Muhammed İKBAL (1873-1938) |
Hayatı ve çalışmaları İng. urduca ve farsça Şiirleri 1873 de Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Seyalkat kentinde doğan Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne babanın oğludur. Babası Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya işleriyle meşgul olurdu. Geçimini ise çalışarak elde ederdi. İkbal'ın annesi de tıpkı babası gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüşvet almakla ün yapmış birinin yanında çalışırken, acaba bunda da rüşvet var mı düşüncesiyle çok defa beyinin kazancından yemekten sakınırdı. Ancak daha sonra beyinin kazancının rüşvetle ilgisi olmadığına kanaat getirerek ondan yerdi. Muhammed İkbal'ın devamlı Kur'an-ı Kerim okumakta olduğunu gören babası, bir gün ona Kur'an-ı Kerim'i anlamak istiyorsan, 'sana indiriliyormuş gibi oku' dedi. İkbal çocukluğundaki ilk eğitimini evinde ba- basından aldı. Daha sonra Kur'an-ı Kerim'i oku- mak için medreseye gitti ve büyük bir kısmını ezberledi. Bu merhaleden sonra babasının arkada- şı Mir Hüseyin'in görev yaptığı bir okula gitti. Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocası olarak İk- bal'e İslâmi edebiyatını sevdirdi. Burayı bitirdikten sonra Pencap eyaletinin başkenti Lahor'a giden Muhammed İkbal, orada hükümete ait bir okula girdi. Zaten Lahor bir çok lisenin bulunduğu bir şe- hirdi. Burada felsefe ve İngilizceden öğretmenlik diploması alan İkbal, Lahor'da doğu dilleri fakül- tesine hoca olarak tayin edildi. İşte Muhammed İkbal bu devrede şiir yazmaya başlayarak yavaş yavaş ismini duyurdu. 1905 de Londra'daki Chambrich üniversitesine girmek için İngiltere'ye giden İkbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap dili ve edebiyâtı fakültesinde hocalık yaparken bir taraftan da çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferansları onun Londra'da çok tanınmasına sebep olmuştu. Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal savcılık diplomasını aldık- tan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversite- sinde felsefe dalında doktora yaptı. 1908 de Hin- distan'a döndüğünde, onun yazı ve şiirlerine hay- ranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. İkbal Hindistan'daki çalışma hayatına avukat olarak başlarken onun bu görevdeki çalışması, doğruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu. Haklılığına inanmadığı ve hakkını alamayacağı kişinin davasına bakmazdı. Daha sonra Lahor'da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyatı bölümünde hocalığa devam eden İkbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrıl- dı. Hocalık görevinden istifa edişinin sebebi ken- disine sorulduğunda cevaben: "İngilizlere hizmet etmek zordur. Ben istediğimi insanlara anlatamı- yordum. Şimdi ise hürüm, dilediğimi söyler ve di- lediğimi yaparım" diyordu. Hükümetteki bu resmi görevinden istifa et- mesine rağmen hiç bir zaman eğitim ve öğretim işlerinden geri kalmamıştı. Devamlı olarak La- hor'daki İslâm akademisiyle irtibat halinde olan İkbal orada dersler verirken, çeşitli üniversiteler- de de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan eğitim ko- misyonuna da iştirak etmişti. Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de ka- tılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti. Onun bu konudaki düşüncesi ise: "Siyaset; çalış- mak, izzet ve şerefe davet etmektir." şeklinde idi. Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan'daki müslümanların hareketle- nerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında büyük tesiri olmuştu. 