AVRUPALI BİR İSLAM DÜŞÜNÜRÜ
"MUHAMMED
ESED"
Haz: Nalan BİLGEN
..: nalanbilgen@patikalar.net
:.. |
|
1926 yılında İslamla şereflenmiş,
Yahudi asıllı Avusturyalı gazeteci yazar ve araştırmacı. 1900 yılında, Avusturya
Macaristan İmparatorluğu’nun Nüfuz alanında kalan şimdi ise Ukrayna’nın batı
ucunu teşkil eden, Doğu Galiçya’da Lvov(Lwew) şehrinde bir Yahudi ailede üç
çocuğun ortancası olarak dünyaya geldi.
Dedesi
bir Ortodoks hahamıydı. Babası fen bilimlerine düşkün başarılı bir avukattı.
Pozitif bilimlere bu aşırı düşkünlük oğluna karşı ‘bilimsel bir kariyer’
yapma konusunda özel bir tutkunluğa sebep olmuştu. Ne yazık ki, Muhammed Esed
matematik ve tabii bilimlerden sıkılıyor; Sienkiewicz’in heyecanlı tarihi
romanlarını, Jules Verne’nin fantezilerini, Jomes Fenimore Cooper ve Karl May’ın
Kızılderili hikayelerini ve sonra Rilke’ nin şiirleriyle, Ve Böyle Buyurdu
Zerdüşt’ü n çınlayan kodanslarını okumaktan sınırsız bir zevk alıyordu.
Ailenin
geleneğine uygun olarak evde, özel öğretmenlerden İbrani dini irfanı üzerine
köklü bir öğrenim gördü. Yine de ebeveynlerinin çok koyu bir dindarlığından
bahsedilemeyeceğini söylüyor ve ekliyor;”Onlar, atalarının hayatını biçimlendiren şu ya da bu dinsel inanca
yüzeyden bağlı görünen ama bu inancın öngördüğü uygulamaları, hatta ahlaki
ilkeleri ayakta tutmak için en ufak bir çaba göstermeyen bir kuşağa aittiler. Böyle
bir toplumda din kavramının kendisi de başlıca iki tipik yaklaşıma
indirgenmişti;birincisi, dini mirasa alışkanlıkla –sadece bir adet ve an’ane
olarak- bağlılık duyanların ritüellere dayanan katı yaklaşımı, ikincisi de dini,
kişinin zaman zaman yüzeyden doğruluyor gibi göründüğü ama zihnen savunulması
mümkün olmayan bütün öteki şeyler gibi, taşımakta gizli bir utanç duyduğu,
modası geçmiş bir boş inançlar dizgesi
olarak gören hızlı ‘liberal’ lerin alaycı, hoşgörülü kayıtsızlığıydı.
Dış tezahürleri bakımından ebeveynlerimin birinci kategoriye girdiklerini
söyleyebilirim; ama babamın ikinci kategoriye en azından belli belirsiz bir eğilim
gösterdiği konusunda zaman zaman zayıf da olsa belli bir şüphe duymadığımı
söyleyemem”.
Tanımladığı bu ortamda henüz on üç
yaşında İbraniceyi su gibi okuyup yazabilir haldeydi. Aram diliyle de oldukça yakın
bir tanışıklığı vardı. Bu yüzden ilerde kolayca Arapça öğrenebilecekti. Eski
Ahid’i orijinalinden öğrenip, Talmut metni ve yorumlarını üzerinde tartışmaya
girecek kadar ayrıntılı bilmekteydi. Bu öğrenmeleri sırasında Tevrat ve Yahudilik
hakkında vardığı şu sonuçlar dikkat çekicidir; “Bütün bu gösterişli dinsel bilgiçliklere rağmen, ve belki
de bu yüzden, çok geçmeden bende, Yahudi dinini bir çok temel ilkesine karşı tepeden
bakan, küçümseyici bir anlayış baş gösterdi. Yahudi metinlerinin hemen hepsinde,
üzerinde ısrarla durulan ahlaki doğruluk öğretisiyle, ya da İbrani peygamberlerinin
dile getirdikleri ‘Yüce Rab’ düşüncesiyle bir alıp veremediğim yoktu; ama bana
öyle geliyordu ki, Eski Ahid’in ve Talmut’un Rabbi, ona ibadet edenlerin, ibadet
kastıyla yaptıkları ritüellerle fazlasıyla törensel bir tanrı haline sokulmuştu.
