Muhammed ESED'in Siyonist Lider Weizmann ile
..: Diyoloğu :..
..:
Muhammed ESED :..
|
Mekkeye Giden Yol, s.123-129/ İnsan Yayınları
O günler, sıradan bir Avrupalı, Araplar hakkında ne
bilebilirdi ki? Pratik anlamda hemen hiç bir şey. Bir takım romantik ve yanıltıcı
kanaatlerle Yakın Doğu'ya gelen Avpalı; eğer kafaca dürüst ve iyi niyetliyse çok
geçmeden, Araplar hakkında hemen hiç bir şey bilmediğini kabul etmek zorunda
kalırdı çoğu zaman. Ben de böyleydim işte; Filistin'e gelmeden önce burasını bir
Arap ülkesi olarak hiç düşünmemiştim. Şüphesiz, bölgede "bazı" Arap
topluluklarının da yaşadığını az çok kestiriyordum, ama onları. çöl
çadırlarında yaşayan göçebeler ve basit, ilkel vaha sakinleri olarak tasarlıyordum
hep. Çünkü, ilk zamanlar, Filistin hakkında okuduklarımın çoğu Siyonistler
tarafından yazılmış kitaplardı; ve Siyonistler de, doğal olarak, kendi renkleriyle
boyuyorlardı tabloyu. Şehir ve kasabaların Araplarla dolup taştığını, ve söz
gelimi 1922'de Filistin'de her bir Yahudiye karşılık beş Arapın yaşadığını ve bu
son derece belirgin nüfus farkından kalkarak, buranın bir Yahudi memleketi olmaktan
çok bir Arap memleketi olduğunu nereden bilebilirdim?
Bu durumu, o günlerde karşılaştığım Siyonist Hareket
Komitesi başkanı Mr. Ussyshkin'e belirttiğim zaman gördüm ki, Siyonistlerin Arap
nüfus üstünlüğünü hesaba katmaya niyetleri yoktu pek; onların gözünde,
Arapların Siyonizme karşı gösterdikleri tepki de öyle gerçek bir önem
taşımıyordu. Mr. Ussyyshkin'in cevabı, Araplara karşı beslenen Siyonist küçümseme
ve horgörüyü dile getiriyordu yalnızca:
"Burada gerçek bir Arap direniş hareketi yok karşımızda;
yani tabandan gelen bir hareket. Direniş adına bütün gördüğünüz, gerçekte bir
avuç öfkeli kışkırtıcının bastığı yaygaradan başka bir şey değil; bu da bir
kaç ay, bilemediniz bir kaç yıl içinde kendiliğinden çözülüp gidecektir."
Bu iddia benim için doyurucu olmaktan uzaktı şüphesiz.
Yahudilerin Filistin'e yerleşme düşüncesi, daha başından yapay, zorlama bir ülkü
olarak görünüyordu bana; ve işin daha da kötü yanı, bu düşüncenin, Avrupa hayat
tarzına özgü bütün o çapraşık yöntemlerin, çözümsüz sorunların, onlar
olmadan daha mutlu, daha barış içinde hayatını sürdürebilen bir ülkeye
bulaştırılması tehlikesini de beraberinde getiriyor olmasıydı. Yahudiler buraya,
yurduna dönen kimseler gibi gelmiyorlardı; ülkeyi Avrupalı modellere uygun, Batılı
amaçlara göre tasarlanmış bir yurt haline getirmek niyetini güdüyorlardı daha çok.
Sözün kısası, evin içindeki yabancılar durumundaydılar. Ve bunun için de,
Arapların kendi yurtlarının göbeğinde bir Yahudi yurdunun oluşturulması fikrine
karşı kesin bir direniş göstermelerinde herhangi bir haksızlık yoktu bence; tersine,
görüyordum ki, haksızlığa uğratılan, zora koşulan taraf Araplardı ve bu
haksızlığa karşı meşru bir savunma eylemi içinde bulunuyorlardı.
Yahudilere Filistin'de "ulusal bir yurt" vaaden 1917
Balfour Deklarasyonunda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski "böl ve
yönet" ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir
manevranın kaba yansımasını görüyordum. Bu ilke, tıpkı 1916'da İngilizlerin,
zamanın Mekke Emin Şerif Hüseyin'e, Türklere karşı destek sağlamasına karşılık
olarak, Akdeniz'le Fars Körfezi arasında kalan topraklar üzerinde bağımsız bir Arap
devleti vaadetmelerinde olduğu gibi, Filistin meselesinde de çirkin bir biçimde
apaçık ortadaydı. İngilizler, sadece bir yıl sonra, Fransızlarla, Suriye ve Lübnan
üzerinde bir Fransız dominyonu oluşturmak üzere, gizli Sykes-Picot Anlaşmasını
yaparak bu sözlerinden dönmekle kalmamışlar, dolaylı olarak, Filistin'i de, Araplara
karşı kabul ettikleri yükümlülüklerin dışında tutmaktan çekinmemişlerdi.
Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen, Siyonizme karşı
başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Araplardan yana beslediğim
kişisel sempati bir yana, büyük yabancı güçler tarafından desteklenen Yahudi
göçmenlerin, ülkede nüfus çoğunluğunu sağlamak yolundaki niyetlerini hiç de
saklamadan, bu ülkeye doluşup, çok eski çağlardan beri ülkenin gerçek sahibi
durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlak dışı
buluyordum. Ve sonuç olarak, ne zaman Arap-Yahudi sorunu gündeme gelse -ki bu şüphesiz
sık sık oluyordu- ben Arapların yanında hissediyordum kendimi. Bu tutumum, o günlerde
karşılaştığım Yahudilerin, pratik olarak kavrayabilecekleri bir şey olmaktan
uzaktı şüphesiz. Onların, Orta Afrika'daki Avrupalı sömürgecileri hiç de aratmayan
bir anlayışla, ilkel bir topluluk olarak gördükleri Araplarda benim ne bulduğumu
anlamalarına imkan yoktu. Arapların ne düşündüğü onları hiç mi hiç
ilgilendirmiyordu; Arapça öğrenmek isteyen bir tek yahudi bile yoktu içlerinde;
Filistin'in Yahudilerin yasal mirası olduğu sloganı, herkesin tartışmasız kabul
ettiği tek yasa, tek nas durumundaydı.
Siyonist hareketin karşı gelinmez lideri Dr. Chaim Weizmann'la
bu konuda yaptığım kısa tartışmayı hala hatırlarım. Filistin'e yaptığı mûtad
ziyaretlerinden birinde, (sanırım daimi yerleşim yeri Londra'daydı) bir Yahudi
arkadaşımın evinde karşılaştım onunla. İnsanın, uzun ve gergin adımlarla odayı
arşınlayan bu adamın bedeni hareketlerinde kendini açığa. vuran sınırsız
enerjiden, geniş alnında ve keskin, içe işleyen bakışlarında yansıyan zekanın
etkisinden kendini kurtarması kolay değildi.
"Ulusal Yurt" düşünü bulandıran parasal
zorluklardan ve dışarıdaki insanların bu düşe gösterdikleri ilginin
yetersizliğinden yakınıyordu; üzülerek gördüm ki, diğer pek çok Siyonist gibi o
da Filistin'de olup biten her şeyin sorumluluğunu "dış dünya"ya yüklemek
eğilimindeydi. Bu durum beni, orada bulunan öteki insanların onu dinlerken
gömüldükleri saygılı sessizliği bozarak, "Peki, ya Araplar ne olacak?"
diye sormak zorunda bıraktı.
Tartışmasız sürüp giden konuşmayı bu çatlak nağmeyle
yaralayarak büyük bir "gaf" yapmış olmalıydım ki, Dr. Weizmann yavaşça
bana doğru döndü elindeki fincanı sehpaya bırakarak şaşkınlıkla soruyu
tekrarladı. "Araplar ne mi olacak...?"
"Tabii, her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk
durumunda olan Araplar değil mi?- Onların açık ve kesin muhalefeti karşısında
Filistin'i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz?"
Siyonist lider omuz silkerek kuru ve alaycı bir tavırla:
"Bir kaç yıla kadar, umuyoruz ki, çoğunluk filan kalmayacak onlar için."
"Olabilir belki yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha
iyi biliyor olmalısınız. Hadi diyelim ki, Arap mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller
aşılabilir türden engeller; peki, ya sorunun ahlaki yanı? bu sizi hiç
kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin,
sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz?"
"Fakat burası bizim memleketimiz," diye cevap verdi Dr.
Weizmann, kaşlarını kaldırarak, "biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi
geri almaya çalışıyoruz, hepsi bu. "
"Ama nerdeyse iki bin yıldır Filistin'den uzakta
yaşıyorsunuz! Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan
-ki bunun da bütün Filistin'i kapsadığı su götürür- beş yüzyılı bile bulmaz.
Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pekâla hak iddia edebileceklerini
düşünmek gerekir. Çünkü, ne de olsa onlar İspanya'da sizden daha fazla kaldılar,
nerdeyse yedi yüzyıl.. ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman
da geçmedi, topu topu beş yüzyıl... "
Dr. Weizmann, gizleyemediği bir sabırsızlıkla: "Saçma
saçma. Araplar İspanya'yı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi; İspanya hiç bir
zaman onların ana vatanı olmadı bunun için de, eninde sonunda bir gün İspanyollar
tarafından kovulmaları mukadderdi.
"Bağışlayın ama," dedim, "bana öyle geliyor
ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor; öyle ya. unutmayalım,
İbraniler de Filistin'e fatihler olarak girdiler. Onlardan önce, Semitik, non-Semitik,
pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada -Amoritler, Edomitler, Ferisiler,
Moabitler, Hititler, ve daha başkaları. Bütün bu kabileler, İsrail ve Yahudi
krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. Romalılar bizim Yahudi
cetlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile onlar bu ülkede kaldılar.
Bugün de işte yine burada yaşıyorlar. Yedinci yüzyılda Arap fetihlerini izleyerek
Suriye ve Filistin'e gelip yerleşen Araplar her zaman nüfusun küçük bir
azınlığını oluşturuyorlardı; bugün bizim Suriyeli ve Filistinli 'Araplar' olarak
tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin Araplaşmış eski sakinlerinden başka
kimseler değil.
Onlardan bir kısmı zaman içinde Müslüman oldu, bir kısmı da
Hıristiyan olarak kaldı; Müslüman olanlar, ister istemez Arabistandan gelen
dindaşlarıyla evlendiiler. Fakat, Filistin'de yaşayan ve Müslüman olsun, Hıristiyan
olsun Arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan,
yani daha İbraniler Filistin'e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim
halkların soyundan geldiklerini inkâr edebilir misiniz?"
Dr. Weizmann, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık
nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi.
Müdahalemin sonucundan hiç de memnun değildim. Şüphesiz orada
bulunanların hiç birinden -en azından bizzat Dr. Weizmann'dan- benim Siyonist
düşüncenin moral alanda alabildiğine kolay yıkılır bir yapı olduğu yolundaki
kanaatlerimi olumlamalarını beklemiyordum; ama yine de Araplardan yana konuşurken, en
azından bunun Siyonist liderler katında belli bir rahatsızlık uyandıracağını
umuyordum; öyle bir rahatsızlık ki, kendi kanaatlerini daha derinden irdelemek
yönünde uyarıcı olabilecek ve böylece, belki de, Arap mukavemet hareketinin temelinde
yatan ahlaki haklılığı tanımaya daha yakın bir çizgiye getirecek onları.... Ama bu
umduklarımın hiçbiri gerçekleşmedi. Tersine, bön bakışlardan örülü bir duvar
karşısında buldum kendimi; Yahudilerin cetlerinin toprağı üzerindeki tartışılmaz
haklarını tartışmaya sokmaya yeltenen pervasızlığım, yakıcı bir hoşnutsuzluktan
başka bir tepki uyandırmamıştı.
Yahudiler gibi büyük bir zekayla, beceriyle donanmış bir halk,
nasıl olu da Siyonist-Arap çatışmasını yalnızca Yahudi bakış açısından
değerlendirebilir, bunu anlayamıyordum? Filistin'deki Yahudiler sorununun uzun vadede
ancak Araplarla kurulacak dostça ilişkiler içinde, Arap-Yahudi işbirliği fikri
çevresinde çözümlenebileceğini anlamıyorlar mıydı? İzledikleri politikanın
vaadettiği vahim geleceği, trajik kavgaları, geçici başarıların ötesinde, uzun
vadede Arap denizinin ortasındaki bu Yahudi adacığının sonsuza kadar hedef olacağı
kin ve nefreti, sonu gelmez acıları göremeyecek kadar kör müydüler?
Ne garip bir olguydu, uzun ve acılı sürgün hayatını
sürdürürken öylesine büyük haksızlılara uğrayan bir halk, şimdi kendi tek
boyutlu amacı uğruna, başka bir halka, üstelik Yahudilerin geçmişte çektiği
acılardan hiç bir şekilde sorumlu olmayan mazlum bir halka karşı korkunç bir
haksızlık işlemeye bütünüyle hazır görünüyordu. Tarih boyunca böyle bir olguya
rastlanmamıştır sanırım; böyle bir haksızlığın düpedüz gözlerimin önünde
sahneye konması son derece üzücüydü benim için.