1926 da Pencap eyaletin- den Hukuk Komisyonuna seçilen İkbal aynı za- manda "Rabitatül İslâmiye" adlı merkezi Suudi Arabistan'da olan bir cemiyette de çalışmalar yapmıştı. 1930 da Pakistan devletinin kuruluşu konu- sunda kendisine has görüşüyle insanların hu- zuruna çıkan İkbal Hindistan'ın bölünmesinin din, ırk ve dil esasına göre taksimini öngörüyor- du. O zaman bu görüşünü daha sonra Pakistan devlet başkanı olacak olan Muhammed Ali Cin- nah'a anlatırken, şiir ve konuşmalarında bu dü- şüncesine oldukça fazla yer vermişti. Daha sonra 1932 de Londra'da anayasa hazır- lamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşala- ra sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır. Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileş- meyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşıla- yarak 1938 de Allah'ın rahmetine kavuşur. İşte bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu şiirini yaz- mıştı: "Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak Müminin alametlerindendir ' Muhammed İkbal ehli takva bir evde doğup büyüdüğü ve babasının arkadaşı olan Mir Hüse- yin'in tesirinde çok kaldığı için takvaca ve şahsi- yetinin olgunlaşması konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebe- lerine özellikle akide, İslâmi şahsiyetin oluşturul- ması ve İslâm edebiyatı konularında çok tesir ediyor ve onları üstün birer şahsiyet olarak yetiş- tiriyordu. İkbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaşlarındayken şiir yazmaya başlamıştı. Bu şiirler daha sonraları çeşitli dilere tercüme edilmişti. İkbal'ın şiir ve edebiyat bakımından büyük bir kabiliyete sahip olması onun kültürel açıdan üstün bir eğitim aldığının ve İslâmi ba- kımdan olgunluğunun bir göstergesidir. Henüz 33 yaşlarında iken felsefe, iktisat, hu- kuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil gör- müş ve üstün derecelerle diplomalar almıştı. Bu konularda yazdığı eserlerden bazıları çeşitli dille- re çevrilerek bu üstün şahsiyetin fıkirlerinden başkalarının da istifadesi sağlanmıştı. İkbal belki bir vaiz ve filozof değildi ama her şeyden önce Allah'a samimi olarak iman etmiş ce- saretli, kendine güvenen ve düşüncelerinde belir- li özellikleri olan bir kişiydi. O şiirlerinde hayatın gerçeklerine bakar, fıtratındaki şiire olan yatkın- lığıyla bu konuları en tesirli bir şekilde izah eder- di. İşte İkbal bu vasıflarıyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çıkmaktadır. İKBAL'İN ISLAH YOLUNDAKİ ÇALIŞMALARI Muhammed İkbâl hayata bakış felsefesini ve görüşlerini şiirlerinde işlemiştir. Onun ıslah yo- lundaki belli başlı düşünceleri şunlardır: 1- Muhammed İkbal İslâma ve müslümanlara hayranlıkla dolu bir müslümandı. Ona göre müs- lümanın toprağında sınır olamazdı. Çünkü bütün müslümanların vatanı birdir. İkbal'ın bu konuda yazmış olduğu bir çok kahramanlık destanları vardır. O doğusuyla ve batısıyla bütün müslü- manları kuşatmıştır. Ona göre insanlığın saadetini gerçekleştirecek . tek hükümet İslâmdır. Şiirlerinde sürekli olarak İslâmiyetin devlet olarak yaşandığı ve beşeriyete gönderildiği devirleri işlerdi. İkbal İslâm ümmetinin hiç bir zaman yok ol- mayacağını çünkü İslâm ümmetinin ebediyyen kalıcı değer üzerine bina edildiğini söylüyordu. Diğer taraftan da üzülerek İslâm ümmetinin acı hallerini dile getiriyordu. Bir şiirinde bu konuyu şöyle gündeme getirmiştir: Hak olan ezan devamlı aralarında olan İslâm ümmeti ebedi kalacaktır. La ilahe illallah'ın aşkından kalbler tutuşmaktadır." Eğer geçmişinde İslâm medeniyetini yaşamış herhangi bir yere gitse oranın maziye karışmış halini hatırlar ve üzülürdü. 