Ve ban a öyle geliyor ki, Talmut’un Tanrısı, tuhaf bir biçimde sadece bir tek kavmin
sadece İbranilerin kaderiyle ilgileniyordu. İbrahim soyunun bir tarih olarak Eski
Ahid’in, genel havası, Allah’ı bütün insanlığın yaratıcısı ve koruyucusu
olarak değil de, bütün evreni “seçilmiş bir kavmin” ihtiyaçlarına göre
düzenleyen bir kabile tanrısı olarak gösterme eğilimini taşıyordu ve tabii, böyle
bir inancın uzantısı olarak Eski Ahid’e göre Allah, doğru yolda gittiği zaman bu
kavmi fetihlerle ödüllendiriyor, yoldan saptığı zaman da inanmayanların eliyle ona
acı çektiriyordu. Bu temel tutarsızlıkların bir kere farkında olunca, artık İsaiah
ve Jeremiah gibi son dönem peygamberlerin ahlaki tutum ve öğretileri bile evrensel bir
mesajdan yoksun görünmeye başladılar bana”.
Din alanındaki bu arayışlar onu atalarının
dininden gittikçe uzaklaştırdı. Agnostik(bilinmezci) bir çevrenin etkisi altında bir
çok genç gibi o da, yerleşik dinin toptan reddini öngören sıradan bir inkarcılığa
sürüklendi. Bu arada ailesi Viyana ‘ya yerleşti.
1914 sonlarına doğru büyük savaşın
kızıştığı günler, aksiyon macera ve heyecanla dolu diğer gençler gibiydi o da.
Hatta sırf macera olsun diye henüz on dört yaşındayken kaçıp Avusturya ordusuna
katılmış sonra yakalanarak ailesinin yanına gönderilmişti.
Savaşın sona ermesini takip eden iki yıl
boyunca biraz düzensiz bir biçimde de olsa, Viyana Üniversitesinde sanat tarihi ve felsefe derslerine devam etti. Bu
dersleri kendine göre bulmuyordu. Cansız, hareketsiz bir akademik kariyeri değil,
hayatla daha sıkı, daha içli dışlı bir temas içinde olmak, ona kapılmak, şeylerin
iç düzenine , varoluşun manevi iklimine bizzat yaklaşmak, yolunu kendi çizmek
istiyordu.
1914-1918 yılları arasında olup bitenlerin yo
açtığı korkunç sarsıntı içinde pörsüyüp dağılmış ve boşluğu dolduracak
yeterlilikte herhangi bir değerler dizisi ufukta belirmemişti henüz. Kolay incinir bir
ruh hali, genel bir güvensizlik duygusu, insanoğlunun düşünce ve eylem alanında
yeniden kararlılığa ve sürekliliğe ulaşıp ulaşamayacağı konusunda tasalandıran,
toplumsal ve entelektüel bir kargaşalık beklentisi dolduruyordu havayı.
Sağlam ahlaki değerlerden oldukça yoksun bu ortamda genç
beyinleri dolduran sorular yanıtsız kalıyordu. Bir taraftan bilim; ‘akli muhakeme’
nin her şey olduğunu söylüyordu. Bunu söylerken akli muhakemenin, önüne ahlaki bir
hedef koymadığı sürece insanlığı ancak kaosa götüreceğini hesaplamıyordu. Daha
mutlu, daha iyi bir dünya yaratacaklarını söyleyen toplumsal reformcular, komünistler
ve devrimciler, meseleyi dış belirtilerinden kalkarak sadece toplumsal ve ekonomik
yönden ele alıyorlar, ‘tarihin maddeci yorumu’ gibi metafizik karşıtı metafizik
bir anlayışla sahnede boy gösteriyorlardı.
Bu fikirsel ve ruhsal kargaşanın arasında Üniversitedeki
derslere devam etmeyip gazeteci olmaya karar verdi. Bu kararı babasıyla arasının
gerginleşmesine neden oldu. Buna rağmen 1920 yılının bir yaz günü bavulunda birkaç
şahsi eşyası ve annesinden yadigar kıymetli bir elmas
yüzükle önce Prag’a oradan da Berlin’e geçer. Bir süre geçimini
yüzüğün satışından elde ettiği parayla sağlar. İlk iş deneyimlerini sinema
yönetmenlerinin yanındaki asistanlıklarla kazanır. Ve nihayet gazetecilik adına ilk
kapı 1921 yılında o günlerin ünlü haber ajansı United Telegraph’da telefonculuk
işiyle aralanır. Bu günlerde madam Gorky, yani Sovyet Rusya’nın ünlü
yazarlarından, ayrıca siyasi kimlik de kazanmış olan Maksim Gorky’nin eşi, kimsenin
haberi olmaksızın Berlin’dedir. Esed tesadüfen öğrendiği bu bilgi sayesinde madam
Gorky ile yaptığı gizli bir röportaj sayesinde aniden muhabirliğe yükselir. Bu onun
gazetecilik adına ilk başarısıdır.
