellerine gelince, söylenecek tek şey var. O da bütün otellerin, sosyalist dönemden kaldığı için hep aynı planla yapılmış, büyük, geniş sağlam ve tektip olmasıdır. Birini ezberlediniz mi diğerlerinde kaybolmuyorsunuz ama her biri kaybolunacak kadar karmaşık. Kapılar 5 santim, küvetler aynı, yataklar 250 kilo ve musluklar birbirinin kopyası olarak bütün otellerde karşınıza çıkmaktadırlar. Bütün şehirlerde aynı olan oteller aynı dervlet firması tarafından yapılmış. Estetik değil statikler. Belgradlı bürokratlar tatil yapsın diye mecburen yapılmış. Yemekleri anlatmıyorum. Tamam etleri lezzetli ama çeşit yok ordöv yok salata yok... Sadece 1.kalite içkileri varmış; içenler hem şaraplarından hm de ev imalatı rakılarından memnun kalıyorlar. Benim uzmanlık alanıma girmedikleri için bu konuda bayağı cahilim.

Ohrid haricinde güzel hotel yok. Ohrid ise tam bir Akdeniz şehri gibi. Makedonya'nın Antalya'sı diyebileceğimiz tarih ve doğal güzellikleri ve ismini aldığı gölüyle meşhur küçük bir şehir. Onu anlatmak ise ayrı bir yazının konusu olabilir ancak. Mimarisini Safranbolu'ya benzetenler de var. Üsküp'te ise haliyle hoteller mükemmel ve pahalı. Ülkenin nüfusu 2 milyon civarında ve üçte biri Üsküp'te yaşadığı için burada ev fiyatları ortalama metrekaresi 500 euro. Yani 100 metrekare ev elli bin euro... Yaşaması zor bir şehir ve üniversiteleri berbat. Tıp fakültesini bitiren doktorlara yurtdışında doktorluk izni verilmiyor. Buranın bir de Bitola şehri ( Manastır) var. Mustafa Kemal askerî idadiyi burada okumuş ve şimdi o bina bir müze. İçinde Atatürk anı odası var. Tabii ben de ziyaret ettim. Üstelik içerdeki balmumundan Atatürk heykelini Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen yapmış. Çok hoşuma gitti.

Gezimizi bu şekilde tamamladıktan ve Makedon polisini bir takım paralarla ihya ettikten sonra Yunanistan üzerinden ülkeye geri döndük. Yunanistan'dan geçerken otobüsteki bütün Makedonca yazılı kitap, dergi, gazete, ağrı kesici ve çukolata ambalajını yok ettik. Zira Yunan polisi Yunan sınırları dahilinde "Makedon propagandası"!! yapabileceğimizi iddia edebiliyor. Neyse dönüşte problem yaşamadık. Türkiye'ye geldiğimizi ise gümrükte uyuyan ve bir türlü uyanmayan memurdan anladık. Onu uyandırdık ama bu sefer önümüzdeki TIR'ın şöföru uyuduğu için çıkamadık. 42 plakalı bir TIR'dı ve bizi Türkiyeye geldiğimize ikna etti. Artık yurdumuzdaydık...
 
mico_tasarım