1908'de Avrupa'dan Hindistan'a dönerken Sekille Adasına uğramış eskiden oranın İslâm medeniyetine beşik olduğu- nu hatırlayarak kendi kendine: Göz yaşıyla değil kan akıtarak ağla. İşte burası İslâm medeniyetinin gömüldüğü yerdir. diyerek ağlamıştır. 1932 de Londra'daki kong- reden dönerken İspanya'ya uğramış, orada Kur- tuba Mescidini ziyaret ederek mü'min bir şair olarak İslâm medeniyetinin bir harikası olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma- mış ve içinde namaz kılınmamış bu camide iki re- kat namaz kılmıştı. İkbal müslümanların geleceği konusunda ol- dukça iyi düşünceler ve ümitler besleyen birisiy- di. Bir gün Kurtuba'da "Büyük Vadi" isimli neh- rin kenarında durmuş şöyle diyordu: Ey şanlı nehir şu anda senin kenarında duran kişi çok güzel bir hayal içindedir. Bu adam geleceğin aynasında yeni bir dönem görmektedir. Bu dönemin müjdeleri gözükmeye başladı. Fakat henüz insanların gözünden saklı durumdadır. · Eğer Avrupa bu dönemi şu anda farketse aklını kaybedip deliye dönerdi. Muhammed İkbal'ın Avrupa'da eğitim görüp onların arasında uzun bir müddet kalmasına rağ- men hiç bir zaman onların kültürlerine aldanma- mıştı. O Avrupa medeniyetinin insanları kardeş yapacağına, insanlığa saadet getireceğine inan- mıyordu. Çünkü Avrupa'nın medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun eğdirmişti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun olduğu için şaşkınlıklar içinde acıyla kıvranmak- taydı. Bu medeniyet ıslah etme ve merhamet et- me özelliğine sahip değildi. İşte bundan dolayı devamlı olarak müslümanlara özellikle de gençle- re bu medeniyetin gösterişine kanarak onun tu- zağına düşmekten sakınmalarını söylerdi. Ama maalesef ümmetten bazıları bu tuzağa düşerek bütün izzetlerini kaybederek zayıfladılar ve varlıklarını yitirdiler. İkbal yazı ve şiirlerinde müslümanları derinlemesine İslâmı öğrenmeye çağırırdı. Çünkü "müslümanların izzeti ve hürri- yeti, İslâmın asıl kaynağı olan Kur'an ve sünnet- tedir" diyordu. Ne zaman İslâmdan ve Resulul- lah'tan bahsetse, gurur ve iftiharla şöyle derdi: "Eğer yıldızlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yolla- rın rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insan- larla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed'e bağla- yarak, onun bereketli ayak tozuna karışarak bah- tiyar insanların gözüne sürecekleri sürme ol- dum." 2- İkbal'in görüşlerinin temelini, en çok ehem- miyet verdiği nefsi terbiye konusu oluşturmakta- dır. Çünkü insanın saadeti ve hayatın temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadır. İşte bunun için ikbal sürekli olarak kişinin kendisini bilmesi- ne ve bu yolda ardı arkası gelmeyecek olan de- vamlı bir cihada çağırıyordu. Bu cihad önce nefse karşı verilmeliydi. İkbal cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı ola- rak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir. Kişinin kendisine güvenmesi,konusunda şöyle di- yordu: "Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah'a güven ve ça- lış. Bu şerefli İslâm ümmetinin yüzünü utandır- ma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elin- den kamçısı düştü. O etrafındakilerden hiç birin- den onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı." İşte insan nefsini şehvetlerden ve çeşitli kor- kulardan alıkoyar ona hakim olursa başkaları o insana hükmedemez. İslâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kişiyi kendisini olgun- laştırmaya çağırmaktadır. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. İslâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçekleştir- mektedir. Örneğin inanç konusunda nefsi şüphelerden, korku ve şehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanın kalbine yerleştirerek devamlı olarak onu tembellikten alıkoyar onu çalışmaya ve istikbale dair hazırlıklar yapmaya teşvik eder. İşte İslâm inancı bu vasıflarıyla her türlü zorluğu yenerek aşmakta ve insanlık için gerçek hürriyeti ve eşit- liği sağlamaktadır. İkbal bu düşünceleriyle aynı zamanda Hindistan'da yaygın olan ve bazı usülle- rinde İslâma zıt hareket eden tasavvufi anlayışa da karşı olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Çünkü o zamanlar Hindistan yarımadasında hurafelerle karışık bir çok tasavvufi akım vardı ki, bunlar genel olarak "Vahdet-i Vücut" inancın- da olup, görünen varlığı inkar esasına dayanıyor- lardı. İkbal onları İslâmi olmayan tasavvufi akım diye isimlendirmişti. 3- İkbal'ın gerçekleştirmek istediği hedefler- den birisi de Dünya İslâm Devletinin kurulmasıy- dı. O her ne kadar kişinin ferdi değerini idrak et- miş ve görüşlerinin aslını nefsi terbiye oluştur- muşsa da bunu da yeterli olmadığını biliyordu. Onun için ferdi cemaat için, cemaatı da fert için- bir ayna kabul ediyordu. Eğer fert görevini yerine getirmese bu noksanlığın cemaata da sıçrayacağı- na inanıyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetişti- rirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktır. Eğer hata yapsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir şiirinde şöyle diyor: "Eğer fert bir cemaata mensup olsa tıpkı bir damla iken nehir olur. Artık onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait olur." İşte bu cemaatın elbette bir davası ve onları birarada tutan prensipleri olmalıdır. Yine bu he- deflerin gerçekleşmesi ferdin ve cemaatin saade- tinin sağlanması lazımdır. Ayrıca bu hedefler bü- tün beşeriyetin saadetini de sağlamalıdır. Ki, işte İslâm tüm insanlığın mutluluğunu gerçekleştire- cek tek din olarak ortadadır. Bunun için İkbal bütün müslümanları içine alabilecek ve insanlığın saadetini sağlayacak olan bir İslâm devletinin zaruri oiduğunu devamlı söy- liyerek İslâmi devletin gerçekleşmesi yolunda çok gayretler sarfetmiştir. O bu çalışmaları esnasında hiç bir zaman her- hangi bir ırki taassuba düşmemiştir. Müslüman- lar için muayyen bir toprağın olmayacağını esas- ta İslâmın tatbik edildiği yerin müslümanın vata- nı olduğuna inanarak şöyle derdi: "Irkçılık taassubu İslâm ümmeti arasındaki irtibatı ve İslâmi ilişkileri kesmiştir." İşte Hindistan'da yaşayan müslümanlar için müstakil bir İslâmi devletin olmasını, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanları bağrına basması gerektiğini söyleyerek, Pakistan'ın kuru- luşuna temel hazırlayanlardan birisi olmuştu. İkbal'in çalışmalarının neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yıl sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulması olmuştur. Çünkü bu devletin kurulmasıyla birlikte Hindis- tan'da bir taraftan hinduların zulmü altında ezi- len, diğer taraftan İngilizlerin sömürgesi altında olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavuşmuşlardı. Pakistan İslâmın hükümlerinin tatbik edilme- si için kurulmuştu. Elbette orada müslümanların sözü geçmeli ve huzur bulmalıydılar. Gerçi Pakis- tan kuruluşundan şimdiye kadar bir çok olumlu aşamalar geçirmiştir ama henüz arzu edilen sevi- yeye ulaşmamıştır. Pakistan'ın kuruluşu hakkında bir araştırma- cının dediği gibi, kısa sürede devlet olan ve ıslah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan'ın İslâm dev- leti olma gayretlerini küçümseyemeyiz. Allah rahmet etsin.(Amin) Fethi Yeken . |