“Mutsuz değildim, hayır, sadece derinlerde, gerçekte neyin
peşimde olduğumu bilememekten doğan bir hoşnutsuzluk, bir doyumsuzluk vardı”.
Mutsuz değildi fakat çevresindeki insanların çeşitli
biçimlerde sergiledikleri toplumsal, ekonomik ve politik umutları paylaşmak konusunda
gösterdiği isteksizlik zamanla bulunduğu çevreye ait olmadığı duygusuna
dönüştü. 1922 yılında Kudüs’te bulunan dayısı Dorian’dan bir davet mektubu
aldı. Aradığını bulma yolunda iyi bir fırsat olacaktı. Bir hafta kalmayı
planladığı bu gezinin hayatı için dönüm noktası olduğunu bilmiyordu. Kudüs2te
kaldığı zaman içerisinde henüz yeni yeni oluşmaya başlayan Yahudi-Arap gerginliği
ve Filistin’deki siyasi gelişmeler üzerine izlenimler edinme fırsatı buldu. Bir
süre sonra Almanya’nın tirajı oldukça yüksek olan Frankfurter Zeitung adlı
gazeteyle anlaşarak bu gazetenin orta Doğu muhabiri olarak atandı. Doğudaki bu tür
gelişmeleri inceliyor ve bu izlenimleri gazetede düzenli olarak yayımlanıyordu. O
dönemde Kudüs’ün bu siyasi kızışmaları hakkındaki, farklı ve gerçekçi
yaklaşımları ilgiyle karşılandı, kısa sürede gazetede kendisine önemli bir yer
edindi.
1923 yılında tüm Filistin’i içine alan bir geziye çıktı.
Aynı yıl Mısır’a gitti. Bu yıllar onun Müslümanlarla içsel bağlarını kurduğu
yıllardır. Ürdün Emiri Abdullah’la tanışarak Amman’a gitti. Bu sırada
Suriye’ye bir yolculuk yaptı. Bu yolculuk esnasında yaşadığı bir olayı şöyle
anlatıyor;
“...karşımda çömelmiş oturan bedevi yolcu kufiyesini
açarak ağır ağır kalktı ve pencereyi açtı. Yüzü esmer, keskin
hatlıydı...uzanıp dışarıdan bir parça kek aldı ve tek bir kelime söylemeden keki
ikiye böldü, bir parçasını bana uzattı. Benim şaşkınlık ve tereddüdümü
görünce gülümsedi..’Tafaddal (lütfedin)!’ dedi.keki aldım ve başımla
teşekkür ettim. Kompartımandaki diğer yolcu araya girerek tercümanlık yaptı ve;
‘Diyor ki, siz de yolcusunuz o da yolcu, onun yolu ve sizin
yolunuz aynı.’
Şimdi düşünüyorum da, sonralar Arap mizacına duyduğum
sevgide, bana öyle geliyor ki, bu küçük olayın büyük bir rolü oldu. Tüm
yabancılık sınırlarını aşarak, bir yolculukta rasgele karşılaşılan bir
yabancıya içten bir arkadaşlık göstererek ekmeğini onunla bölüşen bir bedevinin
davranışında o gün, teklifsiz bir seciyenin sıcak soluğunu, kucaklayışını
hissetmiş olmalıyım”.
1923 yılında tekrar Viyana’ya gider ve babasıyla barışır.
Almanya ‘ya gider. İlerde karısı olacak Elsa ile o yıl tanışır. Bir yıl sonra
evlenirler. 1924’de ikinci Orta Doğu gezisine yine Frankfurter Zietung muhabiri olarak
çıkar. Ürdün, Suriye Ve Irak’ı içine alan büyük bir gezidir bu. 18 ay
İran’ı dolaşır. 6 ay Afganistan’da kalır. Bu süre zarfında siyasi ve toplumsal
gelişmeleri yakından takip etmektedir. Bu süre zarfında Kuran’ı anlama çabasında
olmuştur. İslam ve Araplar hakkında büyük bir hayranlık duymaktadır. 1926
yılının bir bahar günü Berlin Metrosunda gözlemledikleri onun imana gidişinde
önemli bir adımdır. Giysileri ve yaşayışlarıyla maddi zenginliklerin zirvesinde
olan bu insanların gözlerinde ve yüzlerinin derinliklerindeki huzursuzluğu fark
etmiş, bu doyumsuz havayı acıyla izlemiştir. Eve gelişinde tesadüfen açtığı
Kur’an sayfasında şu ayetleri okur;
Bir aç-gözlülük saplantısı içindesiniz
Ama mezarlarınıza girinceye dek (süren).
Ama, zamanı geldiğinde anlayacaksınız...