"BERLİN METROSUNDA"
..: Muhammed ESED :..
|
Mekkeye Giden Yol, s.401-403/ İnsan Yayınları
1926 yılının Eylül günlerinden biriydi; Elsa'yla birlikte
Berlin metrosunda, birinci mevki kompartımanlardan birindeydik. Birden karşımda oturan
adama takıldı gözlerim; görünüşe bakılırsa varlıklı, başarılı bir
işadamına benziyordu; dizlerinin üzerinde pahalı cinsten güzel bir çanta, bir
parmağında kocaman bir elmas yüzük vardı. Düzgün kılığı, göz dolduran
görünüşüyle bu adamın, o günlerde Orta Avrupa'nın her yerinde göze çarpan refah
havasını çok iyi yansıttığını düşünüyordum; ekonomik hayatı altüst eden ve
halkın görünüşünde genel bir pejmürdeliğe yol açan o çetin enflasyon
yıllarından sonra geldiği için hemen göze çarpan bir refah havası... Halk şimdi
iyi giyiniyor, iyi besleniyordu ve karşımda oturan adam da bu bakımdan bir istisna
değildi. Ama adamın yüzüne bakınca, onun hiç de mutlu bir adam olmadığını
sezinledim. Yorgun görünüyordu; sadece yorgun değil, vahim denebilecek ölçüde
mutsuz. Gözleri ilerde, belirsiz bir noktaya boş bakışlarla takılıp kalmış,
dudakları adeta ıstırap içinde kasılmıştı. Fakat bu ıstırap bedeni bir ıstırap
gibi görünmüyordu şüphesiz. Sürekli adamı izleyerek kabalık etmiş olmamak için
gözlerimi yana çevirdim ve onun yanındaki şık giyimli bayana çevirdim gözlerimi.
Ağzı sert, çarpık ve eminim alışkanlık eseri, anlamsız bir tebessümle kasılıp
kalmıştı bu bayanın. Ve o zaman gözlerimi kompartımanda dolaştırıp bütün öteki
yüzlere, bu istisnasız hepsi iyi giyimli, iyi beslenmiş şehirli insanların yüzlerine
baktım birer birer. Ve hepsinde, bu yüzlerin hepsinde aynı hüznün kalemiyle
çizilmiş derin, gizli bir acı vardı; öylesine gizli ki, yüzlerin sahipleri bile
farkında değildi bunun.
Gerçekten garipti bu. Hiç bir zaman çevremde bu kadar çok
mutsuz, bu kadar çok hüzünlü yüzü bir arada görmemiştim; ya da acısını sessiz
çığlıklarla haykıran bu yüzlere daha önce hiç bu gözle bakmamıştım. Bu
müşahede öylesine sarsıcıydı ki, Elsa'ya açmadan edemedim. Ve bir portre
ressamının dikkatiyle, Elsa da çevresindeki yüzleri incelemeye koyuldu. Sonra
şaşkınlıkla dönüp "Haklısın." dedi, "Bir cehennem azabı
çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?"
Farkında olmadıklarını biliyordum, çünkü eğer farkında
olsalardı, her gün daha fazla refah, daha yeni alet edevat ve belki birbirlerinin
üzerinde daha fazla tahakküm gücü elde etmekten başka umutları, 'hayat
standartlarını' yükseltmek arzusundan başka bir amaçları ve gerçeklerle örülmüş
bir inançları olmadan, hayatlarının böylesine boş, böylesine müphem acılar
içinde sürüp gitmesine göz yumamazlardı herhalde...
Eve döndüğümüzde, masamın üzerinde açık duran Kur'an nüshasına gözüm ilişti.
Mekanik olarak, kitabı kapatıp kaldırmak için elime aldım, fakat tam kapamak
üzereydim ki, açık sayfadaki ayetlere gözüm takıldı; okumaya koyuldum:
Daha çok, daha çok (şeye sahip)
olmak hırsına tutuldunuz,
Tâ ki, kabirler (iniz) i ziyaret edinceye, (oraya ininceye) kadar.
Yo, öyle değil, ilerde bileceksiniz!.
Hayır, hiç öyle değil, ilerde bileceksiniz!
Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle,
And olsun ki, cehennemi göreceksiniz.
And olsun ki, günü gelince apaçık göreceksiniz onu:
Sonra, and olsun ki, (size verilen) nimetten sorulacaksınız.
Bir an öylece sessiz kaldım. Kitabın elimde titrediğini
görüyordum. Sonra onu Elsa'ya uzattım. "Oku," dedim "Bugün metroda
gördüğümüz tablonun bir yankısı değil mi?"
Bir yankıydı, evet, bir cevaptı: bütün şüpheleri bir
hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde, biliyordum ki,
elimde tuttuğum kitap Allah kelamıydı; insanoğluna onüç yüzyıl önce vahyedilmiş
olmasına rağmen, açıklığından, vüs'atinden hiç bir şey kaybetmeden, ancak
bugün, karmaşık, mekanize fezalarda cirit atan bir çağın ortasında tezahür eden
bir gerçeği haber veriyordu açıkça.
Bütün Çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü
tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiç bir çağda bugün olduğu
kadar, eşyaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede
bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. Daha
çok şeye sahip olmak, daha çok şey yapmak, daha çok şey başarmak... Bugün dünden
daha çok, yarın bugünden daha ilerde. İnsanların boyunlarına binmişti ifrit;
kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan
yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları; daha yanına varır varmaz çözülüp yok
olan ve aşağılayıcı bir biçimde hiçleşen hedeflere... Her başarıyı yeni ve daha
parlak hedefler izliyor ve her hedefin başında onları daha acı, daha tüketici bir
hiçlik bekliyordu. Ve bu, dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire tâ
mezara kadar böylece uzayıp gidiyordu; ama kimse bu amaçsız koşunun farkında
değildi, görmüyorlar, bilmiyorlardı.
Hayır, öyle değil, ilerde
bileceksiniz!
Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle,
And olsun cehennemi göreceksiniz.
Hayır, bu kelâm, uzak Arabistan'ın uzak geçmişinde sesini
yükselten ölümlü bir insanın hikmetli sözleri olmaktan çok daha öte bir şeydi. Ne
kadar hikmetli olursa olsun böyle bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu
kendiliğinden bilemez, böylesine hâkim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla
dile getiremezdi. Hayır, Kur'an'da konuşan, Muhammed'in (s.s.) sesinden daha güçlü,
daha yüksek bir sesti ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına...